- Bir Mübarek Sefer

Adsense kodları


Bir Mübarek Sefer

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
rabia
Thu 25 March 2010, 03:34 pm GMT +0200
Bir Mübarek Sefer 

Hac

Yaşı ve yaşadıkları ne olursa olsun bir mü'mine tekrar çocuk saffeti kazandıracak amellerden biri de hacdır. Hac; kasdetme, yönelme, ziyarette bulunma demektir. Istılâhî manasıyla ifade edecek olursak hac, ibadet maksadıyla, hususî bir zaman diliminde Arafat'ta bir süre durmak, daha sonra Beytullah gibi bir kısım yerleri usûlüne göre ziyaret etmektir. İhram; haccın şartı, vakfe ve tavâf ise onun rükünleridir. Aylar öncesinden başlayan hazırlıkları ve yıllar sonra bile devam eden tesiriyle hac, âdeta dünyalıların semavî bir yolculuğudur.

'O'na varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe'yi tavâf etmesi, Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır.' fermanıyla farz kılınan hac, âyetin ifade ettiği gibi Allah'ın hakkı olarak ve Allah rızası için eda edilmelidir. Bununla beraber, Rasul-i Ekrem Efendimiz (sas), insanların zaman zaman bu asıl gâyenin dışına çıktıklarını ve çıkacaklarını görmüş, Ahirzamanda hacca dört grup halinde gidileceğini ifade etmiştir: Rical-i devletin, tenezzühe çıkan bir turist edasına bürüneceğini; zenginlerin, ticaret yapıp mallarına mal katma gâyesi güdeceğini; fakirlerin, şefkat ve merhamet atmosferini kullanarak daha iyi dilenmeyi düşüneceğini ve güzel Kur'ân okuyan, âlim kimselerin de, gösteriş ve riya, başkalarına seslerini ve şöhretlerini duyurma ve ilm ü irfanlarını gösterme çabasında olacaklarını söyleyerek, hac ve umrelerini yalnızca Allah için yapmaları hususunda ümmetini ikaz etmiştir.

Hac bir okuldur. Dünyadan tamamen tecerrüdü, cismanî hazlardan bütün bütün sıyrılmayı resmedercesine binası dik yamaçlar, sert kayalar ve siyah taşlar arasında ikame edilmiş bir okul. Bu kısa süreli ama pek tesirli mektep; deniz kenarında, yeşil ve mavinin bütün tonlarının görülebileceği bir sahilde bina edilmemiş de, imtihanın bir sırrı olarak celâl tecellilerini üzerinde barındıran Mekke'nin mehîb atmosferinde kurulmuştur. Buradan mezuniyetin bir manada ebedî saadet beraatı almak olduğunun farkına varanlar, diploma alacak talebelerden biri olabilmek için senelerce dua eder, hazırlanır, Kâbe'nin ve haccetmenin havasına girerler. Girerler de geçmek bilmeyen aylar, haftalar ve günlerden sonra, halis bir niyet, helâl kazançlarından temin ettikleri yol azığı ve arkada kalanlarla helâlleşip kul haklarından kurtulmanın verdiği iç huzuruyla kutlu beldelerin yolunu tutarlar.

Eğer siz de araya araya O'nun izini bulmak, izinin tozuna yüz sürmek arzusuyla yola düşenlerden biriyseniz, çoktan dünya ve cismaniyete dair her şeyi kalbinizden çıkarıp attığınızın remzi ihramınıza bürünür, makam, mansıp, şan ve şöhreti unutarak kullardan bir kul edasıyla bembeyaz, bereketli ve ruhanî bir yolculuğa başlarsınız. Bu kutlu seferde en çok duyacağınız söz, 'yâ sabır hacı, yâ sabır'dır. Sabra gerçekten çok ihtiyacınız olacaktır. Geçmek bilmeyen saatler, sonu gelmeyen yollar, ateşîn bekleyişler ve şeytanın gözümüzde çirkinleştirdiği başka insanların hâl ve tavırlarına takılma zaafı ancak sabırla aşılacaktır.

