hafız_32
Sat 2 October 2010, 01:29 pm GMT +0200
Dördürcü Bölüm
BÜTÇE KAİDELERİ
I. Gelirlerin Tahsisi Kaidesi
Belli gelirlerin, belli yerlere harcanmasına Tahsis denir. Bu açıdan devlet gelirlerini, müslümanlardan ve gayri müslimlerden alman vergiler şeklinde incelemek uygundur. [311]
A- Müslümanlardan Alınan Vergilerin Sarf Yerleri
1- Zekâtın Sarf Yerleri
Daha mecburî vergiler ortaya çıkmadan, Mekke devrinde,
Kur'an'da, müslümanlara gönüllü olarak verecekleri malî mükellefiyetlerin tahsis yerleri gösterildi. Medine devrinde bu tahsis yerlerine yenileri ilave edildi ve hicrî 9. yılda gelen Tevbe sûresi 60. âyette bu sarf yerleri kesin şeklini aldı. Bu âyette şöyle deniliyordu:
«Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak, ancak fakirlere, miskinleri, sadakalara memur olanlara, kalpleri (müslümanlığa) alıştırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda (harcamaya) ve yol oğluna mahsustur. Allah hakkıyle bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.» [312]
A) Fakir Ve Miskinler
Resûlullah: «Onların zenginlerinden alınacak zekâtın, onların fakirlerine dağıtılacağını» bildirmek suretiyle, hem zenginin vergi mükellefi olacağını göstermiş oluyorlar ve hem de, fakirin, onun tam zıddı olduğunu ve vergi hasılatından faydalandırılacağım anlatmış oluyorlar. Bu hususta Hz. Peygamber'in, ayette gösterilen sarf yerlerinden sadece ilkine temas etmekle yetinmiş olabileceği de düşünülebilir.
Mekke döneminde, vergilerin sarf yerleri bahsinde genişçe ele alındığı gibi, Hz. Peygamber, o zamanlar, mü'minlerin ancak kendi dindaşlarına sadaka verebileceklerini, söylemişti de bu, Kur'an'da tasvib görmemişti. Bunun üzerine müslümanlar, müşrik akrabalarına, farz olmıyan sadaka kabilinden yardım yapmaya başlamışlardı.
Buharı ve Tirmizî, Ureyne kabilesinden bir takım hasta kişilerin Medine'ye geldiklerinde Rasûlullah'ın tedavi olmadan için onları, zekât develerinin bulunduğu bir meraya gönderdiğini ve bu develerin sütlerinden ve sidiklerinden içmelerim onlara tembihlediğini, kaydediyorlar. Buharî'nin kaydına göre bunlar gerçekten de orada iyileştiler ve sonra azıp sürü çobanını öldürdüler ve bu sebeple de Ölüm cezasına çarptırıldılar.[313] Her ne kadar Buharı bu hadisine; zekât develerinin sütlerinden yolcuların faydalanması, şeklinde bir başlık koymuşsa da bu hâdise bize, zekât mallarının yan ürünlerinden hastaların da faydalandırılabilece-ğini açıkça göstermektedir.
Öğretim ve eğitim harcamalarına gelince, gerek Resûlullah zamanında ve gerekse de müteakip devirlerde pek çok muallim tayin edilip çeşitli bölgelere gönderildiğini ve okumakta olan çok sayıda talebe bulunduğunu biliyoruz. Kaynaklar sağlık hizmetlerine olduğu gibi bu sahada da hangi gelir çeşidinden harcama yapıldığını bildirmiyorlar. Ancak bildiğimiz bir şey varsa o da devamlı ilim öğrenmekle meşgul olan ve yetişenlerin çeşitli kabilelere muallim olarak gönderildiği Suffe Ashabına zekât gelirlerinden harcama yapıldığıdır.[314] Bunların ise fakirlik yahut miskinlik sıfatları, talebelik sıfatlarından önce gelmektedir. [315]
B- Amilin (:Zekât Memurları)
Resûlullah'm Mekke valisi Attab b. Esid'e, Necran hıristiyan-ları ve Hecer mecûsilerinden tahsil edilen fey' gelirlerinden maaş ödediğini, biliyoruz.[316] Buna mukabil onun diğer valilerinin maaşlarını hangi gelirlerden ödediğini bilemediğimiz gibi halife Ebû Bekir'den itibaren halifelerin de maaşlarını hangi gelirlerden aldıklarını bilemiyoruz.
Vergi memurlarının yol azığı ücretleri, zekât mükelleflerine yüklenemiyeceğinden biz gerek Resûlullah ve gerekse Hz. Ömer zamanlarında, bu memurların, tahsil ettikleri mahsullerden ve zekât hayvanlarının sütlei'inden yiyeceklerini temin ettiklerini görüyoruz.[317]
Zekât memurlarının, diğer sınıflarda olduğu gibi zekâta ihtiyaç sebebiyle hak kazanmayıp, ondan emeklerinin karşılığım aldıkları bir vakıadır. Hz. Ömer'in, zengin olduğu gerekçesiyle, Resûlullah (s.a.v.)'dan, tahsildarlık ücretim almak istemediği halde Hz. Peygamber'in ona ücretini vererek; «bunu al, ihtiyacın yoksa başkasına tasadduk et» demesi bunu açıkça gösteriyor. [318]
C- Muellefetu'l-Kulub ('.Kalpleri Kazanılmak İstenenler)
Pek çok kaynak, Hz. Peygamber'in Mekke'nin fethini müteakip günlerde yapılan Huneyn muharebesinde ele geçen ganimetlerden, İslâm'a ısındırmak gayesiyle Ebu Süfyan ve el-Akra' b. Habis gibi Kureyş'in ve Necid bölgesinin ileri gelenlerine verdiği hayvan sürülerinden bahseder.[319] Onun böyle bol miktarda ikramlarda bulunması, Ensar'dan bazılarının hoşnudsuzluğuna yol açınca Resûlullah yaptığı konuşmasında;
«Şüphesiz ki Kureyş, câhiliyet devrine yakındır ve musibetten yeni çıkmıştır. Ben onların bu bozuk durumlarını düzeltmek ve onları müslümanlığa ısındırmak istedim.»[320] diyerek bunun veriliş gayesini açıklamıştır. İbn Hişam da eserinde, Resûlullah'ın bu bağışları ile hem bu ileri gelenleri ve hem de onlara tâbi bulunan kavimlerini İslâm'a ısındırmayı amaçladığım yazıyor.[321]
Hz. Peygamber, Kureyş'in ve Necid bölgesinin ileri gelenlerine ganimet gelirlerinden verdiği gibi, Müslim'in rivayetine göre, o ayrıca Yemen'den, orada görevli Hz. Ali'nin göndermiş olduğu külçe halindeki bir altun topağım, özellikle Necid'in ileri gelenlerine dağıttı.[322] Erjû Ubeyd, eserinin bir yerinde bu gönderilen altu-nun, zekât gelirlerinden olduğunu yazarken,bir diğer yerinde onun fey' gelirlerinden olduğunu kaydeder.[323] Hanefî hukukçularından imam Serahsî (ö. 490 H/1097 M) Resûlullah'm Ebu Süfyan ve diğerlerine zekât gelirlerinden verdiğini, yazmaktadır.[324] Şüphesiz ki onun bu verdikleri, Huneyn ganimetlerinden verdiklerinden tamamen ayrılır. Çünki Huneyn muharebesi H. 8 yılda yapıldığı halde[325] zekâtın sarf yerlerini en son olarak tanzim eden ve "muellefetu'l-kulub" teriminin yer aldığı Tevbe sûresi 60. ayet H. 9. yılda nazil olmuştur.[326] Hz. Peygamber bu terimin ortaya çıkışından çok daha önce de aynı maksatlarla müşriklere yardımda bulunmuş ve onları bu yolla da kendi tarafına çekme girişimlerini sürdürmüştür. Meselâ, o, Mekke'nin fethinden çok daha evvel ve Hayberin fethini müteakip bir zamanda Mekke'de hüküm süren kıtlık ve açlık sırasında, fakirlere dağıtılması için Ebû Süfyan'a bir miktar altun gönderdi ki bazı kaynaklar bunun değerinin 500 dinar olduğunu söylerler. Altun para olarak bu, önemli bir miktardı. Ebu Süfyan; «Muhammed bununla gençlerimizi yoldan çıkarmak istiyor» dediyse de sözünü geçiremeyip paranın dağıtılmasına engel olamadı. Nitekim Makrizî, bu yardımla onların sevgilerinin kazanılması (:te'ellüf)nm amaçlandığını yazmaktadır.[327] Resûlullah bununla kalmamış, Mekke'lileri rahatlatmak için Medine'den hurma göndermiş ve Kureyş'in elinde bulunan, muhtemelen bir türlü satamadıkları deri yığınları ile değiş-tokuş yapılmasını teklif etmiştir.[328] Böylece Hz. Peygamber, Mekke mukavemetini zayıflatmış oluyorlardı. [329]
D- Rikâb (:Kölelikten Kurtarılacak Kimseler)
Kur'an, harp esirlerinin fidye alınarak veya tamamen karşılıksız salıverilmesi esasını getirmiştir. [330]Eğer Esirlerin bu iki şıktan biriyle salıverilmesi uygun görülmemiş ve onların karşılıklı olarak muşadele edilmesi hususunda da bir anlaşmaya varclama-mışsa bu durumda devlet, düşman tarafın tutumunu gözönüne alıp, misilleme olarak esirlerin köle yapılmasına karar verebilir. Eğer düşman, müslümanlardan aldığı esirleri, fidye karşılığında salıveriyorsa bu fidyelerin devlet hazinesince ödenmesi gerekecektir.
