- Değişim ve Modernizm

Adsense kodları


Değişim ve Modernizm

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Sun 31 October 2010, 05:06 pm GMT +0200
Değişim ve Modernizm

Prof. Dr. İrfan Gündüz


İslâmî bakış açısına göre değişim, gelişim ve ilerleme Hz. Peygamber'in bildirdiği, ashâbının, tâbi'înin ve onlardan sonraki gerçek müslümanların yaşadığı saf İslâm'a dönüş anlamına gelir.

Buna göre, İslâm'dan uzaklaşan müslümanların gerçek İslâm'a doğru hareket etmeleri bir gelişim olarak değerlendirilebilir. Ve bu tür bir gelişim, ancak ilerleme olarak adlandırılabilir.

Ferdî ve toplumsal gelişim, değişim ve ilerlemeye doğru atılan bütün adımlar, müslüman için tek gerçekliği açıklayan ve aynı gerçeğin doğruluğunu gösteren dünya görüşü tarafından belirlenir. İslâm'da varlık nasıl en üstten en alta bir hiyerarşi olarak görülür ve ilerleme buna göre ta'yîn ve tesbit edilirse bilgi de böyle bir hiyerarşik düzen içerisinde düzenlenmiştir. Gelişimin ve ilerlemenin adımları ancak bu silsileye göre belirlenebilir.

"İlerleme" kavramının içinde var olan "gâye", zaten var olan bir şeyi kasdettiği zaman ancak gerçek bir anlam ifâde eder. İlerleme terimi, hayatta ulaşılması istenen hedefe bağlı kesin bir yönü yansıtır; eğer aranılan yön hâlâ oluşmakta ise ve ona bağlı olan gâye nihâî değilse, o halde onunla ilgilenme nasıl gerçekten ilerleme anlamına gelebilir? Karanlıkta çırpınanlara ve nereden nereye gittiğini bilmeyenlere ilerliyor denemez.

Sağlıklı bir toplum, ne sâdece değişmeyen, ne de hep değişen, fakat "istikrar içinde değişim ve gelişim" sergileyen bir toplumdur. Bu yüzden insanların, toplumun geleneklerine hep bağlı kaldığını ve öyle kalması gerektiğini söylemek doğru olmaz. Bunlar bütün zamanlarda ve mekanlarda hep olagelmiştir. Ancak ne denilirse denilsin ahlâkın yine de değişmeyen bazı yönlerinin bulunduğunu söylemekte yarar var. Bu değerler çeşitli cemiyetlerde ve zamanlarda birbirinden farklı şekiller almış olsa bile, bu şekillerin arkasında saklı olan prensipler asla değişmemiş, sâdece tezâhürler ve görüntüler değişmiştir.

Evvelce yol ve çeşmeler yapmak, köprüler kurmak topluma hizmet eden birer "hayır müessesesi" şeklinde telâkkî edilirken, bunların cinsi bugün büyük ölçüde değişmiş, eğitim vakıflarına yardım, sosyal hizmetleri hızlandırma ve yaygınlaştırma, hastahane yaptırma, teknoloji üretebilecek ilmî araştırma ve inceleme merkezleri kurma gibi faaliyetler ön plana çıkmıştır.

Gelişme ve ilerleme gibi kavramlar, insanın hayatına, târihine ve kaderine uygulandığı zaman, onun rûhî yönü ve ma'nevî tarafını dikkate almalıdır. Böyle olmayan bir durum, İslâm için doğru bir gelişme ve ilerleme anlamına gelmez. Çünkü böyle bir gelişim, insandaki hayvanî hislerin ve şehevî duyguların gelişmesi ve ilerlemesi demektir.

Siyâsetten sanata kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsayan "Modern" kavramı, yalnızca yenileyici ve zamanın ilerlemesine ve yeniliklere ayak uyduran gibi sıradan bir anlamı değil, insana "Vahiy" yolyuyla bildirilen ebedî ve değişmez ilkelerden, "Münezzeh ve Müte'âl" olan kaynaktan koparılan ve insanı ilâhî alandan ayıran anlayış anlamına kullanılıyor.

Modernizm, gelenek ve göreneklerin, aklın ve anlayışın değişmesi veya değiştirilmesi, eski maddî yaşantının yerine yenisinin ikâme edilmesidir. "Modern Düşünce" teriminde yer alan düşünce (thought) kavramı üzerinde de durmak gerekir. Buradaki düşünce kelimesi, arapça "Fikr" ve farsça "Endîşe" kelimeleri ile ifâde edilen eylemden farklı modern bir anlam taşımaktadır. Düşünce, bütünüyle beşerî ve ilâhî olmayan aklî bir faaliyet iken, fikir ve endîşe ise tefekkür, temâşâ ve müşâhede ile alâkalı zihnî bir eylemi ifâde etmektedir.