Mekke ve Kâbe

Peygamberimiz (sas)'e beşiklik eden nurlu belde Mekke'ye yaklaştıkça tarifi imkânsız hislerle dolar, geçtiğiniz her tepede, döndüğünüz her köşede Mescid-i Haram'ı ve Kâbe'yi ararsınız. Günümüzün kapitalist dünyasını aksettiren tuhaf binalar ve reklam tabelaları az içinizi burksa da, kalbiniz asıl varmak istediği ile meşguldür ve siz bir an önce, duaların geri çevrilmediği, misafiri olacağınız Yüce Allah'ın evine ulaşmaya çalışırsınız. Sonunda nispeten karanlık koca binalar arasında, mütevazı ama renk cümbüşü ve ötelerden gelen kokusuyla âdeta sizi büyüleyen Beytullah'ı görürsünüz. Affına ferman bekleyen bir suçlu çocuk edasıyla içeri girerken, Kâbe'yi görünce yapacağınız ve kabul olacağına inandığınız ilk duanızı zihninizden geçirirsiniz. İmam-ı Azam'a atfedilen, "Rabbim! Bu ve bundan sonraki dualarımı kabul eyle" sözünü hatırlarsınız. Ve artık Kâbe karşınızdadır. Senelerce, O'nu görünce bayılırım, ağlarım, haykırırım dediğiniz Kâbe size tebessüm ediyordur. Ağlamak, hıçkırmak, yere kapanıp secde etmek, dua okumak, tebessümle Kâbe'ye göz kırpmak.. hiç birini yapamazsınız bunların. Donmuşsunuzdur sanki. Bir müddet öylece beklersiniz. Tarif edemediğiniz sezişler, ilk defa muhatap olduğunuz duyuşlar, plânladığınız duayı zor güç söyler ve tavâfa başlarsınız.

Kâbe, karalara bürünmüş sevgili.. çok kıskançtır o. Hemencecik açmaz peçesini size. Kendinizi tamamen ona vermenizi ister. Siz kalbi kaskatı ve talihsiz bir insan olduğunuz hissiyle nefsinizi levmederken, aynı zamanda sevgiliye pervane olup onun etrafında döner durursunuz. Bu dönüşlerin akabinde, Kâbe'de hareket hisseder, peçesinin indiğini sezer ve şefkat kollarının size doğru açıldığının farkına varırsınız. Sabır orada da size hakiki yâr olmuştur. Acele etseniz ve olmuyor deseniz belki sevgili hep size kapalı kalacaktır. Ama ısrarla ona iç dökmeniz, onun da rahmetini celbeder. Kâbe sizin Haceriniz, siz de onun İsmail'i haline gelirsiniz. Gözünüz hep ondadır artık.

Hacerü'l-Esved cennetten hediye bir taştır. Aslında bembeyazken insanların günahıyla karardığı belirtilen bu taş, onu öpen nebiler, veliler ve salih kullarla bir kere daha 'kara taş' olmaktan çıkmış, mutlu ve mesud manasına 'Hacerü'l-Es'ad' olmuştur. Ona selâm verirken ya da mümkünse onu öperken, Hz. Ömer'i hatırlar, 'Ey taş, bilirim ki sen bir taşsın. Ne zararın olur ne de faydan. Eğer Allah Rasulü'nü seni öpüyor görmeseydim ben de öpmezdim' dediğini duyar ve siz de dudaklarınızı milyonlarca mübarek dudağın değdiği yere değdirmek istersiniz.

