saniyenur
Mon 23 July 2012, 12:20 pm GMT +0200
Cahiliyyenin Karanlığından İslâm'ın Aydınlığına
Milâdî altıncı yüzyılda insanlığın düştüğü seviye, halkın içinden çıkacak eğitimci ve ıslahatçıların düzeltebileceği cinsten değildi. Mesele sadece herhangi bir inancı ıslâh, bir âdeti ortadan kaldırmak, bir ibadet tarzı yerine başka bir ibadeti kabul ettirmek, herhangi bir toplumu düzeltmekten ibaret de değildi. Böyle olsaydı her devirde ve her bölgede görülebilen eğitimci ve ıslahatçılar buna kâfi gelirdi. Fakat mesele cahiliye enkazını yüzyıllar ve nesiller boyunca birikmiş, eğitimci ve ıslahatçıların gayretlerinin, peygamberlerin getirdikleri öğretilerin üzerini örtmüş olan putperestliği yok etmek meselesiydi. Sağlam yapılı, çevresi bütün âlemi içine alacak ve bütün milletleri banndıracak kadar geniş ve yüksek binalar inşa etmek, her hususta eski insanın numunesi olacak yeni bir insan vücuda getirmek meselesiydi. Sanki yeniden dünyaya gelmiş ve yeniden hayat bulmuş bir insan gibi... "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?.." (6: 122).
Peygamberliğin önemi, batmak ve boğulmak üzere olan insanlığı helak olmaktan kurtarmasındaki rolünde yatmaktadır. Onların tebligatlarının esas gayesi, diğer talim ve terbiyecilerin, insanlığı üzüntüden kurtaran ve huzura kavuşturanlardan farkı ve üstünlüğü budur. Peygamberler insanlığa kurtuluş bilgisini veriyor, yüzme sanatını ve hayat gemisini yürütme ilmini öğretiyorlar.
İnsanlık tarihi şunu açımca göstermiştir ki, hayat gemisi insanların ahlâkının bozulmasından ve amellerinin kötülüğünden dolayı battığı zaman, içindeki beşeriyete ait herşeyle, medeniyet eserleriyle, düşünce mahsulleriyle, ilmî ve felsefî ürünleriyle, edebiyat ve şiire ait parlak örnekleriyle birlikte batar. Bu gemi hiçbir zaman edebiyattaki duraklama, okul ve üniversitelerin azlığı, yüksek tahsilin olmayışı, malın azlığı yahut hayat seviyesinin düşüklüğü gibi sebeplerle batmamıştır. Hayat gemisi, insan kendisine intiharı hazırladığı İçin batar. Çünkü o, ailesinin, çoluk-çocuğunun, mal ve mülkünün içinde bulunduğu binayı yıkan bir manivela haline gelmiştir. Tarih açıkça gösteriyor ki, insan düşüncesi çoğu zaman binayı yapmak veya tamir etmek yerine kendini helak olmaya sevkeden sinir buhranlarına yakalanmıştır.
Şimdi ise neredeyse bu gerçek, manzarasının çirkinliği ve kötülüğünden dolayı inkâr edilmektedir. İnsan, kendi temelini bütün gücüyle yıkmaya çalışıyor. İnsanlık büyük bir şevk ve arzuyla bu çılgınca işlerle uğraşıyordu. Sanki bunlar bir inşâ faaliyeti ve insanlığın hayrına ait güzel bir iş, mümtaz bir hizmetti. Ölüm çukuruna düşmekte ısrar ediyordu. Hayattan bıkıp usanmıştı, içindeki arzu ne ise onu helak olmaya zorluyordu. Sanki hayat onun için azab ve cehennem, ölüm ise nimet ve cennetti.
Milâdî altıncı yüzyılda dünyaya hâkim olan durum bu idi. Bu dönemde toplumun toptan intihara hazırlandığım görüyoruz. Hatta insanlar intihara razı olmakla kalmıyor, bilakis bunun için büyük bir gayret gösteriyordu. Sanki intihar için adakta bulunmuş ve yemin etmiş gibiydi. Adağım yerine getirmek ve yemininde durmak istiyordu: "...Allah'ın size olan nîmetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz. (Allah) kalblerinizi birleştirdi, O'nun nîmetiyle kardeşler hâline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz. (Allah) sizi ondan kurtardı..." (3: 103).