Biz Resûlullah'm, Medine'ye varır varmaz hazırladığı kurucu anayasaya;
«...Ve her bir zümre, harp esirlerinin kurtuluş fidyesini, mü'minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir»[331] şeklinde bir madde koyduğunu görmekteyiz. Kurucu anayasada yer alan bu maddeye veya ayette geçen "rikâb" maddesine göre olmalıdır ki Hz. Ömer (r.a.); düşman elinde bulunan esirlerin kurtarılması için ödenecek paranın hazinece karşılanacağını söyler.[332]
Esirlerin kurtarılması için Kurucu Anayasaya konulan yu-kardaki maddelerden sonra H.2. senede yapılan Bedir harbinde düşman taraftan alınan esirlerin müslümanlarca yedirilip içirilmesi, Kur'an'da övgüyle karşılandı.[333]
Mekke devrinde vergilerin ve sarf yerlerinin ortaya çıkışı bahsinde de temas edildiği gibi Kur'an daha o zamanlarda müslü-manlan köle azad etmeğe teşvik ediyordu.[334] Herkesin bildiği üzere, o tarihlerde Hz. Ebu Bekir gibi bazı zengin mü'minler, işkenceye uğrıyan kölelerin bir kısmını satın alıp azad ediyorlar ve böylece daha henüz resmî verginin ortaya çıkmadığı bir zamanda kendi serbest iradeleriyle mükellefiyetlerini yerine getiriyorlardı. Medine döneminde de müslümanların bu türlü ferdî tahsisleri devam etmekle beraber, bizzat Resûlullah'ın da devlet gelirlerinin bir bölümünü bu maksatlar için harcadığı görülmektedir. Kaynakların bildirdiğine göre, aslen Iran'h olan Selman el-Fârisî, azad olması için efendisiyle, 300 hurma fidanı dikme ve 40 okıyye altun karşılığında bir anlaşma yapar. Hurmaların dikimine bizzat Resûlullah da yardım eder. Onun geriye kalan 40 okıyyelik altun borcunu, Hz. Peygamber kendisine getirilen bir maden vergisinden öder.[335] Muhammed Hamidullah, onun bu borcunun H. 4 yılda ve Süleym kabilesinin işletmekte olduğu altun madeninden alınan zekât gelirinden ödendiğini yazar1[336] ve hatta biz onun el-Vesâiku's-Siyâsiyye adlı eserinden, bu Ödeme muamelesi için Resûlullah'ın Hz. Ali'ye bir çek yazdırdığını da öğreniyoruz.[337]
Zekât gelirlerinin sarf yerlerini düzenliyen en son ayet, bu gelirlerden köle sınıfların da faydalandırılmasını gerekli kılıyordu.
Hz. Peygamberin mukateb (:efendiyle hür olması için bir bedel karşılığında anlaşma yapan) bir köle olan Selman'm borcunu ödemesine karşılık kölelerin mükateb olduklarına dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.[338]
E- Gârimîn (:Ağır Borç Altına Girmiş Kimseler)
Ağır borçlu manasına gelen "gârim" ıstılahı Kur'an'da ilk ve son olarak, zekâtın sarf yerlerine nihâi şeklini veren Tevbe sûresi 60. ayette yer aldı. Bundan çok daha önce ve hatta Mekke döneminin ilk sûrelerinden başlamak üzere mü'minler, faizsiz borç para (:el-kardu'l-hasen) vermeğe davet ediliyorlardı.[339] Hz. Peygamber, Medine Şehir-Devleti kurucu anayasasına, ağır borç altına girmiş ve malî sıkıntılar içine düşmüş kimseler için de özel bir hüküm koymuştu ki bu onun 12. maddesini meydana getiriyordu. Bu madde de aynen şöyle deniliyordu:
«Müminler kendi aralarında, ağır malî sorumluluklar altında bulunan hiç kimseyi bu halde bırakmıyacaklar; kurtuluş fidyesi veya kan diyeti gibi borçlarını, iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.»[340]
Kan diyetlerinden doğan borçlar, bu anayasanın ayrıca 3'den 12'ye kadar olan maddelerinin her birinde tekrarlanmaktadır.
Sözünü ettiğimiz anayasanın 12. maddesinde yer alan "muf-rah" kelimesini Ibn Hişam; «aile fertlerinin çokluğu ve borç sebebiyle ağır yük altında bulunan kimse» diye tefsir etmektedir ki [341] bu, hem fakir ve miskinleri ve hem de ağır borç altında bulunan kimseleri ifade etmektedir. Açıklamasını yaptığımız ayette ise bunlar tamamiyle ayrı ayn fasılları oluşturmakta ve borca girenler, fakir ve muhtaçlardan tamamen ayrı tutulmaktadırlar.
Hz. Peygamber devrinde yukarda sayılan çeşitten borçların devlet hazinesinin bilhassa zekat gelirleri bölümünden karşılandığı görülmektedir. Kaynakların bildirdiklerine göre; Hilal Oğullarından Kabisa b. el-Muharik isminde biri, arabuluculuktan dolayı üstlendiği borcunu (:el-hamale) temin etmek için Resûlullaha başvurdu. O anda zekat geliri bulunmadığı için, Hz. Peygamber ona, zekât gelinceye kadar beklemesini tembihledi ve bu sırada şöyle dedi:
«Ey Kabisa istemek ancak üç sınıf için helaldir: a) Arabuluculukta kefil olarak borçlanan kimseye, bu yüklendiği borcu ödeyin-ceye kadar istemesi helal olur, sonra o, böyle bir talepte bulunamaz, b) Servevti bir âfete uğrayıp helak olan kimseye de maişetinden zaruri olan miktarı istemesi helaldir, c) Fakirlik ve sıkıntıya düşmüş kimselerin istemesi de helaldir... Bu üç sınıf insandan başkasının istekte bulunması haramdır, onlar dilenip aldıklarını haram olarak yerler»[342]
Resûlullahm bu açıklamasına uygun olarak biz gene onun zamanında şöyle bir hadiseye de şahit olmaktayız;
«Resûlullah zamanında bir adamın satın aldığı meyveler telef oldu ve bu yüzden de onun borçlan çoğaldı. Resûlullah ona sadaka verilmesini söyledi de halk ona sadaka verdiler ve fakat verilenler onun borcunu kapatmadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber alacaklara; bulduğunuzu alın, size bundan başka bir şey yoktur, de-
di»[343]
Her iki hâdisede de o anda Beytülmâl'de para bulunmadığı anlaşılıyor. Bu iki hadis bize "el-gârimînT'in kimler olduğunu açıklamaları bakımından önem taşımaktadırlar. Garimin faslından faydalanacak kimselerin, fakirler ve miskinler faslından ayrı olması dolayısıyle ihtiyaç içinde bulunmaları gerekmez. Hz. Peygamber; beş sınıf müstesna zekâtın zenginlere helâl olmıyacağını, söylerken bu beş sınıfa borçluları da katmaktadır.[344] Bu hadisten, borçlunun aslında zengin olduğu halde zekâttan faydalanabileceği hükmü çıkmaktadır ki muhtemelen Hz. Ömer'in geliştirdiği kredi düzeni buna dayanmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hazırladığı Medine Şehir Devleti kurucu anayasasına göre, her kabile veya başka bir değişle her muhtar (:federe) insan topluluğunun; sıkıntıya düşmüş ve ağır borca batmış kimselerin bu durumlardan kurtarılmaları için kendi arasında ayrı bir fasıl oluşturması gerekiyordu ki bu husus, anayasa metninin 3'den 12'ye kadar olan maddeleri içerisinde açıkça görülmektedir. Ayrıca mü'minler ve devletin gayr-i müslim tebaası birbirine yardımcı olmakla mükellef kılınmıştır. Bu esastan hareketle diyebiliriz ki her muhtar (zirvesinde merkezî hükmet bulunması dolayısiyle aslında yarı muhtar) toplum, ihtiyaç duyulduğunda diğerine yardım edecek veya gerekirse ödemeler merkez hazinesinden yapılacaktır. Bu arada bilhassa 11 ve 12. maddelerin bu maksatla müslüman tebaayı bir bütün olarak ele aldığı ve aynı gayelerin tahakkukunda birliğe davet ettiği görülmektedir. Muhammed Hamidullah kurucu anayasanın bu durumunu şöylece açıklamaktadır: «Şayet belli bir insan topluluğunun elinde biriken meblağlar, ortaya çıkan belli bir borcu Ödemeye yet-miyecek olursa diğer topluluklar bu arada hatta Devlet, zorluk ve darlık içine düşmüş olan zümrelere yardım etmek mecburiyeti altına girerler. Kapitalist esasta ve ona has sistemlere göre çalışan bir Sigorta, İslâm'da yasaklanmıştır; zîra kapitalist yapıya sahip cemiyetlerde görülen sigorta sistemlerinde; tek taraflı risk esası hâkimdir. Fakat böyle olmayıp da; karşılıklı risk, esasına dayalı sigorta sistemleri veyahutta Devletleştirilmiş sigortalar, gördüğümüz gibi bizzat Resûlullah tarafından da kurulup teşkilatlandırılmış bulunmaktadır»[345] Böylece bu anayasaya göre, içtimaî güvenlik (sosyal sigorta) müesseselerinin kurulması gerekiyordu ve diyet ödeme, borca batmışlara yardım işi de bununla kanunî esaslara bağlanmış oluyordu.