Kesret içinde vahdet

Yüzbinlerce kul ihramlar içinde; birbirinden farksız, sadece Hakk'a kulluk payesiyle şereflenmiş, yüzbinlerce köle. Rütbe, makam, mansıp, mal-mülk, şöhret yok orada. Yüce dergaha kalkan eller, yerde göğe yakınlık arayan başlar ve o başlarda gözlerden süzülen yaşlar var. Yüzbinlerin içinde yalnızsınız, teksiniz. Bu manzarayla kesret/çoklukta, vahdet/birliği yakalamaya çalışırsınız. Rahmet-i Sonsuz'un, sizin inlemelerinizi de duyup gördüğünü bilir, aradan insanları, başkalarının bakışlarını çıkarırsınız; bir siz, bir de O kalır. İçinizi O'na döker, dertlerinizi bir bir O'na şerh-edersiniz. Bu hal sizi öyle yumuşatır, merhamet duygularınızı öyle coşturur ve kalbinizin bütün sevgi hücrelerini öyle harekete geçirir ki, artık çevreye bir başka bakarsınız. Sarı ırkın evlâdına, siyahî insanların efradına, milletine, ırkına, vatanına aldırmadan öyle sevgiyle dolarsınız ki, âlemşümûl kardeşliği bütün güzelliğiyle tadarsınız. Bir Sudanlı'nın sizden aldığı selâm ve tebessümle nasıl da sevindiğini görür, bir Faslı'dan da o inceliğinizi esirgemezsiniz. Her milletten Müslümanlarla din kardeşi olmanın eşsiz hazzını yaşarsınız bir selâmın bahçesinde, bir tebessümün kollarında.

Siz böyle sevgi alıp kardeşlik verirken yanınızda, önünüzde, arkanızda sizinle tavâf eden mü'minlerin en içli inlemelerini de duyarsınız. O güne kadar işitmediğiniz aşk mısralarının, hasret bestelerinin, hicran ifadelerinin ardı ardına terennüm edildiğine şahit olur, ellerinizi onların elleriyle beraber Yüce Dergah'a kaldırır, yanaklarınızdan akan göz yaşlarına 'amin' dedirtirsiniz. Bazen öyle bir üns esintisi hissedersiniz ki, nebilerle, velilerle ve meleklerle kol kola tavâf ettiğinize inanır, bir rüyada olduğunuzu zanneder ve uykudan uyanma korkusuna kapılırsınız.

Safa-Merve arasında gidip gelmeleriniz size Hz. Hacer ve Hz. İsmail'i hatırlatır. Bu defa da Hacer siz olursunuz, gözünüz İsmail'de, Kâbe'de. Safa-Merve arası gider gelir, 'su' istersiniz. Bir farkla ki, siz hatalarınızı, kusurlarınızı, eksik ve zaaflarınızı temizleyecek bir su ararsınız. Bir de himmetiniz âlî ise, 'nesil' gibi bir derdiniz, 'Allah'ın adının i'lası' gibi bir davanız varsa, dizlerinizdeki derman nispetinde koşar durur da, 'Rabbim, neslin ateşini söndürmeye su, Rasulullah'ın gemisini yüzdürmeye su...' dersiniz. Yine o suyun ilk kaynağı sizin gözleriniz olur.

Beytullah'ta namazlar çok farklıdır. İnsanlar Kâbe'yi tavâf eder, doğru; ama bazı Hakk dostları da vardır ki, Kâbe onların etrafında pervane döner. Müezzin ezan okurken uçağın havalanacağı anonsu alıyor gibi olursunuz. İmam tekbir getirip namaza durunca da, Kâbe yavaş yavaş hareket eder. Sizi de kanatları altına alır ve Hakk dostlarını, kendisi gelemese de gönlü Kâbe'de vefalı kulları ziyarete gider. O an uçtuğunuzu hissedersiniz. Namaz öyle füsunlu, Kur'ân öyle sihirli, mü'minlerin ruhanî halleri öyle büyüleyicidir ki, o havanın hiç sona ermemesini arzularsınız. Namazın bitiş selâmıyla beraber tekrar ilk yerinize dönersiniz.

