- Çocuklarımız projelerimiz değil dualarımızdır

Adsense kodları


Çocuklarımız projelerimiz değil dualarımızdır

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Fri 9 September 2011, 11:22 am GMT +0200
YUSUF ÖZKAN ÖZBURUN: "ÇOCUKLARIMIZ PROJELERİMİZ DEĞİL DUALARIMIZDIR"

Temmuz 2011 70.SAYI

“AİLELER GENELLİKLE EVLATLARINA YETİŞTİRİLECEK, ŞEKİL VERİLECEK BİR VARLIK OLARAK BAKARLAR.” EVET, BİZİM ZANNETTİĞİMİZ ÇOCUKLARIMIZ BİZİM DEĞİLDİR, BİZE SADECE BİRER EMANETTİRLER. OYSA, BİZ ONLARI SAHİPLENİRİZ, ONLAR ÜZERİNDEN KENDİMİZİ GERÇEKLEŞTİRMEYE ÇALIŞIRIZ, KENDİ YIRTIKLARIMIZI ONLARDAN ALDIĞIMIZ YAMALARLA KAPATMAYA ÇALIŞIRIZ. BU DURUM, ONLARI BİZİM GÖZÜMÜZDE BİR PROJE, BİR KARİYER, BİR YATIRIM, BİR HİSSE SENEDİ, HATTA BAZEN BİR ALTILI GANYAN KUPONU HALİNE GETİRİR.

Domates büyütür gibi çocuk büyütür olduk. Çocuk “yetiştirmek” pek yok gündemimizde. Bütün derdimiz çocuklarımıza iyi bir kariyer sağlamak. Üstelik elalemden “aferin” almamızı sağlayacak bir proje gibi bakmaya başladık evlatlarımıza. Çünkü bize verili bir ana-babalık rolü var. Onun dışına çıkarsak şaşkınlıkla karşılanıyoruz. Tıpkı Mavi Marmara’da şehit olan Furkan Doğan’ın anne ve babasına hayretle bakıldığı gibi… Çocuklarının tercihine ve seçimine saygı duyarak yardım konvoyuna katılmasına izin verdikleri için; “Çocuklarını ölüme göndermekle” suçlandı o güzel ana-baba. Oysa olması gerekeni yapmışlar, evlatlarının bir hayalini gerçekleştirmesine izin vermişlerdi. Bu anlamda ana-baba olmanın, evlat yetiştirmenin aslında ne olup ne olmadığını “Çocuklarımız bizim projelerimiz değil dualarımızdır, yontulacak heykellerimiz değil, kendi aksimizi seyrettiğimiz aynalarımızdır” diyen sosyolog-eğitimci Yusuf Özkan Özburun ile konuştuk. 

Aileler genellikle evlatlarına yetiştirilecek, şekil verilecek bir varlık olarak bakarlar. Bu gerçekten böyle midir? Biz mi çocuğumuzu büyütürüz çocuğumuz mu bizi?

İnsanın mülk karşısındaki duruşu her şeyin esasını oluşturuyor. Unutmayalım, Adem’in iki oğlundan büyüğünün (Kabil) küçüğünü (Habil) öldürmesi, yeryüzünde meleklerin yaradılış öncesi sorularına uygun biçimde fesat ve kan dökücülüğün başlaması mülkiyet ve sahiplenme ile ilgilidir. Kabil mülkü kendinden bilmenin ilk temsilcisidir ve Rabbi’ne elindeki tarım ürünlerinin en kötülerini kurban olarak takdim etmişti. Mülkü kendinden bilmenin, sahiplenmenin öncüsü olarak Kabil ve Kabil çizgisi zikredilir.
Allah’ın mülkünü kişiye maletmek uç noktada kişisel mülkiyet fikrini ve kapitalizmi, mülkü topluma ait kılmak kamusal mülkiyet ve sosyalizmi doğurmuştur. Halbuki Malikü’l-Mülk sadece ama sadece Allah’tır ve biz de onun mülkü ve memluküyüz. Elimizin altındaki mülkiyete sadece “emanet”çiyiz. Demek ki insanca, mümince anlayışa göre (yani üçüncü anlayışa göre) mülkün “sahipliği” değil “emanetçiliği” söz konusudur. Ben de, biz de bir mülküz ve diğer her şey üzerinde sadece emanetçiyiz.  Öyleyse sadede gelelim: “Aileler genellikle evlatlarına yetiştirilecek, şekil verilecek bir varlık olarak bakarlar.” Evet, bizim zannettiğimiz çocuklarımız bizim değildir, bize sadece birer emanettirler. Oysa, biz onları sahipleniriz, onlar üzerinden kendimizi gerçekleştirmeye çalışırız, kendi yırtıklarımızı onlardan aldığımız yamalarla kapatmaya çalışırız. Bu durum, onları bizim gözümüzde bir proje, bir kariyer, bir yatırım, bir hisse senedi, hatta bazen bir altılı ganyan kuponu haline getirir.

Evlatlarımızı tapulu bir mülkümüz gibi görmemiz en temel hatamız o halde…

Çoğu kez çocuklarımızın; eğilip bükülecek bir balmumu, şekil verilecek bir heykel çamuru, yontulacak bir heykel olduğu yanılgısına kapılırız. Bunu, günümüz çocuk eğitimi telkinleri, psikoloji teorileri, çocuğu pasif bir dizayn malzemesi gibi gören pedagojik yaklaşımların bunca yaygınlaşan görüşleri daha da körükler.  Bütün bunlar çocuğun uygun teknikler kullanılarak milim milim eğilip bükülüp biçimlendirilecek bir nesne gibi algılama refleksini besler… Lütfen çocuk eğitimi kitaplarına, klasik psikoloji kültürüyle şartlanmış teknisyen zihinli saha elemanlarının telkinlerine bir de bu yönden bakınız.

