sumeyye
Fri 4 February 2011, 01:15 pm GMT +0200
Delilsiz Mezhebe Tabi Olma;
el-Yevâkît ve’l-cevâhir’de nakledilir:
Ebû Hanîfe’nin (r.a.) şöyle dediği rivayet edilir:
“Delilimi bilmeyen bir kimsenin, benim sözüme dayanarak fetva vermesi doğru olmaz.”
O -Allah kendisinden razı olsun-, bir fetva verdiğinde şöyle derdi:
“Bu, Nu’mân b. Sâbit’in (kendisini kastediyor) görüşüdür. Bu bizim ulaşabildiğimiz en güzel sonuçtur. Kim, bundan daha güzel bir sonuca ulaşırsa, elbette ki ona uymak daha isabetli olacaktır.”
İmam Mâlik (r.a,) şöyle derdi:
“Rasûlullah’tan (s.a.) başka istisnasız herkesin sözü kabul de, red de edilebilir.”
Hâkim ve Beyhakî, İmam Şafiî’den (r.a.) şöyle dediğini nakletmişlerdir:
“Hadis sahih olduğu zaman, benim mezhebim odur.” Başka bir rivayet de:
“Benim sözümün, hadise ters düştüğünü görürseniz, siz hadisle amel edin ve benim sözümü duvara çalın.” demiştir.
Müzenfye [796] bir gün:
“Ey İbrahim! Her dediğime uymaya kalkma. Kendini de hesaba katarak o konuyu araştır; çünkü bu dindir (sorumluluk ister).” demiştir.
O -Allah kendisinden razı olsun- şöyle derdi:
“Rasûlullah’tan (s.a.) başka -kalabalık da olsalar- ne insanların görüşü, ne kıyas ne de bir başka şey hakkında herhangi bir delil vardır. Allah’a ve Rasûlüne teslimiyetle itaattan başka î bir şey yoktur.”
İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.) şöyle derdi:
“Allah ve Rasûlünün yanında hiçbir kimsenin sözünün değeri olamaz.”
Yine o, bir adama şöyle demiştir:
“Ne beni, ne Mâlik’i ne Evzâ’î’yi ne Neha’i’yi ne de bir başkasını taklit et! Hükümleri, onların aldığı yerden; Kitap ve sünnetten al!”
Ulemânın Görüşleri Bilinmeden Fetva Vermek Doğru Olmaz:
Herhangi bir kimsenin, şer’î meseleler konusunda ulemânın görüşlerini, onların yaklaşımlarını iyice bilmeden fetva vermeye kalkışması doğru olmaz. Bir kimseye bir soru sorulsa, o kişi mezheplerine tabi olunan âlimlerin o konu üzerinde görüşbirliği halinde olduklarını bilse, bu durumda “Bu caizdir” ya da “caiz değildir” demesinde bir sakınca olmaz ve sözü, bir tür nakil sayılır. Eğer mesele, ulemâ arasında ihtilaflı bulunuyor ise, bu durumHa da, “Bu, falan âlimin görüşüne göre caizdir”, “Falanın görüşüne göre caiz değildir.” diyebilir, fakat delilini bilmeden onlardan birinin görüşünü tercih ederek cevap vermeye kalkışamaz.
Ebû Yûsuf, Züfer [797] ve daha başkaları şöyle demişlerdir:
“Bir kimsenin, nereden aldığımızı bilmeden, bizim görüşlerimizle fetva vermeye kalkışması caiz olmaz.”
Ebû Yûsuf un oğlu Isâm’a, “Sen, Ebû Hanîfe’ye çokça muhalefette bulunuyorsun.” dediklerinde o, şöyle cevap vermiştir:
“Çünkü Ebû Hanîfe, bize nasip olmayan çok üstün bir anlayışa sahipti. Bu anlayışıyla bizim anlayamadığımız şeyleri anlamıştı. Bu itibarla anlamadıkça, onun görüşleriyle fetva vermemiz bize caiz olmaz.”
Muhammed b. el-Hasan’a (ö. 189/805), bir kimsenin fetva vermesi kendisine ne zaman helâl olur diye soruldu. O:
“Doğruları, hatalarından daha çok olduğu zaman.” diye cevap verdi.