Hz. Muhammed'in peygamber olarak gön-deriidiği cahiliyye çağının problemi, yalnızca sosyal ve ahlâkî çöküntü, yalnızca mücerred putperestlik, sadece içki ve kumar, zulüm, baskı, boş ve lüzumsuz şeylerle meşgul olmak, zâlim iktisadî kanunların, gaddar idarecilerin haksız tasarrufları ve yalnızca kız çocuklarım diri diri toprağa gömmek meselesi miydi. Hiç şüphesiz ki, hayır! Zira cahiliyye Çağının problemi bütün insanlığın diri diri toprağa gömülmesi meselesiydi. (Sîretü'n-Nebeviyye).
Bu çağ son buldu. O zamanki kuşaklar yok oldu. O çağın görünüşü gözler Önünden silindi. Rasûlullah'in gönderildiği zaman dünyanın hâlini Kur'an şöyle ifade etmektedir: "... Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz. (Allah) sizi ondan kurtardı..."
Rasûlullah de çok güzel ye beliğ bir misal ile bu gerçeği şöyle açıklamıştır: "Benim vaziyetim, ateş yakan ve ateş etrafım aydınlatmaya başlaymca da onun içerisine kendilerini atmaya çalışan kelebeklere engel olmak ve onları ateşe düşmekten korumak isteyen bir şahsın hali gibidir. Ben de sizin ateşe düşmenize engel olmak istiyorum ama siz kendinizi ateşe atmak için çırpmıyorsunuz. İşte benim ve sizin durumunuz böyle. Ben size ateşten uzaklasın, ateşe yaklaşmayın diyerek sizi ateşe düşmekten alıkoymaya çalışırken, siz beni dinlemiyor ve ateşe hücum ediyorsunuz." (Buharı, Müslim).
Genel olarak peygamberlerin gayesinin insanlığı yeniden kurtarmak ve tesis etmek meselesi olduğu anlaşılmaktadır. Fesadın kökleri kurutulacak, küfr ve şirkin bütün izleri kökünden çekilip yok edilecektir. Bunların yerine, ihsanların kalbine hayat veren tevhid inancı, insanlığın ruhunun derinliklerine, daha üstünü tasavvur edilemeyecek derecede iyice yerleştirilecektir. Gayesi Allah'a ibadet ve O'nun hoşnutluğunu kazanma olan, insanlığa hizmet eden, hak uğrunda zâlimle mücadeleye girişen, arzularına gem vuran, şehvete esir olmayan ve azgınlığa uymayan yeni bir insan nesli meydana getirmektir. Bu mesele, Hakkın karşısındaki her türlü mukavemeti silip süpür-mek, kuvvetlerini dünya ve ahiret cehennemine girmek için seferber etmek suretiyle intihar etmek isteyen insanlığı bu durumdan kurtarmak ve böylece başlangıcı ariflere ve mü'minlere nasib olacak saadet, sonu takva sahiplerine vadolunan ebedî cennet olan bir yola girmek meselesidir.
Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesinin insanlığa sağladığı büyük nimeti Allahu Teâlâ'nın şu kelâmından daha doğru ve daha beliğ bir şekilde tasvir etmek imkânsızdır: "Topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah'ın size olan nîmetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz. (Allah) kalblerinizi birleştirdi, O'nun nîmetiyle kardeşler hâline geldiniz. Sİz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz. (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz." (3: 103).
İnsanlık tarihinin hiçbir devrinde bundan daha karmaşık ve zor bir iş, Hz. Peygamber'in mesuliyetinden daha büyük bir mesuliyet, O'nun diktiği fidan gibi meyve veren fidan, O'nun çalışmaları gibi başarılı bir çalışma görülmemiştir. Şüphesiz ki bu hayret verici bir şeydir ve büyük bir mucizedir. (Nedvî, Sîretü 'n -Nebeviyye).
Bütün mesele insanlık gemisinin kurtulup sahile çıkarılmasıdır. Ne zaman ki, insan dürüst hareket eder, orta yola riayet eder ve hayatını ölçülü bir şekilde sürdürüşe dünyevî nimetler işte o zaman faydalı olur. İnsanlık, kendisini bu tehlikelerden kurtaran ve doğru yolu gösteren peygamberlere çok şey borçludur.