Bu kurucu anayasa gereğidir ki biz Hz. Peygamber zamanında, kişinin gücünü aşan ve faili meçhul cinayetlerin gerektirdiği diyetlerin yarı muhtar topluluklarca veya merkez hazinece ödendiğine çokça şahit olmaktayız.[346] Biz müfessir Fahru'd-din el-Ra-zi'den bir defasında böyle bir diyetin zekat gelirlerinden ödendiği-nı öğreniyoruz.[347]
Kurucu anayasa gereği Hz. Peygamber'in, islâm devletine katılan her topluluğa borçlular için bir sandık kurdurduğu anlaşılmaktadır. Meselâ o, Tebuk seferi sırasında müslüman olan Cüzam kabilesi reislerinden Mâlik b. Ahmer ile şöyle bir anlaşma yapmıştır:
«Bu Resûlullah Muhammed tarafından Mâlik Ibn Ahmer ve onun yoluna giren Müslümanlar için verilmiş ve onlara himaye ve emniyet hakkı (eman) tanınan bir yazıdır. Onlar namazlarını kıldıkları, zekat vergilerini ödedikleri, Müslümanlarla bir olup müş-rik-putperestlerden uzaklaştıkları, ganimetin beşte birini (humus), ağır borç altına girmiş olanların (gârimîn) hissesini ve şu, şu hisseleri de ödedikleri müddetçe, Azîz ve Celîl olan Allah'ın ve Resûlullah Muhammed'in emanını kazanmış olacaklardır»[348]
Kurucu anayasadan 9 yıl sonra Resûlullah'ın özellikle borçlular için bir tahsisat ayrılmasını şart koştuğuna bakılırsa onun diğer kabile ve topluluklardan da aynı şeyi istediği hükmüne varılabilir.
Biz bir tek vak'a hariç Hz. Peygamber'in Beytülmal'den ticarî kredi verdiğini görmüyoruz. Muhammed Hamidullah'ın çeşitli kaynaklara dayanarak verdiği malumata göre; Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel'i Yemene göndermeden önce onu vergi memuru olarak Hayber'de görevlendirmişti. Genç Muaz cömert tabiatı sebebiyle orada iflas etti ve her şeyini kaybetti, hatta Resûlullah onun evini ible satmaya mecbur kaldı. Bunun üzerine ona Suf-fa'da oraya zekat olarak gelen hurmaların bakım ve ayıklanması vazifesini verdi ve daha sonra onu geniş selahiyetlerle Yemene gönderdi.[349] Resûlullah tamamen istisnai olarak Muaz'm Beytül-mal'den bir miktar nakit çekip bununla ticâret yapmasına müsaade etti. Gerçekten de Muaz Yemen'de vazifeli olarak birçok seneler kalıp zenginleşmiş ve Ebu Bekir'in halife olmasına kadar Medine'ye dönmemişti. O zamanlar Hz. Ömer amme idaresi için hoş ol-mıyan ve diğerleri için kötü örnek teşkil edecek olan bir ödünç alma işinden vazgeçmesini Muaz'a tavsiye etmiş ve bundan müteessir olan Muaz, bu yoldan elde ettiği bütün kazancını halife Ebu Bekir'e iade etmişti, o da bundan müteessir olduki bunları devletin bir hediyesi olarak geri gönderdi.[350] Şüphesiz ki Hz. Peygamber, iflas etmiş olan Muaz'm devlet kredisiyle yeniden kalkınmasını istiyordu. [351]
F- Fi-Sebilillah ('Allah Yolunda)
Medine'de vergi sarf yerlerinin ortaya çıkışı bahsinde temas edildiği gibi "Allah yolunda" ifadesi bazı ayetlerde genel bir şekilde zikredildiği halde, bazılarında "cihad" ile beraber zikredilmektedir. "Allah yolunda mal ve canla cihad" emirlerinin harp masraflarını karşılamayı ve her çeşit harp silah ve vasıtalarının temini gayesiyle yapılacak harcamaları ifade ettiği açıktır. Cihada temas edilmeden genel olarak Allah yolunda harcamayı emreden ayetlerden ise sadece böyle bir manayı çıkarmak zordur. Çünkü cihad da dahil olmak üzere Allah Teâlâ'nm rızasına uygun ve O'nun tarafından istenen her türlü iş O'nun yoludur. Böylece incelemesini yaptığımız Tevbe sûresi 60. ayette "fî Sebilillah" terimini her türlü hayır işlerini, iyi ve güzel eşleri kapsıyacak şekilde geniş olarak tefsir etmek mümkündür.
Bir devletin gelirlerinden bir bölümünü savunma harcamalarına ayırması, hayatî bir zarurettir.
Bunun için Hz. Peygamber, devleti kurar kurmaz meydana getirdiği kurucu anayasaya;
«(Bir harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerlerine ve müslümanların masrafları kendi üzürlerinedir. Muhali-kakki bu sahifede gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardınılaşacaklardır.»[352]
şeklinde bir madde koymuştur. Resûlullah zamanında bir harp vuku bulursa herkes gerekli alet ve azığını kendisi tedarik ederdi. Fakir olanlar ise devlet tarafından teçhiz ediliyordu veya zekât mükellefi olan mü'minler zekâtlarını bu gibilerine vererek onları da teçhizat ve azık edinme imkanlarına kavuşturuyorlardı. [353]
G- Îbnu's'sebil (:Yolcu)
Kur'ân-ı Kerim'de insanları seyahata davet eden çokça ayet vardır: Rızık aramak için dünyayı dolaşmaya davet eden ayetlerden tutun da eski harabeleri inceleyip geçmiş milletlerin hangi sebeplerle yıkıldığını ve akıbetlerinin nasıl olduğunu öğrenmeğe[354] ve nihayet Allah Teâlâ'mn, yaratmaya nasıl başladığım, yani yaratılanları araştırmak için [355]arzda seyahat etmeğe davet eden ayetler vardır.
Kur'an'da yolcuya, yol oğlu manasına gelen, "ibnu's-sebil" ifadesiyle temas edilmektedir ve daha Mekke döneminde nazil olan sûrelerde yolculara haklarının ödenmesi emredilir.[356] Medeni sûrelerde ise aynı emir ve istek tekrarlanır [357]ve bu arada zekât gelirlerinin yanı sıra Hicrî 2. yılda nazil olup harp ve ganimet hukukunu düzenliyen Enfâl sûresinin 41. ayetinde ganimet humusundan yolculara da pay ayrılır ve H. 4. yılda gelip fey' gelirlerinin sarf yerlerini düzenliyen Haşr sûresinde de gene onlar ihmal edilmezler.[358] Zekât gelirlerinin sarf yerlerini düzenliyen en son ayette de gene onlar yerlerini alırlar. Böylece yolcular, fakirler gibi her türlü gelirden faydalandırılmış olmaktadırlar. Ayetlerde yolcular ve fakirler ikilisi, açık ve seçik olarak, her çeşit gelirin değişmez sarf yerlerini meydana getirmişlerdir. Bu da islâm'ın, içtimaî (sosyal) güvenliğin yanı sıra ulaşım hizmetlerine ne derece önem verdiğini gösterir. Biz heyetlerin ağırlanması, merkez dışında bilhassa kırsal kesimde müslümanlann misafir edilmesi ve konaklama tesislerinin yapımı hususlarını kamu giderleri bölümünde ele alıp burada mevzuyu sadece gelirlerin sarn açısından inceliye-ceğiz.
Hz. Peygamber, gerek zekat ve gerekse de fey' ve ganimet gelirlerinin sarf yerlerini düzenliyen ayetlere dayanarak yolcu ve misafirlere her gelir çeşidinden tahsisler ayırıyordu. Pek çok kaynak H.4 yılda Hayber'le beraber ve fakat silah atılmadan ele geçirildiği için Kur'an hükümlerine göre[359] tamamiyle Resûlullah'ın emrine giren Fedek arazisi gelirlerini Hz. Peygamber'in bütünüyle yolculara tahsis ettiğini ve bu yerden sağlanan gelirleri onlara harcanmak üzere elinde tuttuğunu yazar ve kaynaklar bu ödenek için de "hubs" terimini kullanırlar.[360] O devirlerde, herhangi bir hizmet veya muayyen sınıflar için gelir tahsis edip onu elde bulundurmaya "hubs" deniliyordu ki bu terim, tutma ve hapsetme manasına gelen "habs" kökünden geliyordu.