Her köşede O var

Vaktiniz ölçüsünde Arafat öncesi Beytullah'ta namaz, tavâf, zikir, Kur'ân ve tefekkürle meşgul olursunuz. Peygamberimiz'den ve İslâm tarihinden izler taşıyan Mekke'yi dolaşırsınız. Hz. Hatice'nin de medfun olduğu Cennetü'l-Muallâ'ya varır, oranın kutlu sakinlerine bir selâm verir ve Hira Mağarası'na yönelirsiniz. Hususîyle zirveye yaklaştıkça yanından geçtiğiniz her taşa el sürer, her kayayı öper ve 'Allah Rasulü buna mutlaka dokunmuştur..' duygularıyla ilerlersiniz. Hayalen asırlar öncesine gider, Efendimiz'in mağaradaki ıssız, sessiz, kimsesiz, dert ve ızdırapla, insanlığın ebedî saadeti uğrunda çektiği sancılarla kıvrım kıvrım halini anlamaya çalışırsınız. Hz. Cebrail, bir kere daha gelmiş gibi olur, yine 'oku' der o insan güzeline.. Peygamber'in gözüyle Kâbe'ye doğru bakmaya çalışır, o günün karanlık Mekke'sini düşünür, Sonsuz Nur'un ışık olma adına çektiği çileyi öteden, çok uzaktan da olsa duymaya çabalarsınız.

Bir başka gün Sevr Mağarası'na çıkarsınız. Allah Rasulü'ne perdedarlık eden o güvercin, o örümcek olmayı düşlersiniz. Hz. Ebu Bekir'in, Efendimiz'i korumak için duyduğu heyecanla kalbinizin ritmi hızlanırken, O'nun; 'Tasalanma, Allah bizimle beraberdir.' sözüyle itminana erersiniz. Sonra, son bir kere daha Mekke'ye, Kâbe'ye bakar ve Nebi'nin mahzun sesini duyarsınız: 'Ey Mekke, seni çok severim. Zorla çıkartmasalardı Vallahi senden ayrılmazdım.' O tehassür, bu defa da sizin gözyaşlarınızla ıslanır. Peygamber yolunun bir cilvesini daha hatırlarsınız; hicret, gurbet ve hicran.

Bazen Hz. Bilal'in küfre karşı haykırışa dönüşen 'Ehad, Ehad! Allah bir, Allah bir!' fısıltılarına kulak vererek, bazen Hz Ammar'ın öksüz ve yetimliğini vicdanınızda yaşayarak, bir başka zaman da müşriklerin zulmüne maruz kalan ilk müminlerin, dini yüceltme uğruna her şeye katlanmalarını, sükûtlarındaki derinliği hissedip çığlık çığlık hıçkırıklara boğularak Mekke'nin mükerrem sokaklarını adımlarsınız. Yolunuz Arafat öncesi son hazırlıklarınızı yapacağınız, fedakârlıkla şefkatin, emre itaatteki inceliği kavramakla muhabbetin kolkola bulunduğu Mina'ya düşer. Mina, sizi bir kaç namaz vakti misafir ettikten sonra Arafat'a uğurlar. Siz de, yol boyu tehliller, tekbirler ve tesbihler eşliğinde ruhunuzu yakan iç ateşiniz ve affı intizarınızın gönlünüzde tutuşturduğu yangınla Arafat'a ulaşırsınız.