Belh fakihlerinden Ebû Bekir el-İskâf’a şöyle sorarlar:
“Bir belde de bir âlim olsa ve ondan daha bilgili başka kimse olmasa, bu âlim fetva vermemezlik edebilir mi?” O, bu soruya:
“Eğer ictihâd ehlinden ise, hayır edemez.” diye cevap verir.
“İctihâd ehlinden nasıl olur?” diye sorarlar,
“Meselelerin yönlerim (izah tarzlarım, gerekçelerini) bilmesi, kendilerine muhalefet etmeleri halinde akranıyla meseleyi tartışabilecek güçte olmasıyla olur.” diye cevap verir. Denildiğine göre, ictihâd için gerekli şartların en alt seviyesi, Mebsût’un [798] ezbere bilinmesidir. [799]
el-Bahru’r-râik’te, Ebu’l-Leys’in şöyle dediği nakledilir:
Ebû Nasr’a [800] şöyle bir soru sordular:
“Senin yanında dört kitap yani İbrahim b. Rüstüm’ün kitabı, Hassâfın Edebu’l-kâdî’si, Kitâbu’l-Mücerred ve Kitâbu’n-Nevâdir -Hişâm rivâyetiyle- bulunsa, bunlardan fetva vermek caiz olur mu? Zira bu kitaplar sence makbuldür.”
Ebû Nasr’ın cevabı şöyle oldu:
“Mezhebimizden sahih olarak nakledilenler bizce makbul ve memnuniyeti mucip birer ilimdir. Fakat fetva konusuna gelince, ben bir kimsenin anlamadığı bir şeyle fetva vermesini ve halkın vebalini yüklenmesini doğru bulmam. Eğer mezhebimizden olduğu meşhur ve mevsuk olup, âlimlerimizden apaçık bir şekilde nakledilmiş meselelerden olursa, meydana gelen olayların hükümleri için onlara itimat etmenin kendim için caiz olduğunu umarım.”
Yine aynı kitapta şöyle yazmaktadır:
“Bir kimse hacamat olsa [801] veya gıybet etse ve bunun orucunu bozduğunu zannetse, sonra da yese içse; eğer bir fakîhe sormamış, kendisine de ilgili haber (hadis) ulaşmamışsa, bu durumda o kişiye keffâret gerekir. Çünkü bu, İslâm diyarında mazeret sayılmayacak türden bir bilgisizliktir. [802] Ama bir fakîhe danışmış ve o da, kan aldırmanın ya da gıybet etmenin orucu bozacağına dair fetva vermişse, o zaman keffâret gerekmez. Çünkü halktan olan kimseye (âmmî) gerekli olan, fetvasına itimat ettiği âlime uymasıdır. Bu durumda o, -her ne kadar müftî, fetvasında hatalı ise de- yaptığım fetvaya dayandırdığı için mazur olur.
Bir müftîye sormamış fakat kendisine ilgili haber yani Rasûlullah’ın (s.a.):
“Kan alanın da, kan aldıranın da orucu bozulur.” [803]
“Gıybet, orucu bozar.” [804] Şeklindeki hadisleri ulaşmışsa, eğer bu durumda nesh olup olmadığını, ya da tevilinin nasıl olduğunu bilmiyor idiyse ve buna rağmen orucunu bozmuşsa ikisine (yani İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e) göre yine keffâret gerekmez. Çünkü hadisin zahiriyle amel edilmesi ilke olarak gereklidir. Ebû Yûsuf ise farklı düşünmektedir. Çünkü halktan birinin (âmmî) nâsih ve mensûhu bilemeyeceği için doğrudan hadisle amel etme salahiyeti yoktur.
Şehvetle bir kadını tutsa, ya da öpse ya da gözlerine sürme çekse ve sonra bu, orucu bozdu zannıyla yese içse, bu durumda da kendisine kefâret lâzım gelir. Ancak bir müftîye sormuş ve o da, kendisine bozacağı doğrultusunda fetva vermişse, ya da ilgili haber kendisine ulaşmışsa o zaman keffâret gerekmez.
Zevalden önce oruca niyet etse, sonra o orucu bozsa, Ebû Hanîfe’ye göre keffâret gerekmez. Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise gerekir. Muhît adlı eserde böyle yazmaktadır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, halktan birinin (âmmî) mezhebi, müftînin fetvasıdır.”