Ebu Davud, Belazurî ve diğer bazı kaynaklardan öğrendiğimize göre, Resûlullah Hayber arazisini 36 ana hisseye ayırdı ve bunun 18'ini kendi emrine alıp bu yerlerin gelirlerinden ihtiyat, halkın ihtiyaçlarım gidermek ve ödenmesi gerekecek olan hakları ödemek için ödenekler ayırdı ve bu arada bir kısmım da gelecek heyetlerin ve elçilerin ağırlanmasına tahsis etti.[361]
islâm'da misafirhanelerin yapımına Resûlullah devrinde başlanmıştı ve ondan sonra gerek şehirlerde ve gerekse de yol güzergahlarında konaklama tesislerinin yapımı hızla devam etti ve hudut illeri bile bu tür tesislerin ağı içerisine alındı. [362]
2- Maden Gelirlerinin Sarf Yeri
Resûlullah tarafından, Selman el-Farisî'nin kölelikten kurtulması için yaptığı akıtten doğan 40 okıyyelik altun borcunun bir altun maden ocağından sağlanan gelirlerden ödendiğini az yukar da görmüştük. [363]Ancak fey' gelirlerinin harcama yerlerinin zekata nazaran geniş ölçüde devletin takdirine bırakılmış olması hasebiyle bu bize kesin bir bilgi vermez. [364]
B- Gayri Müslimlerden Sağlanan Gelirlerin Sarf Yerleri
1- Gelirlerin Tanımı
A. Fey':
Bu, gayr-i müslim tobaa (:ehlü'l-zimme) dan sulh yoluyla alınan vergilerdir. Bunlar da; onların mal ve canlarının teminatı olarak ödedikleri "cizye: kişi vergisi", zorla fethedilip halkına bırakılan arazilerden veya sulh yoluyla alman yerlerden belli ölçülere göre tahsil edilen "harâc" gelirleri ve bu tebaanın Ödedikleri gümrük vergileridir. İslâm devletinin tebaası olmıyan yabancı gayr-i müslim tüccarların ödedikleri gümrük vergileri de fey5 gelirlerine dahildir. [365]
B. Ganimet:
Sulh yoluyla olmaksızın harp sırasında ele geçen mallara ganimet denilir.[366]
Ebû Yusuf un ifadesine göre, Resûlullah, Hayber hariç diğer ele geçirdiği yerleri gazilere taksim etmemiştir.[367] Ancak bazı kaynaklar mesela Belazurî, onun Hayber gibi Kureyza arazisini de taksim ettiğini yazarken[368] Yahya b. Adem yedi bahçe hariç -ki bunlar ona hediye edilmiştir- Nadir Oğulları topraklarını da müs-lümanlara dağıttığım yazar.[369] Şu kadar varki bir yerin ganimet hükmüne tabi tutulması ile o yeri, devlet başkanının kendi selahi-yetine dayanarak taksim etmesi ayrı ayn şeylerdir. Mesela Nadir Oğulları toprakları önceden de çeşitli vesilelerle temas ettiğimiz gibi Kur'an'da tamamen Resûlullah'a bırakılmıştır. Hz, Peygamber, ganimet muamelesine tâbi tuttuğu Hayber'in 1/5'ini -bu Ketîbe kalesi ve civarıdır- ayette gösterilen hak sahiplerine ayırmıştır.[370]
2- Fey'in Sarf Yerleri Ve Fey' Gelirlerinden Humusun Ayrılması
Fey'e dahil olan vergilerin ve sarf yerlerinin ortaya çıkış tarihlerini birinci bölüm içerisinde ele aldığımızdan burada daha ziyade sarf hususu incelenecektir. Kur'ân-ı Kerim'de «fey'» gelirlerine ilk ve son defa H. 4 yılda Nadir kabilesiyle yapılan harp sırasında gelen Haşr sûresinde temas edildi.
Sûrenin 6. ayetine göre, sulh ile yani düşmana sadece korku verilerek ele geçirilen yerler tamamiyle Hz. Peygamber'e bırakılmıştır. O da bu yerlerden sağlanan gelirleri aile efradına harcadıktan sonra artanı devlet hazinesine intikal ettirmiş veya az önce temas edildiği gibi topraksız fakirlere bu yerlerden arazi vermiştir. Harp sırasında silah zoruyla ele geçirilen yerlerin gelirlerinden ise, Devletin ve fakir-zengin bütün toplumun yararlandırıldı-ğı göze çarpar. Zekat gelirlerinde; Allah'a, Peygamberine ve onun akrabalarına herhangi bir hak ayrılmadığı halde, burada onlar için de paylar ayrılmıştır. 8. ayette bu gelirlerden faydalanacak olanlar arasında, hicret etmiş olan fakirler ve 9. ayette Medine'nin yerli halkı bulunmaktadır. O zamanlar, yarımadanın çeşitli yerlerinde ve bilhassa Mekke'de müşriklerin baskı ve zulmüne dayana-mıyan müslümanlar Medine'ye hicret ediyorlardı. Böylece bu şehirde yersiz ve yurtsuz bir göçmen topluluğu meydana gelmişti ki Kur"ân'da bunlar fakirlerden ayrı bir zümreyi meydana getiriyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.v.) hicrete hazırlandığı bir sırada müslüman cemaatın başkanı olarak onlarında Medine'ye göç etmelerine izin vermişti. Onun Medine'ye yerleşmesinden sonra da çeşitli yerlerden bu göçler devam etti. Ancak Mekke'nin fethiyle Kureyş'in düşmanlığına son verilince Resûlullah, hicret iznini kaldırdı ve herkesin kendi yerleşim yerinde kalmasını emretti.[371]
Hz. Peygamber, fey' gelirlerini ve ganimetlerden hazineye düşen payları, her çeşit devlet hizmetinde kullanmış ve kamu giderlerinin önemli bir kısmını bunlardan karşılamıştır. Ebu Davud, Belâzurî ve diğer bazı kaynaklardan öğrendiğimize göre Resûlullah, Hayber'de Kur'an'a göre kendi emrinde kalan yerlerin gelirlerinden, halkın ihtiyaçlarını gidermek ve ihtiyat için ödenekler ayırdı ve bu arada gelirlerin bir kısmını da gelecek heyetlerin ve elçilerin ağırlanmasına tahsis etti.[372] Hayber'in hukukî durumu Hulefa-i Raşidin devrinde de değiştirilmedi.[373] Resûlullah'ın ölümüyle hazineye intikal eden bu yerlerin geliri aynı maksatlar içi kullanıldı.
Resûlullah (s.a.v.)'m, fey ve ganimet gelirlerinden, açıklamasını yaptığımız ayetlerde bulunmamasına rağmen "muellefetu'l-kulub"u da yararlandırdığını ve bir harp vukuunda zekât olsun fey' gelirlerinden olsun muhtelif kabile ve bölgelerde toplanan gelirlerin merkeze nakledilmesi hususunda emirler verdiğini daha önce kendi bahislerinde görmüştük Ferrâ' Hz. Peygamber'in tatbikatına dayanarak devlet başkanına fey' gelirlerinden, faydası müslümanlara dönecek olan; elçi ağırlama ve muellefetu'l-kulûb'a bağışlar yapma gibi harcamalarda bulunma yetkisini verirken[374] Kurtubî, aynı şekilde bu gelirlerden, eğer uygun görülürse, hediye ve ihsanlar yapılabileceğini ve borçlu kişilerin borçlarının ödenebileceğim söyler.[375] Devlet başkanına, hukuka ve amme menfaatma uygun olması şartıyla serbest harcama hakkı verilince tabiatiyle bu türlü misalleri çoğaltmak mümkün olacaktır.
Hicrî 9. senede gelen Tevbe sûresi 29. ayette "cizye" adıyla geçen ve çalışabilir gayr-i müslim tebaadan alınan vergilerin sarf yerleri ise Kur'an'da gösterilmemiştir. Hukukçular sarf bakımından bu gelirleri de haraç hükmünda görmüşlerdir.[376] Bu bakımdan Ebu Yusuf, cizye gelirlerinin haraç hazinesinde toplanacağını söyler.[377]
Cizye, müslümanlara yardım ve devlet hazinesinin takviyesi için alınır ki bunu bizzat Resûlullah'm el-Hâris b. Ka'b'a yazdığı yazısından öğreniyoruz.[378] Hazîneye gelen bu gelirlerden ise sadece müslümanlar değil, gayri müslim tebaa da yararlandırılır. Bu tebaanın cizye vermesiyle iki hakları ortaya çıkar: a) Onlarla sa-vaşılmayıp güven içinde bırakılırlar b) Onlar başkalarına karşı himaye edilirler.[379]
Resûlullah (s.a.v.)'in, bir tek olayın dışında yukarıda saydığımız devlet hizmetinde çalışan memurlara hangi gelir çeşidinden maaş ödediğini bilemiyoruz. Makrizî (766-845 H) bize onun Mekke valisi Attab b.Esid'e Necran ve Hecer bölgelerinden tahsil ettiği haraç ve cizye gelirlerinden maaş ödediğini kaydediyor.[380]
3- Ganimetlerin Taksimi Ve Hazineye Düşen Payların Sarf Yerleri
Hicretin 2. yılında yapılan Bedir harbine kadar ganimet hukuku ile ilgili herhangi bir ayet gelmiş değildi. Bu harpte ele geçen ganimetlerin taksimi hususunda müslümanlar arasında anlaşmazlıklar çıktı. Bunun üzerine; ganimetlerin tamamiyle Allah ve Resulüne ait olduğunu bildiren Enfâl sûresinin 1. ayeti nazil oldu ve böylece münakaşalar sona erdi. Buna dayanarak Hz. Peygamber (s.a.v.) ganimetleri tamamiyle kendi görüşüne göre taksim etti.[381] Bundan önce de o, Abdullah b. Cahş'ın bir baskın sırasında ele geçirdiği ganimetleri kendi görüşüne göre taksim etmiş, ancak bu baskını tasvib etmediği için kendisi bundan bir şey almamıştı .[382]
Bedir ganimetlerinin taksiminden kısa bir süre sonra Allah zekât da olduğu gibi ganimetlerin de taksim şeklini gösterdi ve Hz. Peygamber, Bedir'den hemen sonra Yahudi Kaynuka kabilesinden elde ettiği ganimetleri buna göre bölüştürdü.[383] Bu ayette ganimetlerin taksim şekli şöyle gösteriliyordu:
«Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşde biri Allah'ın, Resulünün, hısımların, yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur.»[384]
Bu ayete göre bir muharebeden sonra, ele geçen ganimetlerin 4/5"ü ordu mensuplarına geriye kalan 1/5'i de diğer hak sahiplerine pay edilecektir. Bir kısım hadis kaynaklarında Hz. Peygamberin; süvarilere 3, piyadelere de 1 hisse verdiğinden bahsedilir.[385] imam Ebu Hanife hariç onun talebelerinden Ebu Yusuf ve Mu-hammed de dahil olmak üzere bütün hukukçular 4/5'ün gazilerden süvari ve piyade olanlara yukardaki nisbetlerde taksim edileceği görüşündedirler. Ebu Hanife ise başka bir hadise tutunarak süvariye % piyadeye de 1 hisse vermektedir.[386] Üstün gayret gösteren askerler ise ayrıca ödüllendirildiler.[387]