İnsandan ve insan aklından başka bütün ilkeleri reddeden "Modernizm"'de, yalnızca akıl ve duyuların belirlediği modern bilim ürünü düşüncelerden başka bir ilke yoktur. Tamamiyle dünyevî bir varlık olan insan, kâinâtın tek hâkimi olarak kendinden başka hiçbir varlığa hesap vermek zorunda değildir.

Değişmez ve kutsal olarak bilinen ilkelerin inkârı ve unutulması ile insan için dünyâ, merkezi olmayan bir çembere dönüşmüş, merkezin kaybolması ile de hangi işe nereden başlanacağı mes'elesi bir kaos hâline gelmiş, insanlık bir kararsızlık illetinin içine sürüklenmiştir. Zira insan tabîatı, ilke olarak kabul edilmek için çok istikrarsız, değişken ve kaypaktır.

Böylece kutsallığın ve kutsal kavramının anlamını yitirdiği modern düşünce, insanı kutsallıktan gâfil bırakmanın getirdiği bir boşluğa düşürmüş ve insanlar herşeyin ve herkesin çok rahat değişebileceği ve değiştirilebileceği göreceli bir dünyanın huzursuz ve istikrarsız ortamına itilmiştir.

Fanon'un dediği gibi: "Bir insan veya toplumun, kişiliği kendinden çekip çıkarılmadan ve kişiliğinin kökü kazınmadan makine yoluyla büyülemek ve değiştirmek mümkün müdür?" Hayır, değildir. Öyleyse önce o kişilik ve onu ayakta tutan kaynaklar silinip süpürülmelidir.

Bunu başarmak için de onların değişmez diye baktıkları dînî ilkeleriyle kavga etmeleri te'mîn edilmeye çalışılmalıdır. Çünkü din, topluma kendine özgü kişilik kazandıran kurumların başında gelen, herkesin bağlandığı ve kutsal saydığı yüce bir disiplindir. Eğer bu disiplin yıkılır ve hor görülürse, bu dinle kendini özleştiren kişi de aynı şekilde yıkılmış ve horlanmış olur.

Din, târih, kültür, düşünce, san'at ve edebiyat bütünüyle bir toplumun kişiliğini belirlediğinden, bunların hepsi yıkılmalıdır. Gerek fertler ve gerekse toplumlar hem kişilğinden hem de onlara güç veren kaynaklardan arındırılmalı ve içinde duyduğu bütün "ben"'lerden soyutlanmalıdır.

Böylece dünyâya, avrupalı olmayan ulusların modernleşme ihtiyaçlarını haklı çıkarabilmek için sunulan bu düşünce ekolü, avrupalı olmayan aydınların da düşüncesinin temelini oluşturmuş ve yerli aydınlar tarafından "fanatizm"'e karşı başlatılan saldırının nedenleri de bu noktada ortaya çıkmıştır. Bu durum, avrupalı olmayan toplumlarda özellikle son yüzyılda, târihin şimdiye kadar tanık olduğu en saçma kavgalardan biri olan "eski" ile "yeni" arasındaki kuşak çatışmalarına zemîn hazırlamıştır.

Jean Paul Sartre, The Wretched of the Earth (Yeryüzünün Lanetlileri) isimli eserinin önsözünde batılı olmayan toplumlarda ortaya çıkan yeni aydın sınıfının doğuşu ve oluşumunu anlatırken şöyle diyor:

"Avrupa'ya birkaç aylığına bir gurup Asya'lı veya Afrika'lı genç getirip gezdireceğiz; elbiselerini, süslemelerini değiştirecek ve biraz dilin yanısıra sosyal tavır ve davranış tarzı öğreteceğiz. Kısaca, kendi kültürel değerlerinden soyup ülkelerine geri göndereceğiz. Artık onlar daha fazla kendi akıllarından konuşan türde insanlar olmayacak ve bizim borazanımız hâline geleceklerdir."

İşte bunlar, halkını ve inançlarını bir tarafa bırakıp dinlerini terkederek ve yerli kültürden koparılarak tepeden tırnağa batılılaşmak için ikna edilen insanlardı. Böylece, herhangi bir kök ve değer yargısından yoksun, târihinden ve dininden uzaklaşmış, kendi insânî özelliklerinden sıyrılmış, tüketim şekli değiştirilmiş, aklı iğdiş edilerek fikri felc edilmiş, elden düşme ve iğreti bir kişiliğe bürünmüş, geçmişin görkemli düşüncelerini ve zihnî niteliklerini yitirmiş bomboş bir insan ve toplum tipi te'sîs edilmeye çalışılmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'in: "Fertler kendi nefslerini teker teker değiştirmedikçe Allah, bir toplumu değiştirmez." (er-Ra'd, 13/11) "Bir millet kendilerinde bulunan güzel meziyeti değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez." (el-Enfâl, 8/53) âyetleri ile insanoğluna öğretmek istediği gerçeğin, değişim probleminin çözümünü nefslerinde aramaları gerektiğini açıkça ortaya koyar. Gerçekleştirmemiz gereken bu değişim, öncelikle "nefslerde var olan"'a ilişkindir. Burada tüm ağırlığı ve kapsamıyla bir insan problemi ortaya çıkar.