Arafat, Müzdelife, Mina

Arafat; şefkat, hüzün, hicran, vuslat, kurbet, dua, yakarış, iç çekiş ve dert döküşün birbirine karıştığı arzdaki semavî koridor. Her şey başkadır orada. Siz tamamen masum bir çocuk kesilirsiniz. Önce iki namazı cem' edeceğiniz anı bekler, namazdan sonra da ayakta vakfeye ve duaya durursunuz. Bu rüya zaman dilimi ve rüya mekânda dualar ayakta başlar.. yüzbinlerce insanın en samimi yakarışlarıyla her yer çınlar.. an be an sesler kısılır.. boyunlar bükülür.. dizlerin bağı çözülür. Sanki sema kapılarının gıcırtılarını duyarsınız birden.. irkilirsiniz.. bir hayret makamında tir tir titreyişleriniz, aritmi atan kalbinizin cazibe veya dâfiasıyla yer yer sendelersiniz, hattâ farkında olmasanız da artık bedeniniz yere yığılmıştır.. alnınız secdede, yüzünüz toz-toprak içinde, sırlı bir rampa bulursunuz, başınızı göğe erdirecek. Ve sözler, yerini kalbî gel-gitlere bırakır. Bir an gelir mekân değişir, zaman başkalaşır ve siz 'buldum' diye bağırmamak için dilinizi ısırırsınız. -Hâşâ ki O'na mutlak el izafe edilsin- O'nun elinin başınızı sıvazladığına, kimsesizliğinize kimse bulduğunuza inanırsınız.

Bazı insanlar, belli müddet vakfe ve duadan sonra Müzdelife yolunu beklese de, eğer Allah Rasulü'nün ayakta ve bir ayağı yorulunca onu diğerinin üzerine koymak suretiyle gün batana kadar içli içli dua ettiğini biliyorsanız, siz de gücünüzün yettiğince dua ve yakarışta bulunur, o nurlu dakikaları azamî ölçüde değerlendirmeye çalışırsınız.

Müzdelife'ye varışınız bir mehtap aydınlığına rastlar. Başınızı bir yana koyup dinlenecek küçük, dar bir mekân dahi bulamazsınız orada. Zaten o bereketli geceyi uykuda geçirmeye de gönlünüz razı olmaz. Aklınızda hakikatını çok arzuladığınız bir müjde vardır; ümmeti için ağlayan Allah Rasulü'ne, -İnşaallah- kul hakkı da dahil af beraatı Müzdelife'de verilmiştir. Hattâ zayıf hadis-i şerifte, "Müzdelife'de en büyük günah, affedilmediği vehmine kapılmaktır" denilir. Siz de bu recayla bir kere daha namaza, Kur'ân'a ve duaya sarılırsınız.

Sonraki menziliniz tekrar Mina'dır. Şeytanı taşa tuttuğunuz Mina. Orada normal kurbanlarınızla beraber bir de, aklı kalbe kurban edersiniz. Bilirsiniz ki, taşladığınız da taştır. Attığınız taşlar madden şeytana ulaşacak değildir. Ama Allah Rasulü (sas) öyle öğretmiştir. Siz de, O'na ittibâen elinizdeki çakılları fırlatır, azminiz, kulluk niyetiniz, şeytan ve nefsinizi kınamanızla iblisi bir kere daha kendi ateşi ile yakarsınız.

Kurban, traş, hac giysilerinden soyunma ve veda tavâfı derken o sihirli yolculuğunuzun sonuna gelirsiniz. Hac günlerinin saat saat geriye sayışı, takvim yapraklarının bir bir kopuşu içten içe kalbinizi incitirken, duygularınızı sızlatırken, habîbelerinden cüdâ düşen Mecnun'un, Kerem'in, Kamber'in, Tahir'in hicranından daha derin, daha üstün ve aşkın bir ruhî infilakı yaşıyor gibi olursunuz. Mescid-i Haram'dan ayrılış gerçekten çok zor gelir insana. Ya kara gelinlikli sevgiliyi geride bırakış?.. Hz. İbrahim'in göznurunu arkada bıraktığı anki hüznü yaşarsınız. Adımlarınız sizi haremin dışına çıkarırken nazarlarınızı tekrar tekrar sevgiliye yöneltir, hareket etmeye derman dahi bulamazsınız. Daha ayrılmadan özlemişsinizdir oraları. İşte o an, sizi teselli edecek tek şey vardır; o da, vakfe ve tavâfla manen temizlendikten sonra, haccın rüknü olmasa da, bir vefa borcunu eda etmek için Medine yoluna koyulmanız, Habibiniz (sas)'e kavuşacak olmanızdır.

