- Can Sıkıntısı

Adsense kodları


Can Sıkıntısı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ezelinur
Fri 24 September 2010, 08:23 pm GMT +0200
Can Sıkıntısı


Canım sıkılıyor. Bilmiyorum, demeyeceğim.. nedeni belli! Kendimi “çaresiz” hissedişim. Hissiyatımın kurbanıyım şu an. İnsan hissiyatlarının kurbanı olduğunda sıkılır canı. Bunu biliriz. Bilir de itiraf edemeyiz. Beklentilerimiz el eder, farkında olmuyor pozlarına bürünürüz. Bu rol hoşumuza gider. Bazen gerçekten bilmiyoruzdur. Çünkü unutmuşuzdur. Erişilememiş beklentiler kervanına biri daha sessiz sedasız katılmıştır ve henüz sivri tarafları zaman tarafından yontulmadığı için bir kıymık gibi batıp durmaktadır yüreğimizde, heves kesemizde. Ve her kıpırdanıp batışında;
“Canım sıkılıyor!” deriz. “Sebepsiz!” sözcüğünü eklemeyi unutmadan. Yalan söylemiyoruzdur. O an bize öyle görünmektedir. Akıl elde edilemeyecek olan beklentiyi hafızadan kovmuştur. Akıl içimizde gezmeye çıktı mı, göründü mü şöyle bir “hafıza Hafize” ile yer değiştirir. Ama hafızanın kovduğu beklenti içimizden çıkıp gitmemiştir. Çöplüklerinde dolaşmış durmuştur bir süre içimizin. Hafize ile yer değiştiren hafıza da tanıklık yapamaz. Tanıklığı geçersizdir o an. Bunu üstü örtük bildiğimiz için de müracaat etmeyiz. Ve sarılırız her an gerekçemiz olan sözcüğe;
“ Sebepsiz!”

Oysa derinlerde bir yerde biliriz öyle olmadığını. Kendimizden utanırız belki de. Ve en iyisi sarıp-sarmalamaktır o beklentiyi.
Denecek ki hangi beklenti?
Hani aklımız kovmuştu ya! İşte o beklentiyi. Beklentilerimize uygun kıyafetler bulduğumuzda zaten gerçekleştirmişizdir. Ve can sıkma adayı olmaktan ötededir. Henüz gerçekleştirmemiş olsak da gerçekleştireceğimize dair elimizde yeterli kanıtlar vardır. O vakit “umut”la kundağa sarıp içimizin en güzide yerlerinden birinde yer bulmuşuzdur ona. Ve kaldırmışızdır oraya. Zaman, zaman yoklarız. Yoklamalarımız sevindirir bizi. Bir anlık bir şaşkınlıkla;
“Ammada neşeliyim bu gün! Sebepsiz!” deriz. Bu bir alışkanlıktır. Koşar gelir akıl. Hemen arkasındadır hafıza.
“İşte bulduk!” deriz. İşaret edip gösteririz bir de. Özenle umuda sarıp sarmalayıp kaldırdığımız beklentimizi. Ordadır. Ve;
“Şu tarihte açılacaktır!” ibaresini okuruz. İşte kaynağı budur sevincimizin. Bu sevinçle hoplaya-zıplaya yürürüz. Camekanların önünden geçeriz burun kıvırarak. Dudaklarımızı yalarız, dilimizi şaklatırız.
Sokaklar pek hoş görünür gözlerimize. İnsanlar daha bir sevimlidir o an. Kuş cıvıltıları en sevdiğimiz melodilerdir. Sular en sevdiğimiz besteyi terennüm etmektedir. Baygın bakışlar sürünerek geçer sağımızdan, solumuzdan. Rüzgar yalar saçlarımızı hafifçe sürtünerek tenimize. Bir ses duyarız. Biraz yabancısıyız gibidir.. sanki, sanki aşinalığı da vardır.. öyle bir duygu ikilemi yaşarız. Pek seçemeyiz. Durup tanımak gelmez işimize. Daha yeni açtık kundağını sevincimizin. Neşemizin.