Oysa, çocuk eğitimi diye bir şey yoktur, sadece kendi nefsimizin terbiyesi (eğitimi demiyorum) vardır. Çocuklarımız bizim dünyadaki kemal yolculuğumuzda kendi safra ve bagajlarımızdan kurtulmak için bir arınma, durulma, gelişme, yükselme, terbiye olma vesilelerimizdir. Onların fiziksel yüklerini omuzlarız ki cılız omuzlarımız kas yapıp güçlensin. Sabrı, tahammülü, fedakarlığı, digergamlığı, irade hakimiyeti, duygu eğitimini, yani insan olmanın inceliklerini böyle öğrenir, insan olmanın sarp yokuşunu böylelikle tırmanırız. Yani ki çocuklarımız bizim projelerimiz değil dualarımızdır, yontulacak heykellerimiz değil kendi aksimizi seyrettiğimiz aynalarımızdır. “Mümin müminin aynasıdır” şerefli hadisini bir de bu yönden düşünsek…  En saf en berrak haliyle halis, fıtri bir mümin olan çocuk aynası, nefsimizin terbiyesinde kendisiyle hizaya girip, kendimize çeki düzen verdiğimiz yansımalar alemidir…

Yani aslında çocuğumuzu terbiye ederken terbiye olmak mümkün…
“Biz mi çocuğumuzu büyütürüz, çocuğumuz mu bizi?” cümleniz bu çerçevede yeniden düşünülmelidir. Fakat, münasebetsizlik gibi algılanmazsa çocuk büyütmek ile çocuk yetiştirmek arasındaki derin farka da bu vesileyle işaret etmek isterim. Çocuk terbiyesini kendi nefis terbiyelerinin bir yansıması ve karşılığı olarak gören bir mesuliyet duygusuyla yaklaşanlara göre, çocuk büyütmek değil yetiştirmek ön plana çıkar. Çocuğa kuvvetli gıdalar verirsiniz, uykusuna dikkat edersiniz, fiziksel gelişim aşamalarının hakkını verirsiniz ve “büyütürsünüz”… Hatta hormonlu büyümeyle boylu boslu, endamlı varlıklara dönüşebilirler. Fakat “yetiştirmek” öyle mi ya?! Neyse, söz uzun ömür kısa, “Arif olana bir işaret yeter” demiş eskiler… Bu kavil üzre burada sükut ediyoruz…

Ebeveyn ve evlat olmak bizim için nasıl bir anlam taşımalı?

Ebeveyn, çocuğun içindeki hakikat ve insaniyet çocuğunu doğurtmaya, onun içindeki “kamil insanı” kendisininkiyle birlikte meydana çıkarmaya çalışan şefkatli bir yol göstericidir. İki ebe’dir, ebeveyn. Doğurur ve doğurtur, saklıyı açığa çıkarır, hayattan kopan hayata mürşitlik eder… Ağaç tohumun duası, tohum ağacın şükrüdür. Varın “evlat” olmanın anlamını da buradan siz süzün…

Psikoloji biliminin aile ilişkilerindeki en temel yanılgı noktası nedir? Aile içindeki rol dağılımı bireyleri nasıl bir noktaya götürür?

Tüm mesele psikoloji biliminin temel insan tarifinde, insana yaklaşımındaki ana paradigmalarda düğümleniyor. İnsana eşref-i mahlukat olarak bakıp böyle tanımlamakla, insanı bir organizma, etki ve tepki mekanizması, davranış manzumesi, biyo-psiko-sosyal bir canlı olarak tanımlamak arasında dağlar kadar fark vardır. İnsan tanımı aile ilişkilerinin nasıl ele alınacağını belirleyen bir kalkış noktasıdır. Aile ilişkilerini davranışlar, haklar, sınırlar, dürtüler, patalojiler vs. çerçevesinde teknik bir yaklaşımla ele almak, tek boyutlu analizlere mahkum etmek yanılgının kaynağını oluşturuyor. Rol dağılımı kurgusal, yapay, insanların hak-hukuk mücadelesiyle korudukları bir kale olarak algılanırsa -ki zamanımızda böyle algılanıyor- paylaşımı, fedakarlığı, doğallığı, gönüllülüğü, bazen bile bile kaybetme erdeminin ölüm fermanı anlamına geliyor…

Aile sorunları eskiden aile içinde çözülürdü. Danışılan büyükler olurdu. Ancak modern hayat çözüm mercii olarak psikologları, pedagogları gösteriyor. Ailevi açmazlarımıza bilimsel yaklaşımlarla ne ölçüde çare bulabiliriz?

Eskiden ilişkileri belirleyen sınırlar cemaat tipi toplumsal yapı ve sosyal geleneklerin etkisiyle belirgindi, erkek ve kadının konumları, alanları, davranış modelleri ona sunuluyordu. İnsanlar kendi konumlarını öncel olarak kabulleniyor ve bu konumu mümkün mertebe iyi temsil etmeye çalışıyordu. Sorunlar ya birincil samimi ilişkilerle elimine ediliyor ya da sorun haline gelmeden çözülüyordu. Aslolan sorunu çözmek değil oluşturmamaktır. Doğal bağışıklık sisteminin yerini suni bağışıklık sistemleri aldı, doğal yoldan alınan vitaminler suni yoldan alınınca bir yere kadar etki gösteriyor ama fıtri olanın yerini tam olarak tutamıyor. Mesele budur.

Hilal ARSLAN