Peygamber köyü

Nurlu şehir Medine Hz. Peygamber'e kucak açan mukaddes belde, size de bağrını açar. Mekke'deki celâl tecellisi yerini cemal nurlarına bırakır. Hurma bahçelerini, Mescid-i Nebevî'nin minarelerini ve Yeşil Kubbe'yi gördüğünüz an kaddiniz bükülür, boğazınız kurur. Fırsat bulursanız bir ara vasıtanızdan iner, O'nun köyünün toprağını gözünüze sürme diye sürersiniz:

Araya araya bulsam izini,
İzinin tozuna sürsem yüzümü,
Hakk nasip eylese görsem yüzünü,
Ya Muhammed canım arzular seni,


der; büyüklerin büyüklüğü çapında olmasa da, küçüklüğünüz nispetinde gönül çırpınışları ve aşk besteleriyle Nebi'nin mescidine varırsınız. Ömrünüzde o kadar mahçup olduğunuz başka bir an belki de yoktur. Ya oranın Kutlu Sahibi şimdi size, 'Peygamberin huzuruna hediyelerle gelinir. Sen ne getirdin?' derse... Evet bir manada peygamberler kabirlerinde sağdırlar. O da sağdır. Farklı bir buudda sizi duyar, sizden haberi olur ve meleklerin aracılığına bırakmadan selâmınızı bizzat kendisi alır. Elleriniz birbirine kenetli, el-pençe-divan durmuş, halinizi, acz ve fakrınızı sergilersiniz. Fakrınızı orada daha bir derin hissedersiniz.. hangi amelinizi, hangi hizmetinizi hediye olarak takdim edeceksiniz? Dudağınız kurur.. hıçkırıklar boğazınızda düğümlenir. Neyse ki, vatanınızda O'na âşık nice gönül eri vardır. Selâmlarını yüklemişlerdir sırtınıza. Bir kenara çekilir, selâm gönderen insanların isimlerini sayar, onların halis niyetlerini şefaatçi hediye olarak arzeder ve ona yönelirsiniz. Sanki demir parmaklıklar aradan kalkacak.. sanki Nebi elinizi tutacak.. sanki herşeye rağmen mübarek eller başınızı sıvazlayacak.. ve sanki yıllarca karanlık bir odada, bir Kâbe resminde veya seccadenizden açılan pencerede aradığınız Sevgili orada bir daha kapamamak üzere perdeleri size açacak gibi olur.

Namazlarla, salâvat-ı şerifelerle, dualarla, iç yakarışlarıyla dolu dolu geçen günler arasında bir cumartesiyi kollayıp Kuba Mescidi'ne, bir başka gün Cennetü'l-Baki'ye ve ardından Uhud'a gider.. sırayla sahabe efendilerimizi selâmlar, hatıralarını tazeler, her an ayrı bir his tufanı, duygu fırtınasıyla en az kırk vakit namaz kılacak kadar da Medine'de kalırsınız. Orada saniyeler dahi bambaşka duygu, his ve hatıralara dâyelik eder, ama bu yazı onları anlatamaz.