Hz. Peygamberin ve bazılarına göre de onun vefatından sonra halifelerin ganimetlerden beğendikleri bir şeyi alma hakları vardır ki ki buna "safiyy" denilir.[388] Safîyy hakkı ganimetlerin taksiminden önce alınır.[389] Hz. Peygamber bu haklarından ayrı olarak da bir gazi gibi ganimetlerden pay alıyordu.[390]
1/5'in hak sahipleri ise ayette görüldüğü gibi a) Allah, bJResûlullah, c) Hısımlar, d) Yetimler, e) Yoksullar f) Yolcular olmak üzere altıya ayrılmaktadır ve bütçe açısından önemli olan da bu hisselerdir. [391]
A- Allah'ın Ve Resulünün Hisseleri
Bazı kaynaklarda Allah'ın hissesini, Hz. Peygamber'in Kabe hizmetlerine ayırdığı kaydedilir.[392] Ebul-Ali bu hissenin, Kabe ve camilerin yapım ve imarına harcanacağını söyler ki [393]aslında tbn Abbas (r.a.) da bu hissenin Kabe'ye harcanacağı görüşündedir.[394] Hukukçuların pek çoğu Allah'ın herhangi bir hissesinin bulunmadığı ve O'nun isminin sadece sözü açmak gayesiyle veya bu türlü bir bölüştürme sayesinde ona yaklaşılacağını ifade etmek için geçtiğini iddia ederlerken[395] bir kısmı da Allah ve Resulüne bir tek hisse ayırarak başka bir ifadeyle gene aynı görüşü savunmuş olurlar. Bu görüş sahipleri Allah ve Resulüne ait hissenin aynı olduğunu ifade ederler ve böylece de Hz. Peygamber devrinde humus gelirlerinin 5'e taksim edildiğini söylerler.[396]
Hz. Peygamberin hissesine gelince Resûlullah gerek fey' olarak tamamiyle kendine düşen mal ve gelirler olsun ve gerekse de ganimetlerden hak kazandığı hisseler olsun, o, daima aile fertlerinin nafkalanndan artanı devlet hazinesine aktarmış veya fakirlere bölüştürmüş tür. Mesela Resûlullah, fey' sıfatıyla kendisine kalan Benû'n-Nadir topraklarını Muhacirler'e taksim etmiş ve En-sar'dan da fakir oldukları için sadece iki aileye arazi vermiştir.[397] Daha önce temas ettiğimiz gibi o bu yerlerden sadece yedi bahçeyi kendi elinde tutmuştur ki bunlar da ona harp öncesi, Yahudi bilgini Muhayrık tarafından bağışlanmıştır.[398] Pek çok hadis ve tarih kitapları onun, ailelerinin nafakalarından artan gelirlerini hazineye aktardığım veya onlarla harp silah ve vasıtaları satın aldığını yazarlar.[399] Biz Resûlullah (s.a.v.)'ın fey' olarak tamamiyle kendine kalan fedek arazisi gelirlerinin hepsini yolculara ödenek ayırdığını zekatın sarf yerleri bahsinde görmüştük. Resûlullahm bu tatbikatı bize, onun kendisine düşen payları tamamiyle kendisine maletmeyip bunları toplumsal güvenlik ve kamu hizmetlerine harcadığını göstermektedir. Bu sebepledir ki vefatını müteakip, gerek ona ve gerekse de akrabalarına ait hisselerin harp silah ve vasıtalarına harcanacağı hususunda ittifak hasıl olduğu kaydedilmektedir.'[400] Ancak ne var ki bu mevzuda bir icmâ olmadığı anlaşılıyor.
Hz. Peygamber devlet hazinesine aktardığı gelirleriyle çoğunlukla hai-p silah ve vasıtalarım temin etmiştir. Çünki o zamanlar, fakirlerin doyurulması ile yeni kurulan bu devleti iç ve dış düşmanlara karşı savunmak, devletin en önde gelen vazifeleri arasında yer alıyordu ve bu ikisi için yapılan harcamalar, daima devletin masraflarının ilk iki sırasını işgal ediyordu. Açlıktan kurtulmak, iç ve dış düşmanların saldırısından ve korku veren her çeşit tehlikeden uzak ve emin olmak bugün de devletlerin iki ana hedefidir ki bu iki hedefe Kur'an tarafından da temas edilmektedir.[401]
B- Akraba Hisseleri
Bundan maksat Hz. Peygamber'in akrabalarıdır ve onlar da Haşim ve Muttalib Oğullarından ibarettir. Onlar fakir dahi olsalar zekâtta hiçbir hakları olmadığı için kendilerine ganimetlerden hisse ayrılmıştır. Bu haklarına dayanarak Resûlullah Hayber'de humus olarak ayrılan Ketîbe kalesi arazisinden gerek ailelerine ve gerekse de akrabalarına paylar vermiştir.[402]
C- Yetim, Yoksul Ve Yolcuların Hisseleri
Medine devrinde vergilerin ve sarf yerlerinin ortaya çıkışı bahsinde bunlara temas etmiştik. Ayrıca bu sınıfları fey5 gelirlerinin sarf yerleri içerisinde de ele almıştık. Bu üç sınıf her çeşit gelirin sarf yerleri içerisinde yer almış bulunmaktadırlar. [403]
II- Gelirlerin Tahmini Ve Tesbîtî Kaidesi
A- Gelirlerin Tahmini
Gelir tahminlerinin muasır bütçelerle ortaya çıktığı ve Önceden bütçe yapmak diye bir şey sözkonusu olmadığı için de bu usûle başvurulmadığı iddia ediliyorsa da biz Hz. Peygamber (s.a.v.)'in gelir tahminleri yaptırdığına şahid olduğumuzdan onlara katılamıyoruz. Şu kadar varki o zamanlar şimdiki gibi bir bütçe yapmak ve onu meclislerden geçirmek söz konusu olmadığından giderlerin gelirlerden önce tesbit edildiğini söylememiz mümkün olmaz. Ancak biz herhangi bir Öncelikten söz etmeden gelir ve giderlerin tesbit edilmekte olduğunu söyliyebiliriz.
Ibn Mâce; «Resûlullah (s.a.v.) insanlara, onların üzümlerini ve meyvelerini tahmin (:hars) için memurlar gönderiyordu» şeklinde bir hadis nakletmektedir.[404] Bu hadiste genel olarak "simâr: meyveler" kelimesi geçmekte ve fakat bunların hangi çeşit meyveler oldukları belirtilmemektedir. Hz. Peygamberin, Mekke valisi Attab b. Esid'e verdiği talimatta ise ondan, üzüm ve hurma mahsullerinin tahminini istediği görülür.[405] Fakat onun bölgesinde de bu iki mahsulden başkası bulunmamaktadır.
Hz. Peygamberin vergi tahmin usulüne başvurmasına sadece mükellefin sorumlu olacağı vergi miktarım bilmek açısından bakmamak gerekir. Onun Huzeyfe b. el-Yeman'ı merkezde, gelir tahminleri yazım memurluğuna getirmesine[406] ve Cebbarın gelir tahmin memurluğunun yanı sıra muhasebe memurluğu da yapmasına[407] bakılırsa Hz. Peygamberin aynı zamanda, ziraî mahsullerden yaklaşık olarak ne miktar vergi tahsil edilebileceğini öğrenmek istediği hükmüne varılır. Burada son olarak Resûlullah'ın, mal sahiplerinin yiyebilmelerine ve ikramlarda bulunabilmelerine imkan vermek için, tahmin memurlarına, mahsulün 1/3 veya 1/4 nisbetini sahiplerine bırakmalarına dair emirler verdiğini de kaydetmemiz faydalı olacaktır.[408]
B- Gelirlerin Tesbiti
Hz. Peygamber, merkezde, vergi tahmin memurlarının kendisine ulaştırdıkları tahminî gelir miktarlarını yazdırdığı gibi gerek zekat ve gerekse de ganimet olarak tahsil edilen gelirleri de yazıyla tesbit etmiş ve bu işler için adlarını bilebildiğimiz memurlar istihdam etmiştir ki bunları biz malî teşkilatlanma bölümünde ele almıştık.[409]
Hz. Peygamberin, tahsilatı yazdırması sebebiyledir ki Hay-ber'den onun ne miktar gelir topladığını biliyoruz. Makrizî, humus (:l/5) hakkı olarak hazineye ve belli hak sahiplerine ayrılan bu yerdeki Ketîbe (yahut) Küteybe) kalesi arazisinden, yarısı Yahudilere bırakıldıktan sonra 400 vask hurma ve 1500 sa' arpa geliri elde edildiğini kaydediyor.[410] Muhammed Hamidullah, Hayber bölgesinden toplam olarak, devlete yallık 20.000 vask takriben 4.800.000 kilo ürün geldiğini yazmaktadır.[411] Sadece Hayber gibi halkı yana olarak çalışan bir yerin geliri değil böyle olmıyan Bahreyn bölgesinden tahsil edilen gelir miktarı da bilinmektedir. Hz. Peygamber'in ömrünün son senesinde veya Tebük seferi sırasında bu bölge merkeze 70.000 yahut 80.000 dirhem para göndermiştir.[412] Ebu Bekir devrinde de Temîm kabilesinden zekat olarak 700 deve tahsil edildiğini bilebiliyor uz. [413]vask yaklaşık 200 kilo veya 250 kilo olduğuna göre bu miktaıiarı günümüz ölçüsüyle tesbit etmek mümkündür. [414]
III. İhtiyaçların Ve Giderlerin Tesbîtl Kaldesl
A- İhtiyaçların Tesbiti
İhtiyaçların tesbiti hususunda bize Hz. Peygamber devrinden en önemli haberi Cahşiyârî (ö. 331 H) veriyor. O, eserinde aynen şöyle yazmaktadır:
«Halid b. Said el-Ass ve Muaviye b. Ebi Süfyan Resûlullahın huzurunda onun ihtiyaçlarını yazarlardı»[415]
Burada ne türlü ihtiyaçların tesbit edildiği belirtilmemektedir. Kettanî Hz. Peygamberin askerlere verilmesi gereken erzak miktarını tesbit için onları sayıp yazdırdığım, söyler.[416] Muhtemelen Resûlullah, yardıma muhtaç kimselerin ve muellefetu'l-kulûb (kalpleri kazanılacak kimseler) un sayımını da yapıyor ve zekat yahut ganimet geliri elde edildiği zaman bunları ona göre bölüştürüyordu. [417]
B- Giderlerin Tesbiti
Hz. Peygamber devrine kadar uzanan bir eskiliğe sahip olan Hatem divanının da özellikle giderleri denetim altma altığım kendi bahsinde görmüştük. [418]
IV. Bütçe Denkliği Kaldesi
Tartûşî (451-520 H) Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidîn'in beytülmalde mal yığmayıp hemen harcadıklarını, söyler.