Allah insana "nefsinde var olanı" değiştirme, geliştirme ve bir durumdan diğerine geçebilme yeteneği vermiştir. Bu bize insanoğlunun temel çabasının, toplumu nefslerinden başlayarak şerden hayra doğru -ya da aksi yönde-değiştirmek olduğunu gösteriyor. Nefste var olan ve onunla birlikte bulunan şeyler orijinal midir, yani başından beri nefsle birlikte var mıdır? yoksa bütün bu menfî şeyler nefse sonradan mı ârız olmuş ve ona sonradan mı giydirilmiştir? (Hâdis) Bunları ortadan kaldırıp başka şeylere dönüştürmek nasıl mümkün olur? İnsanın bu alanda karşılaşabileceği zorlukların derecesi nedir? Cevabı aranan bu sorular daha da çoğaltılabilir.

Allah, insanoğlundan bahsederken: "Nefsini arındıran kurtulmuş, azdıransa helâk olmuş, ziyâna uğramıştır." (eş-Şems, 91/10) buyurmakta ve onun bu yönüyle nefsini, menfî istek ve temâyüllerden arındırmaya da, azdırmaya da muktedir bir varlık olduğuna işâret etmektedir.

Yukarıda meâlleri arzedilen âyetler insan için, fikirlerini nefslerine yerleştirebilmenin, nefste yerleşik kavramların kaldırılıp yerine başkalarının konulabileceğinin ve bunların yenileriyle değiştirilebileceğinin mümkün olduğunu göstermektedir. Böyle bir açıklama ve belirleme, değişim sürecinde işi daha başından yakalamak gerektiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Allah, fiil ve davranışlarımızı zihinlerimize yerleştirdiğimiz fikirler ve niyyetlere göre yaratır. Nasıl toprakta zeytin, nar, üzüm yetiştirebilirsek aynı şekilde kendilerinden sonuç olarak belirli eylem ve davranışların doğacağı fikir ve niyyetleri de nefsimize yerleştirebiliriz. Nasıl her ağacın belli bir meyvesi varsa, her fikrin de davranışa dönüşen bir sonucu vardır.

Göründüğü ve anlaşıldığı kadarıyla nefste "fücûr ve takvâ" yeteneği dışında orijinal bir şey yoktur. Nefs denilen varlığı Allah, takvâ'ya da fücûr'a da eğilimli bir kabiliyet olarak yaratmıştır. Allah azdırma va arındırmayı kula, böyle bir düzenleme ve ilhâmı da kendi münezzeh zâtına nisbet ederek ifâde etmiştir.

Hz. Peygamber"in: "Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra onu anne-babası yahûdî, mecûsî yahut hristiyan yapar." şeklinde ifâde ettiği değişim, yalnızca inanç biçimlerine mahsûs olmayıp, akîde ve fikirlere yön veren her şeyi içine alır.

Fıtrat üzere doğmak demek, çocuğun "bi'l-kuvve ve bi'l-isti'dât" müslüman olarak doğması demektir. Bunu "bi"l-fiil" müslümanlığa dönüştürmesi ise ancak nefsi arındırma ve İslâm'a teslîm olma ameliyesi ile mümkün olur. Çünkü çocuk etrafı yalıtılmış bir konumda tutulursa "bi'l-fiil" müslüman olmaz. Onu müslüman kılan şey yine de çevresinin, ana-babasının ya da onların yerine geçebilecek faktörlerin etkisidir.

En ince biçimiyle Fıtratın anlamı, gerçeğe meyletme yeteneği diye tanımlanabilir. Bu yetenek, kendisine seçme şansı tanındığı zaman gerçeği seçtirir. Böyle olmuyorsa eğer, bu isti'dât deformasyona uğramış ve dejenere olmuş demektir. Önceden saplantısı olmayan bir zihnin önüne iki seçenek konsa, bu kesinlikle gerçeğe ve güzele eğilim duyacaktır. Boş, geçmişin ve çevrenin kalıntılarına bulaşmamış bir insana, bir islâm, bir de diğer inançlar teklîf edilse, o kesinlikle islâm'ı tercîh edecektir.