- Çınar ve fidan

Adsense kodları


Çınar ve fidan

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Sat 11 September 2010, 08:48 pm GMT +0200
Çınar ve Fidan

Mehmed Onbaşı her zamanki gibi erkenden kalkmış, abdestini almış, namaza hazırlanıyordu. Sonra evden çıkarak, Şehâdet Camii’ne doğru yöneldi. Sabah namazını cemaatle kılmayı âdet edinmişti. Namazı huşû içerisinde tamamladıktan sonra Tophane’ye doğru yöneldi. Osman Gazi ve Orhan Gazi Hanların türbelerine uğrayarak, ruhlarına fatihalar göndermeyi ihmal etmedi. Tarihî saat kulesinin dibinden geçerek, seyir teraslarına ulaştı. Uygun bir yere oturarak, henüz uyanmakta olan sisler içindeki şehri seyre daldı.

Bir müddet öylece oturduktan sonra, aklına bir şey gelmiş gibi birden kalktı. Bu gün Muradiye’ye gitmeliydi. Çoktandır gitmediğini hatırlayınca, çocuk gibi utandı birden. Vefasızlık yapmış gibi hissetti kendini.

Eskiden, sık sık gezmeye çıkar, bağrında birçok Adil Padişah’ı ve Gönül Sultanı’nı barındıran Bursa’yı dolaşır, onların ruhlarına Fâtihalar gönderirdi. Oysa şimdi yaşlanmış vücudunu yorgun bacakları taşımakta zorlanıyor, bastonla bile zor yürüyordu.

Her şeye rağmen, bu gün gitmeliydi Sultan Murad’a…

Ruhu orda huzur buluyor, tarihle iç içe olan bu mekân ruhunu dinlendiriyordu. Kendisinden bir şeyler buluyordu orada. Hele o koca çınar yok mu? Dost bellemişti onu kendine. Dibinde dinlenir, dallarıyla kucaklaşır, yapraklarıyla beraber zikrederdi Hakkı.  Osmanlı gibiydi bu çınar, köklü ve genişti. Osmanlı gibi şefkatle sarmıştı sanki dalları gökyüzünü…

Bunları düşüne düşüne, inmişti Tophane’den, dereyi geçmiş, dar sokaklardan Muradiye’ye doğru yönelmişti bile…

Muradiye’ye vardığında, çok da uzun olmayan bu yolun onu ne kadar yorduğunu fark etti. Şadırvana oturdu. Susuzluğunu giderdikten sonra bir müddet dinlendi orda. Başını kaldırıp tarihi camiye baktı.  “Ne kadar da bakımsız” diye iç geçirdi. O muhteşem İznik Çinileri dökülmüş, cami de kendisi gibi yaşlanmıştı sanki. Başını bahçeye çevirdi. Sevindi birden. Zira oradaki serviler minare gibi dimdik duruyorlardı işte, tarihe şâhit gibi…

Kalktı şadırvandan ve yürüdü türbelere doğru heyecanla. Bir an önce arkadaşına kavuşmak istiyordu. Özlemişti onu. Onu kendine yaşıt sayıyor, onunla halleşiyordu. Bu hasretle vardı çınarın yanına.

O da ne, arkadaşı yerde yatıyor, ona bakmıyordu bile! Onu kucaklamıyor, yapraklarıyla hoş geldin şarkısını söylemiyordu ona. Ağlamak geldi içinden, gözyaşlarını zor tuttu. “Sen de ha!” dedi,  “Sen de terk ettin beni! Bu yaşlı adamı!…” Başı döndü, gözü karardı birden. Tansiyonu düşmüştü galiba. Oraya, ölü çınarın dibine çökmüş, hatıraları geçmeye başlamıştı hayalinden.

Çanakkale… Cehennemin yeryüzüne indiği yer. Oradan bile sağ çıkmıştı. Eli gayr-ı ihtiyari göğsündeki madalyasına gitti. Okşadı onu. Sonra Koca Osmanlı’nın yıkılışını hatırladı, bu koca çınar gibi devrilmişti oda. Sonra seferberlik yılları… Hızla geçti hayalinden.

Sonra toplumun hızla değişimini görmüş, köklerinden koptuğunu seyretmişti. Hele gençlik artık tamamen unutmuştu geçmişini. Yoz ve sığ konuşmaları ve seviyesiz hareketleriyle kahrediyordu bu ihtiyarı. İşte çınar da yıkılmış, bir tarih daha kayboluyordu. Bir şâhit daha gidiyordu bu dünyadan. Artık kütük olmuştu o. Çünkü köklerini kaybetmişti. Artık beslenemez, büyüyemezdi. Her tarafı saran haşmetli dalları, yerlere serilmiş, cıvıl cıvıl kuşlara ev sahipliği yapan o yaprakları toprak olup çürümüştü.

İşte gençlik de bu hâle gelmişti. Köklerini kaybetmiş, beslenemiyordu. Gıdasını başka yerlerde arıyor, onlardan medet umuyordu. Kendi hakîkî kahramanlardan bîhaber, sun’î ve yabancı kahramanlarla avutuyordu kendini. Peygamberini tanımayan gençler, yabancı ve ne olduğu belli olmayan bir sürü ismi ezbere sayabiliyordu. Evet, dedi. Evet! Sorun buydu. Onlarda köklerinden kopmuş, köklerini kaybetmişlerdi.

Hayallerinden sıyrılmış, kendine gelmişti artık. Başını kaldırıp bakınca, bir grup gencin türbenin önünde duâ ettiğini fark etti. Yüzleri nurlu bu gençler diğerlerine benzemiyordu. Edep ve saygılı halleri hemen fark ediliyordu. Türbeleri tek tek ziyaret ediyorlar, hepsinin önünde edeple duâ ediyorlardı. O da arkaları sıra geziyor, kendini fark ettirmemeye çalışarak takip ediyordu onları.

Mehmed Onbaşı, birden şaşırdı. Bu kadar da olamazdı. Bunlar kitâbeleri de okuyorlar, sanki ecdadlarıyla konuşuyorlardı. İşte, dedi kendi kendine, “İşte köklerini bilen fidanlar, işte koca çınarın vârisleri!” Bir ümid doğdu içine, bir ışık parladı kalbine. Çok sevinmişti.

Arkalarından uzun uzun baktı onların… Kaybolana kadar izledi ümidini. Sonra fark etti tekrar kadim dostunun yanına geldiğini. Ona dönerek sevincini paylaşmak istedi. “Üzülme!” diyecekti ona, “Üzülme!” “Bizler ölürken, yeni fidanlar bırakıyoruz geriye”, diyecekti ki, genç fidanı görüverdi fersiz gözleri. Evet, koca çınar da giderken genç bir fidan bırakmıştı kökleri üzerinde…

Bu kocaman kökler bir anne şefkatiyle büyütecekti genç filizi…

Bir yanda bu nurlu gençlik, bir yanda bu taze fidan… Birlikte büyüyecekler, birlikte paylaşacaklardı baharı… Bir yerde cansız yatan çınara kaydı gözleri, bir taze fidana, bir kendini düşündü, bir gençleri, evet, dedi. Bizim vazifemiz onları şefkatle kucaklamak, cömertçe ikram etmek ve fedakârca büyütmek; tâ ki koca çınar olana kadar.

Nasıl olsa koca çınar olunca, kucaklayacaktı onlar bir nesli bir insanlığı…



Nevres ZAKİR