Kur'an'da müminleri bütçelerini denk yapmaya çağıran ve hatta bunu emreden ayetler vardır. Bu ayetlerde israf yani gelirden fazla harcamak yasaklandığı gibi, gelirden az harcamak (:tak-tir) da yasaklanmıştır. Isrâ sûresi 29. ayette bu hususta şöyle denilir:
«Elini boynuna bağlı olarak asma (cimri olma), onu büsbütün de açıp saçma (israf etme), sonra kınanmış, pişman bir halde oturup kalırsın.»
Diğer bir ayette ise gerçek mü'minler anlatılırken şöyle denilir.
«Onlar ki harcadıkları vakit ne israf ne de sıkılık (taktir) yapmazlar; harcamaları ikisi arası ortalama olur»ASzi
Her iki ayet gelir-gider denkliğinden söz etmektedir ki bu denklik, hem kişisel ve hem de devlet bütçeleri için vazgeçilmez bir esastır. Bu ayetlerden başka Kur'an'da, gelirden fazla ve aynı zamanda uygunsuz bir biçimde harcamak manasına gelen israfı ve gelirden az harcamak veya gerekeni harcamamak manasına gelen cimriliği (;buhl) hoş görmiyen yahut tamamen yasaklıyan pek çok ayet daha vardır.
Gelirlerin harcanmasında kısıntı yaparak bütçe fazlası meydana getirmek ve bu fazlayı bir sonraki bütçe devresine aktarmak, görüldüğü gibi Kur'an'da iyi karşılanmamaktadır. Bu bakımdan Hz. Peygamber'den başlamak üzere ondan sonra da devlet baş-kanlığını üstlenen halifeler çoğunlukla, bir bütçe devresi içindeki gelirleri o devrede harcıyarak bütçe fazlası meydana getirmeme siyasetini takip etmişlerdir. Resûlullah zamanında bir yandan toplumun fakir kesimlerini içtimaî (sosyal) güvenliğe kavuşturmak, Öbür yandan sık sık vuku bulan harplerin doğurduğu masrafları karşılamak gibi iki acil ihtiyaç sebebiyle gelirler hemen harcanmış ancak bazı ihtiyat ödenekleri ayrılabilmiştir. [419]
V. Zaman Kaidesi (Bütçe Devresi)
Kur'an-ı Kerim'de yıllık hesaplarla ilgili iki ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerde şöyle denilir:
«Biz gece ile gündüzü (kudretimizi gösteren) iki ayet (nişane) kıldık da gece ayetini silip (onun yerine eşyayı) gösterici gündüz ayetini getirdik. Taki (gündüzün) Rabbinizden (geçiminize ait) bir lütuf (nimet) arayasınız, yılların sayısını, hesabı bilesiniz. îşte biz herşeyi gereği gibi anlattık»[420] «Güneşi ziya(lı), ayı nur(lu) yapan,yuların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (seyir ve hareketlerinde çeşitli) menziller tayin eden O'dur...»[421]
İkinci ayet açık olarak ay senesine temas ettiği halde birinci ayet güneş senesine temas etmiş görünüyor. Her iki ayette de hesabın bilinmesinden söze edilmektedir. Bu hesaplar, doğrudan zamana bağlı hesaplar olacağı gibi, herhangi bir zaman dilimi içerisinde yapılan işlemlere ait hesaplar da olabilir, islam'da ibadetler, ay ve güneşin hareketleriyle ortaya çıkan zamanlara göre yapıldığı gibi vergi tahsilleri de gene belli zamanlarda yapılmaktadır, islâm'da zaman, mükellefliği doğuran ilk şartlardan biridir. Bu bakımdan normal şartlarda belli bir zaman dilimi sona ermeden kişi vergi ödemeğe mecbur edilemez. Ancak bazı vergi çeşitleri zamana bağlı olmazlar. Meselâ, gümrük vergileri ve çoğunluğun görüşüne göre maden ocağından alman vergiler böyledir.[422] Senede bir kaç kere mahsul alman arazi gelirleri de aynı şekildedir. Senede bir değil, her mahsul alındıkça vergelendirir-ler.
Muhakkak ki Hz. Peygamber(s.a.v), sene geçmesine tâbi olan mallar için belli bir ayı vergi ayı olarak kabul etmişti. Serahsî bize onun şu sözünü naklediyor:
«Biliniz ki malarınızın zekâtını ödiyeceğiniz, senede bir ay vardır. O aydan sonra elde edilen mallarda, öteki senenin başı gelmeden zekat yoktur»[423]
Bu hadiste sene başından söz edildiğine göre bu ayın Muharrem olması gerekir. Nitekim bazı kaynaklar, Resûluîlah'ın, Muharrem ayında tahsilat için vergi memurları gönderdiğini, kaydediyorlar. Ibnu'l-Arabî Tirmizî şerhinde Hz. Peygamber'in Ci'râne'den yani Huneyn muharebesinden dönünce Muharrem ayı için zekat memurlarını bölgelere gönderdiğini kaydediyor ki[424] bu, H. 9 yılın başıdır. Yusuf el-Kardavî de eserinde aynı yıl ve ayı vermektedir.[425] Makrizî ise hicrî 11. senenin Muharrem ayından bahsetmektedir. Onun anlattığına göre Hz. Peygamber hicrî 10. senede Veda Haccmdan döndükten bir müddet sonra Muharrem hilâlini görünce halka vergi memurlarım gönderdi.[426] Bu izaha göre vergi memurları hicrî İl. senenin ilk ayı olan Muharrem ayında tahsilata başlamış olmaktadırlar. Müelliflerce tarihler birbirine karıştırılmış olabileceği gibi iki ayrı hâdiseden bahsetmiş olmaları da mümkündür. Bizim için önemli olan ise her ikisinde de Muharrem ayının bulunmasıdır. Hz. Ömer'in hicret takvimini Muharrem ayından başlatmasına bakılırsa Resûluîlah'ın bu ayı sene başı olarak kabul ettiği gerçeği açıkça ortaya çıkar.
Hz. Peygamber'in zekât memurlarını Muharrem ayında göndermesine karşılık o, bazı gayr-i müslim zümrelerden cizye vergisini Receb ve Sefer aylarında tahsil ediyordu. Bunlar antlaşmaya bağlı vergilerdi ve alman malalnn husule gelişinde de güneşin etkisi yoktu. Necrân bölgesi Hristiyan topluluklarıyla akdedilen anlaşma, vergilerin biri Receb öteki Sefer ayında yani altı ayda bir olmak üzere senede iki taksit üzerinden 1000'er elbise ödenmesini öngörüyordu. Burada söz konusu olan vergi, dokuma ürünleri teslimi şeklindeydi[427] Ezruh halkı da antlaşma gereği her Receb ayında 100 dinar ödemekteydi.[428] Yarıcı olarak çalışan Hayber'li-ler ise müslümanlarm ve devletin haklarını hasat zamanında ödüyorlardı. Çünkü mahsullerin oluşması güneş senesine bağlı bulunmaktadır. Muhammed Hamidullah Hz. Peygamber'in vergi tahsil devreleri ile ilgili şunları yazmaktadır:
«Hz. Muhammed (s.a.v.) tabiat şartlarına yani mevsimlere bağlı ürünlerle sanatkârların elinden çıkan imalat ürünlerini ve ticarî kazançları birbirinden gayet açık bir şekilde ayırmış bulunuyordu. Üzerinde ziraat yapılan arazilerde yahut ziraî mahsul lerde o, vergi tahsiline esas olmak üzere Şemsî (güneş) takvim sistemini, buna mukabil devletin diğer vergi kaynakları için ise Kamerî (ay) takvimi kullanıyordu»[429]
VI. Îktisadîlîk Ve İsraftan Kaçınma Kaîdesî
Kur'an'da hem israf ve hem de gereksiz kısıntılar yasaklanmış bulunuyor. Kur'an'a göre her ikisinin sonucu da iyi değildir, israf ve kısıntının ortasındaki yoldan yürümek lazımdır.[430] Kur'an, bol geçimleri olmasına rağmen israf yüzünden yıkılıp giden pek çok milletlerin bulunduğunu haber veriyor.[431] Kur'an'a
muvazi olarak Hz. Peygamber de bu hususta ümmetini uyarmış[432] valisi Muaz b.Cebel'i de refaha dalmaktan sakındırmıştır.[433]
VII. Ayrılık Kaidesi
Hz. Peygamber devrinden beri ortaya çıkan islâm devletlerinde, eyaletlere idarî bakımdan yarı muhtariyetin verilmesi onları, hukukî bakımdan ayrı bir bütçe yapma hakkına sahip kılmıştır. Eyaletler idarî bakımdan yaıı muhtar durumda oldukları gibi malî bakımdan da gene aynı durumdadırlar. [434]
Beşinci Bölüm
ÖDENEK ÇEŞİTLERİ VE ÖDENEK AKTARMASI
A- Ödenek Çeşitleri
1- Normal Ödenekler
Resûlullah (s.a.v.) zekât gelirini sekiz sınıfın hepsine değil sadece gerekli gördüğü sınıflara tahsis ettiği gibi,[435] Hz. Ömer'in tatbikatı da ondan farklı olmamıştır.[436] Kur'anda gösterilen sınıflardan hangisine ve ne miktar harcama yapılacağı tamamiyle devlete bırakılmıştır, o halde giderin tahsisi sözkonusu olacaktır.