Aslında insanoğlu, ilâhî mahkemede kendi aleyhine dava açmak ve yine kendi aleyhinde şehadette bulunmak durumundadır. Medeniyet, tabii sınırlarını çiğner ve sahasından dışarı çıkarsa, ahlâkı inkâr ederse, bütün asîl gayelerden, şerefli maksatlardan gafil olur, maddî ve bedenî ihtiyaçlarını sağlamaktan, hayvanî arzularını tatmin etmekten başka birşey düşünmezse, insan kalbinin yerini kurt, kaplan ve pars kalbi alır; vücudunda hayalî veya sunî bir mide, kötülüğü emreden bir nefis oluşur. Artık hiçbir görevli onu zaptedemez.
Medeniyetin bozulması ve çılgınlaşması, netice yönüyle monarşik yönetimin bozulmasından daha vahimdir ve zararı çok daha fazladır. Çünkü zayıf bir şahıs bile delirdiği zaman bütün hâne halkının rahatını bozar, onların huzurlu hayatlarını sıkıntılı bir hâle sokar.
O halde insanlığın toptan delirdiği, medeniyet binasının çöküp kokuştuğu ve insanlık tabiatının bozulduğu zaman dünyada neler olacağım düşününüz. Onu tedavi edecek bir ilâç bulunabilir mi?
Cahiliyye çağında yalnızca medeniyet bozulmakla kalmadı; aynı zamanda fizik yapısı da bozuldu ve kokuştu. Böylece orada çirkin âdetler meydana geldi. İnsanlar birbirlerini avlamaya, katlettiği insanın ölüm anındaki sarhoşluğundan zevk almaya, onun ölümünden büyük bir haz duymaya başladı. Aynen birimizin bağlık bahçelik, güllük gülistanlık bir manzaraya bakıp da zevk aldığı gibi onun ızdırabından sonsuz bir sevinç duyuyor, bir hastanın inleyip feryat etmesiyle, hoş bir içkiyi yudumlarken, lezzetli bir yemeği yerken ve güzel bir manzarayı seyrederken duyduğu sevinci duyuyordu.
Roma tarihine bakıldığında, insanlığın bu dönemde zirveye ulaşan sıkıntıları hakkında canlı örneklere rastlanılır. -Avrupa, Roma İmparatorluğunun fetihleri, kahramanlıkları, şan ve şerefi, kanunları ve medeniyeti sayesinde zengin olmuştur.- Bu tarihlerde, insanın o çağdaki ender rastlanır vahşiliği, kana susa-mışhğı ve sefaleti şöyle tasvir edilir:
"Romalıların hoşuna giden en büyüleyici sahneler ve zevk aldıkları en büyük eğlence, bir insanın hasmıyla ya da kana susamış yırtıcı bir hayvanla yaptığı boğuşmada yara alıp bitkin bir şekilde yere serilmesiydi. Orada artık dizginler elden çıkmış ve insanlar kendilerini kaybetmişlerdi. Bu korkunç manzarayı yakından görmek için çılgınca oraya üşüşüyorlardı. Halbuki bu bedbaht insan kendi soylarındandı ve kendi vatandaşlarıydı. Onun can çekişmesini seyrederek nefislerini tatmin etmek ve kulaklarında onun iniltisini duymak onlar için her çeşit mûsikîden ve cıvıl cıvıl öten kuş sesinden çok daha güzeldi. Görevleri, orada nizamı sağlamak olan emniyet kuvvetleri ise bu korkunç manzara karşısında eli kolu bağlı, hayret ve dehşet içinde beklemekten başka birşey yapamıyorlardı." (Lecky, History of European Moraîs, c. I, sh. 230).
Cahiliyye çağında insanlık binasının temel taşları yerinden oynamış, hatta kırılıp parçalanmıştı. Artık onu tamir edip gerçek yerine koymak da imkânsızdı. İnsanoğlu ilâhî mahkemenin huzurunda hakkında verilecek nihaî hükmü bekliyordu.
İşte tam bu sırada Hz. Muhammed Peygamber olarak gönderildi ve gökten bir ses yükseldi:
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (21: 107).