****

Ne de gürbüzleşmiş, deriz dudak bükerek. Tüm dikkatimiz onun üzerindedir. Bütün ihtimamımız onadır. Göz kırpar, okşamaya çalışırız. Dil çıkarırız şakacıktan. Gülsün isteriz şakamıza. Sevgimizi anlasın diye akla-hayale gelmedik şaklabanlıklar bile yaparız bu;
“Sebepsiz sevincimiz”e.
“Sebepsiz neşemiz”e.
İlkin omuz silker. Nazlanır sanki. İnanmak istemez ya da. Kuşkuyla yeni tanışmıştır. Onunla yoklar etrafını. O oyalanırken biz de tersine inanmak istemeyiz. Gözümüz gibi baktığımızdır o. Sakındığımızdır sıcaktan, soğuktan. Yabandan. Tanıştan bile. Gün gelmiş tanıştan bile saklamıştık onu biz. Şimdi o hayırsız çıksın! Olmaz, der, o anlamda başımızı sallarız. Umutla beslemiştik onu. Umudu tanık gösteririz. Umut pervasız da olsa utangaçtır. Ulu orta çıkmayı sevmez. Çağrımızı duyduğunda siner kuytu bir yere, içimizin alaca karanlıklarında olan kuytu bir yere. Gizlendiği yeri görmediğimizi sanarak bir süre olduğu yerde çömelir kalır ‘inat’la el ele tutuşarak. Birkaç kez seslendikten sonra çıkar gelir başı önünde, arkasında süklüm püklüm vahşi bakışlarla bekler inat. Umut utangaçlığını kurban etmemiştir. Hatta cebelleşmiştir ayartmanın düşkünü ‘inat’la. Bu boğuşmayla epey de hırpalanmıştır. Gözleri küçülmüş.. avurtları çökmüş.. saç baş dağınık. Acındırır kendisini. Ne çok sever acınmayı umut. Biz de ondan medet ummaktaydık. İşte karşımızda “uçarı neşemiz, nazlı sevincimiz” işte pejmude umut. Bu tanıktan hayır yoktur. Yine de, deriz.. bir ihtimaldir.. susar umut. Uçarı neşe kuşkuya sığınmıştır. Oysa zaman dardır. Bunu bu yeni yetmeye nasıl anlatsak ki.. zaman dardır. Oyun oynama vakti çoktan geçmiştir. Perişan umuttan hayır gelmeyeceğini anlarız.
Eh peki “Sebepsiz sevinç” kursağımızda mı kalacak! Biz ki umuda sarmıştık onu. Korumuştuk. Bakınırız çevremize. Gönlümüz kıpır, kıpırdır. Ne de olsa işimiz “sebepsiz sevinçle”dir. Gönül kıpır, kıpır olmayıp ta ne yapsın. Birden aklımıza es geçtiğimiz ses gelir. Daha doğrusu akıl getirip elinden tutup koynuna sokmuştur sezdirmeden hafızanın.
Ah o duyduğumuz ses. Hani hem yabancı hem de biraz, biraz “aşina” gibi olduğumuz o ses. Bizim bütün derdimizin “sebepsiz neş’e” olduğu anda, duyup, duymazdan geldiğimiz o ses. Hani diyorduk; ne yapsak da kalbine dokunsak? Ne yapsak da şu fettan neşeye beğendirsek kendimizi?.. işte o an kulağımıza çalınan ses. Onun yardımı olur mu acaba? Bize rehberlik eder mi? Bulur mu aramızı? Diye kurarız, çünkü “sebepsiz neş’eyle” cebelleşirken konuk olmuştu kulaklarımıza. Bir tür işaret sayarız cılız ve pejmude bir umutla. Akıl olabileceğine dair veriler sunmuştur. Ve biz kurmaya başlamışızdır. Oradan oraya götürmüşüzdür, şuradan buraya.. buradan ötekine..akıl gözetiminde kurgu devam eder. Biraz, biraz hoşlanmışızdır. Ve biz böyle kurarken ses netleşir gür bir sedaya döner. Bütün evren, içimiz ve dışımız o sesle kaplanır;
“Nasıl bilirdiniz merhumu?”
Birden fark ederiz söndüğünü dışımızdaki soluk ışığın. İçimiz aydınlanır. Boğulur içimizin her bir köşesi aydınlığa.


Cemal Çalık