Zekâtın en son sarf yerlerini düzenliyen ayette yerini alan ve Hz, Peygamberin diğer gelir çeşitlerinden de ödemelerde bulunduğu "muellefetu'l-Kulub: kalpleri kazanılmak isûnenler"e yaptığı tahsisler de aynı çeşittendir ki günümüzde bu, "örtülü ödenek: tahsisat-ı mesture" ismiyle anılmaktadır. Biz Hz, Peygamberin bu fasıldan kendilerine ödeme yapılacak bazı kimselere birer yazılı belgeler verdiğini daha önce görmüştük.[437] Buna göre, onlar için devlet gelirlerinden belli bir tahsisatın ayrılması zarureti kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Resûlullah, her çeşit harcama ve tahsisleri aleni olarak yapıp halktan gizlemediği için kalpleri kazanılmak ve müslümanhğa ısındırılmak istenenlere de gizliden bir şey vermemiştir.
Hz. Peygamber devrinde bazı yerlerin gelirleri, belli hizmetlerin görülmesine tahsis edilmişti. Zekâtın sarf yerlerinden "ib-nu's-sebîl" bahsinde geniş olarak ele alındığı gibi Hz. Peygamber H. 7. yılda Hayberle beraber ele geçirdiği Fedek arazisinden sağlanacak gelirleri bütünüyle yolculara tahsis etti ve buradan tahsil edilen vergileri, onlara harcanmak üzere elinde tuttu.[438] O devirlerde, herhangi bir hizmet veya muayyen sınıflar için gelir tahsis edip onu elde bulundurmaya "hubs" deniliyordu ki bu ıstılah, bir şeyi hapsedip tutma manasına gelen "habs" kökünden geliyordu. Kaynaklardan öğrendiğimize göre Hz. Peygamber, Hayber gelirlerinden de ihtiyat için ve halkın ihtiyaçlarını gidermek, Ödenmesi gerekli hakları da ödemek gayeleriyle ödenekler ayırdı ve bu arada bir kısmım da gelecek heyetlerin ve elçilerin ağırlanmasına tahsis etti ki[439] biz bunlardan ihtiyat (:nevaib) ödeneğini ayrı bir başlık altında inceliyeceğiz. Resûlullah devrinde devlet ve amme hizmetlerini yürütmek, harp masraflarını karşılamak ve içtimaî güvenliği temin etmek için her zaman acilen paraya ihtiyaç duyuluyordu. Bu sebeple de gelirler, hazinede fazla bekletilmeden harcanıyordu. Bu durumda bazı yerlerin gelirlerinden, çok zarurî hizmetleri yürütmek için ödenek (:tahsisat) ayırmak ve bunları sadece o hizmetler için kullanmaktan başka çare yoktu. İslâm'da Ödenek tahsislerinin, muhtelif gelirlerin sarf yerleri gö-zönünde bulundurularak yapılacağı açıktır. [440]
2- İhtiyat (:Nevâib) Ödeneği
Kur'an'ı Kerim, Yusuf peygamber (a.s.)'in kıssası ile, olağanüstü iktisadî şartlarda ihtiyat ödeneği ayırmanın zarurî ve hayatî olacağını anlatıyor.
ihtiyat ödeneği ile mal biriktirip yığma (:kenz, iddihar)yı birbirine karıştırmamak gerekir. îddihar (:kenz)da ilerde bir iş yapmak için ne bir sermaye oluşturma düşüncesi vardır ve ne de geleceğin muhtemel masraf ve felâketlerine hazırlık olmak üzere ihtiyaç ödeneği ayırma düşüncesi vardır. îddihar; malı ondan bir fayda sağlamamak üzere sadece yığmaktır ki bu, Kur'an'da yasaklanmıştır.[441] Kur'an'a göre gelirlerin, geriye hiç bir şey bırakılmadan harcanması, sonunda hüsran ve felâkete yol açar.[442] Ancak gelirin daimî artış gösterdiği bir devrede ihtiyat ödeneği ayırmak doğru olamaz.
Pek çok kaynaktan biz Hz. Peygamberin tahsil ettiği gelirleri hiç bekletmeden hemen sarfettiğini öğreniyoruz. Bunlara bakarak Resûlullah (s.a.v.)'m, bir kısım hizmetlerin görülmesi ve muhtemel masrafların karşılanması için geriye hiçbir şey bırakmadığı hükmünü çıkarmamak gerekir. Az yukarda temas edildiği gibi o, bir kısım hizmetlerin görülmesi ve bazı masrafların karşılanması için belli yerlerin gelirlerim elinde tutmuştur. Ebu Ubeyd (154-224 H), îbn Zenceveyh (ö. 247 veya 251 H) ve Ali b. Muhammed gibi müellifler Resûlullah'm «fey'» gelirlerini hiç bekletmeden hemen dağıtıp harcadığını yazarlar.[443] Makrizî'nin kaydettiğine göre; Hz. Peygamber zekât hazinesine girdiği zaman orada bir yığın hurma görür ve bunun ne olduğunu hazine memuru Bilal el-Habeşî'ye sorar, o da; muhtemel ihtiyaçlar (:nevâib) için ayırdığım söyleyince, Hz. Peygamber, bununla güzel bir şey yapmak istediğine inandığını ve fakat bu sebepten cehenneme tökezlenme olacağını, söyler.[444] Çeşitli vesilelerle de temas edildiği gibi Resûlullah zamanında savunma giderlerim karşılama ve çok fakir kimseleri doyurma ve barındırma gibi acilen yapılması gereken masraflar vardı. Bu sebeple de tahsil edilen gelirler, gerekli yerlerine hemen harcanıyordu. Bununla beraber Hz. Peygamber az önce görüldüğü gibi bir kısım yerlerden sağlanan gelirleri, belli hizmet ve işler için elinde tutuyordu.
Kaynaklar, Resûlullah'm hicretin 4. yılı başlarında ele geçirdiği Benû'n-Nadir topraklarından sağlanan gelirleri "nevâib"e tahsis ettiğini yazarlar.[445] Nevâib; beklenmedik hâdiseler ve felaketler manasına gelir ki bunlar yüzünden hesapta olmıyan masraflar yapılar. Bu sebeple de muhtemel masrafları karşılamak için ihtiyat ödeneği bulundurmak gerekir. Nevâib, aynı zamanda, fevkalade hallerde halka yüklenen ek vergiler manasına da gelir. Serahsî, nevâibden maksadın; Resûlullah'a gelen elçilerin ve siyasî heyetlerin hediyelendirilmesi, olduğunu, kaydediyorsa da[446] bu ıstılahı böylesine dar manada anlamak doğru olmaz. Aslında elçilerin ve siyasî heyetlerin ne zaman ve kaç kişi olarak gelecekleri bilinemiyeceğinden Hz. Peygamberin, ağırlanmalarına ve he-diyelendirilmelerine çok önem verdiği bu kişilerin, îslâm devletine getirecekleri masraf da bilinemez. Fakat Resûlullah hicretin 7. yılında ele geçirdiği Hayber'in bir kısım gelirlerini de "nevâib"e ve diğer hizmetlere tahsis etti. Bu tahsislerden bahseden bazı kaynaklar:
«Resûlullah, Hayber'in diğer yarısını da kendisine gelecek heyetler, ödenmesi gerekecek olan hak ve hukuk ve insanların karşılaşacakları çok zarurî ihtiyaçlar (:nevâib) için ayırdı»
şeklinde veya buna yakın ifadeler kullanarak,[447] nevâib'den maksadın sadece siyasî elçi ve heyetlerle ilgili olmadığını açıkça göstermiş oluyorlar. Ayrıca pek çok kaynak Hz. Peygamberin Be-mı'n-Nadir topraklarından elde ettiği mahsul gelirlerinden kendisinin ve ailesinin bir yıllık ihtiyacım ayırdıktan sonra artanı harp silah ve vasıtalarının alınması maksadıyla Beytülmal'e aktardığını yazarlar ki harbin beklenmedik masraflar doğuracağı herkesçe malumdur.[448]
[311] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/321.
