- Ders Notu

Adsense kodları


Ders Notu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Tue 19 July 2011, 06:35 pm GMT +0200
Tencere


Mayıs 2010 137.SAYI


Serhat ALBAMYA kaleme aldı, TENCERE bölümünde yayınlandı.

Ders Notu

Üniversite ikinci sınıftaydım. Dersimiz gereği, staj yaptığımız okulun müdürünün vereceği seminere katılıp, önemli noktaları not almam gerekiyordu. Ben, arkadaşım Onur ve diğer sınıf arkadaşım Ulvi, gün için önceden hazırlanıp soru ve öneriler hazırlamıştık. Bu sunum olayını da halledersek aylardır süren staj macerası güzel bir final ile taçlanacaktı.

Hepimiz sabah erkenden okulda buluştuk. Sunum saati gelene kadar çocuklarla muhabbet edip vakit geçirdik. Sunum vakti gelince de okulun konferans salonundaki yerlerimizi aldık. Müdür bey, biz öğretmen adaylarına mesleğin güzel yönlerini, getirilerini anlatmaya başladı:

“Çocukları sevmelisiniz! Eğer bir çocuğun burnu akıyorsa ve mendili yoksa kendi mendilinizle çocuğun burnunu silecek kadar alçakgönüllü olmalısınız. Eğer bir çocuk sıkılıyorsa ona kendini ifade edebilmesi için imkan sağlamalısınız. Günümüz çocukları zaten apartmanlarda büyüyor, birçoğu sokağa hasret... Onları sıkmamalısınız, özgür bırakmalısınız. Mesela benim evimdeki kedi bile sokağı özlediğini hissettiriyor. Hayvancağız apartman içinde öyle sıkılmış ki gidip saksıyı tırmalıyor, toprağa olan hasretini saksının toprağını eşeleyerek gideriyor.”

Müdür bey bunları anlattıkça bizim öğretmenlik mesleğine olan ilgimiz ve isteğimiz kamçılanıyordu. O an bizi bıraksalar Türkiye’nin bir ucuna gider, tenefüs hakkımızı bile kullanmadan ders işlerdik. Neyse ki bırakmadılar. Müdür bey anlatmaya devam etti:

“Okulda bir uygulamamız vardır, doğum günü olan çocuklar geceden aranır ve ertesi gün odama gelip benden hediyelerini alırlar. Bir çocuk vardı mesela, ona verdiğim ufacık bir kalemi senelerdir unutmamış. Doğum gününü de benden başka kimse kutlamamış. Hâlâ arar teşekkür eder, halimi hatırımı sorar. Bunlar çok güzel şeyler arkadaşlar.”

Müdür bey konuşmasını bitirdiğinde hepimizin gözleri dolmuştu. Ortamın tozlu olduğundan dem vurup gözyaşlarımız için bahaneler uyduruyorduk. Hepimizin gözüne toz kaçmıştı, duygulanmıştık ama kafamı sola çevirdiğimde Onur’u fark ettim. O bizim tam tersimize ağlamıyor, sunumun önemli noktalarını not ediyordu. Onur bir an gözüme çalışkan bir öğrenci gibi göründü. En akıllımız o çıkmıştı. Biz, “Ne yapalım, bu sunumu nasıl anlatalım?” diye düşünürken o notlarına bakacak ve her şeyi tek tek anlatacaktı.

İçimden onu takdir etmek geldi fakat zilin çalmasıyla bu işi erteledim. Okuldan çıkıp Onur’un evine doğru yol aldık. Sıcağı sıcağına sunumu yazıp son ödevimizi bitirmek istiyorduk. Bir yandan çayı ocağa koyduk, bir yandan da defteri kitabı açtık. Onur’un aldığı notlar yardımıyla bu iş kolay olacaktı. Ona not defterinin yerini sordum. Ceketinin cebinde olduğunu söyledi, gidip aldım. Bir hevesle son sayfalarını açtım ve şu notları gördüm;

“Çocukların burnunu sil. Eve kedi alırsan saksıyı sakın ihmal etme. Doğum günlerinde pastaya para harcama, küçük bir kalem de hediye edebilirsin...”

Bir Gezginin Günlüğü - 10

Bağ evine gidene kadar aynı soruları defalarca sordu, ben de aklımda kaldığı kadarıyla olanları anlattım. Fakat ben “market” dedikçe neden hafifçe gülüyor, “merkad” diye mırıldanıyor, anlamadım.

Bağ evine vardığımızda güneş batmak üzereydi. Tarlada çalışanlar ufak ufak toparlanıyor, bağdan dönenler soluğu çeşmelerin başında alıyordu. Bir süre sonra güneş batar batmaz namaz kılındı ve sofra hazırlandı. Artık burada bir misafir olduğumu kabullendiğimden her şeye şaşırmadığımı fark ettim. Ben de diğerleriyle yer sofrasına oturdum, birlikte yemek yedim. Menüde yine Tacettin arkadaşımızın karman çorman yemeği vardı. Bu yemeğin adı ne diye sorduğumda “Biraz ondan biraz bundan, şifadır kurban..” diye bir şey söyledi. Sedat sağolsun, buradaki arkadaşların şakalarını bile tercüme ediyor.

Yemekten sonra bağ evindekilerin çoğu yine bir namaz için köye inerken Sedat, ben ve birkaç kişi burada kalıp bahçede oturduk. Bir yandan Tacettin’in demlediği çayı yudumluyor, bir yandan yıldızları seyrediyorduk. Burada yıldızlar daha önce hiç görmediğim kadar parlak gözüküyor. Yıldızları seyredip bu garip yolculuğumu düşünürken, birden Sedat’ın sesi ile kendime geldim. Utana sıkıla yanıma oturmuş;

– Zahmet olmazsa Merkad’ın içini bana bir daha anlatır mısın, diyordu.

Gün içinde on kez anlatmış olmama rağmen bir kez daha aynı şeyleri anlattım. Yine aynı heyecanla dinledi. Benim anlattıklarım bitince bir sessizlik oldu. Sedat da yıldızların güzelliğine dalmış, sessiz sessiz oturuyordu. Uzun zamandır merak edip soramadığım soruyu sordum ona. “Senin hikâyen nedir?” dedim.

Merak ediyordum. Günlerdir yanımdan ayrılmıyor, ne sorsam cevaplıyor, birisi bir şey sorduğunda hemen benim için tercüme ediyor. Acaba Sedat’ın hiç mi işi yok, bana neden bu kadar yardım ediyor? Bu ülkenin insanlarının çok misafirperver olduklarını biliyordum fakat Sedat’ın samimiyeti, hatta bu köyde tanıdığım diğer insanların samimiyeti bambaşka.

Benim aklımdan bu sorular geçerken Sedat düşüncelere daldı ve soluklanıp “Benim hikâyem biraz uzun, dinlersen başlayayım...” dedi. Memnuniyetle dinleyeceğimi söyleyince de başladı anlatmaya...

(devam edecek)