sumeyye
Sat 4 September 2010, 12:13 pm GMT +0200
BOŞ ÇERÇEVEYİ DOLDURAN HAYKIRIŞ
“Gesi bağlarında dolanıyorum yitirdim yârimi
Aman aranıyorum yitirdim yârimi aman aranıyorum
Bir tek selamına güveniyorum gel otur yanıma
Hâllarımı söyleyeyim derdimden anlamaz ben o yâri neyleyim
Gesi bağlarında üç top gülüm var hey ALLAH'tan korkmaz
Sana bana ölüm var hey ALLAH'tan korkmaz sana bana ölüm var
Ölüm varsa bu dünyada zulüm var
Atma garip anam beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime”
Aksaray metrosunda bir mihenk taşınız var,
Gemileri yakıp türkü çığıran
Metafizik başkaldıran sükût haykırış var…
Irmağın kalbinde titreyen, duvağı açılmamış ölüm nağmeleri çınlatıyor göğü.
Bir volkan düştü dinleyenlerin yüreğinde. Aksaray metrosunda insanın iç âlemine doğru bir nehir edasıyla coşkuyla akan bu türkü, modern dünyanın kıskacından kurtulamayan insanın yüreğini kavuruyor, iç dünyasını bir depremle alt üst ediyor. Hayatın içerisinde oynadığımız oyunun senaryosunda, koşuşturma içerisinde o kadar hayatla bütünleşmişiz ki, kendimizi yaşamın, kâinatın bir parçası olarak görüyoruz. İşte bu türkü kendi kendimizi bıçaklayıp suçlu aradığımız koşuşturma içerisinde olan bizlerin niçin koşuşturduğumuzu, niçin kendimizi buralara aitmiş gibi hissedişimizi; hissedişimizin ardındaki ontolojik sebepleri sorguluyor, düşünmekten kaçındığımız ölümün varlığını bizlere haykırıyor.
Ölüm gazelini andıran, ruhun sürgününü perde arkasında şahikalara, güneşin secde ettiği yere ulaştıran sükût haykırış, nağmelerine yüklediği hüznü öyle savuruyor ki, insan daha da hüzünlenerek niçin başkalaştığının, niçin ölümden bu kadar korktuğunun sebebini arıyor…
Metro hareket etti edecek.
Sanki metro bizi ölüme götürecek…
Hayat şeridim bir anda gözümün önünden geçiyor. Ölüm gibi unutulmaması gereken bir durağı nasıl da atlayıp, nasıl da görmezden gelip geçmişiz… “Her canlı ölümü tadacaktır” (3/185) ayeti niçin bu kadar unutulmuş? ...
Varoluşumuzun altında yatan, hiçliğimizin yüreğimizdeki örtüsünü kaldıracak olan bir ölüm var.
Fizik âleminden metafizik âleme geçeceğimiz, ruhumuzun hicretini gerçekleşeceği ölüm var.
Boş çerçeveyi dolduran bir haykırış var.
Her insanın iç dünyasında sökemediği, zaman zaman tefekkür ettiği mihenk taşları vardır. Yaşadığımız olayları mihenk taşlarıyla, ölçü olarak aldığımız düşüncelerle bağdaştırırız. Duygularımızı pekiştirir, içimizdeki sese kulak verir, vicdan aynasının karşısına geçerek yönümüzü belirleriz. Gün geçtikçe kendine yabancılaşan, ölümden uzaklaşan modern insan, mihenk taşlarını kaybetmekte… Yüreğine yazamadığı ayetleri, sözleri mezar taşlarına yazmakta, yazdırmakta…
Mihenk taşları insanın hayatta umudunun hiç yitmediği, anılarını hep saklı tuttuğu, varoluşunu sorguladığı duraklardır. Bu durakları kaybettiğimiz andır, kendimizi kaybettiğimiz an… İnsan umudunu kaybederse ne yapar, hiç düşündünüz mü?...
Kendimizi kaybetmeden bir Hıra düşlemek gerek. Unutmamamız gerekenleri unutmayacağımız, mezarımızı kendi ellerimizle kazarak hazırlayacağımız; kendimizi sorguya çekerek ve de ölüme karşı esas duruşa geçerek mezarımızı düşleyeceğimiz bir hıra.
Ölümün boşalan çerçevesini dolduracağımız, suskun nağmeleri şahlandıracağımız bir ateşin başındayız. Hıra’dayız. Ateşin etrafında raks eden kelebekler, gam dağını delen Ferhatlar ateşin başında diz çöküyor, gözlerime değen ölüm manifestosuna davetiye çıkarıyor aşikâr bulutlar…
Gök sancılı, ipleri gerilmiş dünyanın…
“Ölüm var” nidalarıyla içten içe devrimler gerçekleşiyor, modern dünyanın altını üstüne getiren tefekkür, bizlere oyunun bittiğini ve asıl hayatın başladığının müjdecisi…
Aliye İzzetbegoviç ölmeden önce diyor ki: “Burada çok kaldım. Artık sevgiliye gitmek istiyorum.” Bu ancak ruhunu aklının üstüne çeken, metafiziği fiziğe tercih eden bir insanın söyleyeceği sözdür. Ölümden korkmayan bir insanı neyle, nasıl korkutabiliriz?...
Ey nadide gelincikleri kefen yapıp üstüne çeken, özüne dönüş yapıp gülleri okşayan ulvî haykırış!
Kapı açılıyor ve sen giriyorsun içeri sorgusuz sualsiz…
Aksaray metrosunda bir mihenk taşınız var,
Gemileri yakıp türkü çığıran
Metafizik başkaldıran sükût haykırış var…
Alnımızdaki uyuşukluğu giderir mi tufanlar
Gözlerimizde saçaklar oluşur mu güneşten önce biz doğarsak
Yağmur yağarken kollarımızı açıp göğe bakınca
Her şey düzelir mi?
Ellerinden tuttum yıldızların ninni söylediler bana
Damda uyuduğum çocukluğumun
Unutulmaz gecelerin sırlarını verdiler
Şehrin yaldızlı ışıklarının gözünün önünde
Sırrını ilan ettiler modernin,
İçi yozlaştırılmış
Ölümden uzaklaştırılmış düşünceler ülkesinin…
Yunus Emre TOZAL