[312] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/321.
[313] Buharı, Zekât, 69; Tirmizî, Tıb, 6 (C. 8/196-197)
[314] Bak. İbn Mace, Zekât, 19.
[315] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/321-322.
[316] Makrizî, C.4, v.202/a.
[317] Bak. Ebu Ubeyd, s. 605, Ha. No. 1954,1955.
[318] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/322-323.
[319] Bak. İbn Hişam, C.4/135; Ebu Ubeyd, s. 324, 580-581, Ha. No. 829,18950; Serahsî, C.3/9; Fahru'd-din el-Razî, C.4/475.
[320] Müslim, Zekât, 46; Biraz değişikrivayet için bak. Buharî, Cihad, Siyer, 218.
[321] Ibn Hişam, C.4/135.
[322] Müslim, Zekât, 47.
[323] Ebû Ubeyd, s. 222-223, 580-581, Ha.No. 1850.
[324] Serahsî, C.3/9.
[325] M. Hamidullah, Hazreti Peygamberin Savaşları, s.181.
[326] Bak. Hasan Basri Çantay, C.1/270, Dip No.l.
[327] Bak. Yakubî, C. 2/42; Makrizî, C.4, v. 172/a; Ali b. Muhammed v. 51/b; M. Hamidullah, îslâmda Devlet İdaresi, s.182.
[328] Ebu Ubeyd, s. 257-258; M. Hamidullah,/s/âm Peygamberi, prg. 415.
[329] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/323-324.
[330] Muhammed 4.
[331] İbn Hişam, C. 2/147; Ebu Ubeyd, s. 202, 203. Ha. No. 517; M. Hamidullah, Vesaik, s. 41-42; Ayn mlf. îslâm Peygamberi, C.l/224-225, prg. 358.
[332] Ebu Yusuf, 212.
[333] İnşân, 8.
[334] Bak. Beled, 11-16.
[335] İbn Hişâm, C.l/234-235; Ibn Sa'd, C.IV. 1/56 vd.
[336] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.l/454, prg. 701.
[337] A.g.m., Vesaik, s. 278-279.
[338] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/325-326.
[339] Bak. Bakara, 245;Mâide, 12;Hadid, 11,18; Tegabun, 17;Muzzemmil,20.
[340] İbn Hişam, C.2/147-148; Ebu Ubeyd, s. 202-203, Ha. No. 517; M. Hamidullah, Vesaik, s. 42; ayn. mlf. İslâm Peygamberi, C.l/220-228, prg. 358; Salih Tuğ, s. 40-41, 84.
[341] İbn Hişam, C.2/148.
[342] Müslim, Zekat, 36; Ebû Ubeyd, s. 230-231; îbn Zenceveyh, C.2/216; Hadisin diğer bir rivayeti için bak. İbn Sa'd, C.I 2/50-51.
[343] Tirmizî, Zekât, 24 (C. 3/155); Ağır borçla ilgili bir başka hadis için bak, Tirmizî, Zekât, 23.
[344] Bak. İbn Mace, 27.
[345] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.2/1037, prg. 165
[346] Bak. İbn Hişam, C.3/199; Vâkıdî, Kitab el-Megazî, s. 343; Kettânî, C.1/444; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.l/643, prg. 977.
[347] F. Razî, C.4/476.
[348] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.l/579, prg. 897.
[349] M. Hamidullah,îslâm Peygamberi, C. 1/643, prg. 795.
[350] M. Hamidullah, îslâm Peygamberi, C.2/952-953, prg. 1499.
[351] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/326-330.
[352] Mülk, 15.
[353] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/330-331.
[354] Rûm, 42.
[355] Ankebut, 20.
[356] İsrâ,26;Rûm, 38.
[357] Bakara, 177, 215; Nisa, 36.
[358] Bak. Haşr, 7.
[359] Bu hüküm için bak. Haşr, 6.
[360] Bak. Ebû Davud, Harac-îmaret, 18; Yahya b. Adem, s. 36, Ha. No. 87; İbn Sa'd, C. I 2/183; Belazurî, s. 33, 43, 45-46; Serahsî, Şerh el-Siyer el-Kebîr, C.2/610.
[361] Ebu Davud, Harac-îmaret, 23; Belazurî, s. 39; Ebu el-Ferec, el-îstihrac li-Ahkam el-Harac, s. 24.
[362] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/331-332.
[363] Bak. İbn Hişam, C.l/234-235.
[364] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/332-333.
[365] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/333.
[366] Yahya b. Adem, s.17-19. Ha. No.l, 11; îbn Zenceveyh, C.l/95.
[367] Ebu Yusuf, Haraç, s. 74.
[368] Belazurî, Futuh el-Buldan, s. 35.
[369] Yahya b. Adem, s. 38, Ha. No. 92.
[370] İbn Hişam, C.3/363, 365-367.
Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/333-334.
[371] Bak. Ebu Ubeyd, s. 217-218.
[372] Ebu Davud, Harac-îmaret, 23; Belâzurî, s.39; Ebu el-Ferec, el-İstihrac li-Ahkam el-Harac, s.24.
[373] Yahya b. Adem, s. 36, Ha. no. 87.
[374] Ferrâ, Ahkam el-Sultaniyye, s. 122
[375] Kurtubî, C.l 8/16.
[376] Bak. Maverdî, s. 136; Ferrâ, s. 137; Ayrıca gelirlerin tanımı bahsindeki kaynaklara bak.
[377] Ebu Yusuf, Haraç, s. 133, 134.
[378] Bak. M. Hamidullah, Vesaik, s. 154.
[379] Maverdî, s. 138.
[380] Makrizî, İmtâ, C.4, v. 202/a.
Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/334-336.
[381] İbn Hişâm, C.2/296; Maverdî, s. 132; Kurtubî, C.18/14 vd.; Taksimdeki anlaşmazlık için ayrıca bak. Kudame b. Ca'fer, v. 94/b.
[382] M. Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi, s.200, prg. 509.
[383] Ebu Ubeyd, s.305; Maverdî, s. 132.
[384] Enfâl, 41.
[385] Buharî, Cihad, 51; îbn Mace, Cihad, 36; Tirmizî, Siyer, 6, (C. 7/43-44).
[386] Hukukçuların bu görüşleri için bak. Sahnun, C. 3/32; Yahya b. Adem, s. 18, Ha. No. 4, 5; Maverdî, s. 134; Ferra, s. 135; Tirmizî, Siyer, 6 (Şerh Ibn el-Arabî); îbn Kudame, C.8/404-405.
[387] Kudame b. Cafer v. 95/b; M. Hamidullah, İslâm'da Devlet İdaresi, s. 202-203, prg. 515 vd.
[388] M. Hamidullah,/.9Mm'<ia Devlet İdaresi, s. 203, prg. 522; Hanefiler, Resûlullah'ın vefatından sonra bu hakkın hiç kimseye geçmiyeceği görüşündedirler. Bak. Serahsî, C. 3/19-20; Kasam, C.7/125.
[389] Makrizî, C. 4; v. 192/b.
[390] Ebu Yûsuf, s. 24; Serahsî, C. 3/19-20.
[391] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/336-337.
[392] Bak. Ebu Ubeyd, s. 14, 325, 326; Nesaî, C. 7/135 (Şerh îbn el-Arabî)
[393] Bak. Serahsî, C. 10/8-9.
[394] Maverdî, s. 133-134; İ. F. Ahmed Ali, s. 221.
[395] Bak. Serahsî, C. 3/17, C.l0/8-9; Kasanî, C.7/124; İbn Kudame, C, 6/406.
[396] Bak. Ebu Yusuf, s. 21; Ebu Ubeyd, s. 14; Maverdî, s. 133 vd.; Serahsî, C. 3/17; Kasanî, C.7/124; İbn Kudame, C.6/406.
[397] Makrizî, C.4, v.l94/a; Bu yerin Muhacirlere taksimi için ayrıca bak. Belazurî, s. 33-34.
[398] Maverdî, s. 160-161.
[399] Bak. Buharî, Megazî, 14, Nafakât, 2; Ahmed, Müsned, C.3/212-213, Ha. No. 1881, 1882 (neşr. Ahmed Muhammed Şakİr); San'anî,C.8/202, Ha. No. 14883; Belazurî, 8.31; Makrizî, C.l, v. 187/a, C.4, v. 193/b
[400] Bak. Ebu Yûsuf, s. 22; Ebu Ubeyd, s. 332, Ha. No. 846; Nesaî, C. 7/133 Şerh İbn el-Arabî).
[401] Bak. Kureyş, 3-4.
Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/337-339.
[402] Ferrâ, s. 121; İbn Kudame, C.6/406-409.
Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/339.
[403] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/339.
[404] Ibn Mâce, Ze^âi, 18.
[405] Nesaî, C. 5/109 (Şerh Suyûtî-Sindî); Belâzurî, s. 68.
[406] Kalkaşandî, C.1/91; M. Kürd Ali, C.2/97; Kettânî, C.1/228.
[407] îbn Hişam, C. 3/372; Makrizî, C.4, v.255/a.
[408] Bak. Tirmizî, Zekât, 17 (C. 3/141); Ebu Ubeyd, 485, 487, Ha.No, 1448,14.
Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/340.
[409] Tahsil edilen gelirlerin yazımı, bahsine bak.
[410] Makrizî, C. 4, v. 195/a.
[411] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi,C.2/1048.
[412] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C. 1/413-415, prg. 635-635, C. 2/1048, prg. 1672,1675; Önceden de temas edildiği gibi Hz. Peygamber, Tebuk seferi sırasında Ba