Yine aynı eserde, geçmiş namazların kazası konusunda şöyle denmektedir: Eğer kişi, belli bir mezhebi olmayan halktan biriyse, onun mezhebi müftîsinin fetvâsıdır. Nitekim bunu böylece belirtmişlerdir. Eğer hanefî bir müftî fetva vermişse, ikindi ve akşam namazlarını iade eder; şâfıî bir müftî fetva vermişse, onları iade etmez. [805] Kişinin kendi görüşü dikkate alınmaz. Eğer bir müftîye sormaz ya da tesadüfen bir müctehidin görüşü üzere sahih olacak şekilde hareket ederse, bu, kendisi için yeterli olur ve iade etmesi gerekmez.
İbnu’s-Salâh şöyle demiştir:
“Şâfiîlerden biri, mezhebine ters düşen bir hadis bulursa bakar: Eğer kendisinde mutlak ictihâd için gerekli şartlar tam olarak bulunuyorsa yahut sadece o konuda ya da o meselede ictihâd ehliyetine sahip ise, o takdirde kendisi o hadisle müstakil olarak amel edebilir. Eğer saydığımız bu şartları taşımıyor, araştırması ve mahalefet için doyurucu bir cevap bulamaması sonucunda hadise mahalefet etmek de kendisine ağır geliyorsa, eğer o hadisle İmam Şafiî’den başka müstakil bir imam amel etmiş ise, onunla amel edebilir. Bu, o konuda imamının mezhebini terketmiş olması için bir mazeret sayılır.
İmam Nevevî [806], Îbnu’s-Salâh’ın bu sözünü güzel bulmuş ve ona katılmıştır.
[796] Ebû İbrahim İsmail b. Yahya el-Müzenî el-Mısrî: 175 yılında doğmuş, ilim tahsil etmiş, hadis rivayetinde bulunmuştur. İmam Şafiî, Mısır'a gelince ondan fıkıh almıştır. Âlim, zâhid ve münâzaracı biriydi. İmam Şâfıî onun hakkında:
"Müzeni, benim mezhebimin yardımcısıdır." derdi. Şafiî, mezhebine temel teşkil eden eserleri vardır. 264/877 yılında vefat etmiştir.
[797] Züfer b. el-Hüzeyl: Hanefi mezhebinin dördüncü büyük fakihidir. Ehl-ı hadisten iken fıkıh tarafı galebe çalmıştır. Basra kadılığı yapmış ve orada 158/775 yılında ölmştür. (Ç)
[798] Serahsî'nin otuz cüzlük, hanefî mezhebine ait Zâhiru'r-rivâye kitaplarının muhtevasını içinde toplayan büyük eser. (Ç)
[799] el-Yevâkît ve'1-cevâhir'den alınan nakil burada bitti.
[800] Ebû Nasr Abudusseyyid b. Muhammed: İbnu's-Sabbâğ diye meşhurdur, eş-Şâmil ve'l-kâmil, Uddetu'l-âlim ve't-tariku's-sâlim, Kifâyetu's-sâil, el-Fetâuâ gibi eserleri vardır. Devrinde şâfiîlerin en büyüğü idi. 477/1084 yılında vefat etmiştir.
[801] Yani bir tür kan aldırsa.(Ç)
[802] İslâm Ülkesinde, şer'î hükümler genelde herkesçe biliniyor kabul edilir. (Ç)
[803] Buhârî, Savm, 32; Ebû Dâvûd, Savm, 28.
[804] Bkz. İhya, 1/234.
[805] Tertibe riayet hanefîlere göre gerekli, şâfîîlere göre gerekli değildir. Bu durumda sahib-i tertip bir kimse ikindi namazını geçirmiş olduğunu unutarak akşam namazını kılsa, sonra ikindiyi kaza etse, her ikisini de iade etmesi gerekir. Şâfîîlere göre ise bir şey gerekmez. (Ç)
[806] Muhyiddin Ebû Zekeriyyâ Yahya b. Şeref en-Nevevî: Şâfıî mezhebine mensup büyük müctehidlerden biridir. Muhtasaru'ş-Şerhu'l-kebîr'in muhtasarı olan er-Ravza, el-Mecmû' gibi pek çok ve hacimli eserlerin müellifidir. 676/1277 yılında vefat etmiştir.