Ötelerin kokusuna mani virüsler

İnsan, hacdan ve o mübarek yolculuğun her durağından manevî hazırlığı ve kalbî derinliği ölçüsünde istifade eder. Kimileri orada Saadet Asrı'nın nuruyla mahmur yaşarken; bazıları, Mescid-i Haram'daki hırsız ve dilencilere, diğer Müslümanlar'ın kültür farklılığından dolayı tuhaf görünen hallerine takılır ve bazıları da, hediyelik eşya derdine düşerler. Oysa, hırsız ve dilenciler çoğu zaman değişik çevreler tarafından, mü'minlerin şefkat atmosferini istismar için kullanılır ve onların arkasında umumiyetle hakiki imandan mahrum kimseler vardır. İmtihanın da ayrı bir vechesidir ki; bazı mü'minlere şeytan sadece o hırsız ve dilencileri düşündürür, gösterir. Diğer bir kısım Müslümanlar da, farklı ülkelerden gelen bazı mü'minlerin bedevilik sayılabilecek hallerine takılır, onları küçümseyerek kaybeder. Zira bazı mezhepler, yürüyerek de olsa yol bulanların hac yapmasını zaruri kabul eder ve birçok fakir mü'min, vazifeyi idrak şuuru ve sâikiyle Mekke'ye koşar. Yeni müslüman olanlar da vardır bunların içinde. Bütün şartları zorlayarak hac yapan bu insanlar ufak vesilelerle kınanmamalı, bilâkis takdir edilmelidir. Oradakiler Allah'ın misafiridirler ve misafire söylenen sözlerin bir ucu Ev Sahibi'ne dokunmaktadır.

Bir de hediye hastalığı vardır ki, zikretmeden geçemeyeceğiz. Hususiyle Medine'de insana musallat olan hediye arama-alma virüsü, Peygamber köyünün havasını teneffüsten birçok mü'mini alıkoyar. Ve biraz hüşyar gönüller, mü'minlerin bu haline üzülür de, 'keşke zemzem ve hurmayla iktifa etseler ve hacı yolu gözleyenlere maddî hediyeden öte nurlu beldelerin manevî havasını götürseler.' dedirtir.

Evet, Nebi menşe'li bir sözde, 'gücü yettiği halde hac yapmadan ölenler; ister Yahudi olarak ölsün, isterse de Hristiyan olarak..' denilir ve imkânı varken hac yapmamanın imanla çene kapamaya mani olabileceği ifade edilir. Her mü'min aklen, fikren ve kalben bu mübarek sefere hazırlık yapmalı ve ilk fırsatta yola revan olmalıdır. Arzetmeye çalıştığımız duygu ve hislerden mahrum olsa da, Allah'ın emrini yerine getirme niyetiyle haccetmelidir.

Rasulullah'ın selâmı var

Peygamber köyünden davet bekleyenler hatırına, İmam-ı Azam'dan bir anekdotla sözlerimizi noktalamak istiyoruz: İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri'nin elli bir defa hacca gittiği rivayet edilir. Bildiğini öğretme, bilmediğini öğrenme ve İslam âleminin dertlerine çözüm bulma gâyesiyle o kadar hacca gitmiş midir, bilemeyeceğiz. Ama anlatılan o ki, son haccında bir rüya görür ve rüyada artık o beldelere bir daha gidemeyeceği söylenir. Hz. İmam, o kadar hacca gitmesine rağmen Allah Rasulü'nün huzuruna, O'nun medfun bulunduğu aziz mekâna bir türlü gidemez, yanaşamaz. Korkar, utanır; 'Neyle geldin, ne getirdin?' denilirse cevap veremeyeceği endişesini yaşar. Onca sene, mescidin en arka saflarında namaz kılar, sonra çadırına varır, ağlamaya durur: 'Sen çağırmadan huzuruna varmayacağım ya Rasulallah' der. Senelerce bu hali devam eder. Son haccı olduğu düşüncesiyle o yıl daha bir hicran yüklüdür. Her namaz sonrası gözyaşı, hıçkırık ve 'Ne olur ya Rasulallah, bir kerecik davet et!' sözleriyle kıvranmaktadır.

Bir gün, bir başka adam Efendimiz (sas)'in kabrinde, demir parmaklıkları tutar, O'na nazlanır: 'Ya Rasulallah, Sana geldim, Senin misafirinim. Malımı mülkümü kaybettim. Aç-susuzum. Bana yardım et.' der durur. İsteği maddîdir, kendi çapında bir adamdır ama samimidir, ıztırar halinde dua etmektedir. Birden perdeler kalkar, Gül Sultan misafirine döner: 'Falanca çadıra git. Orada Numan (İmam-ı Azam) var. O'na de ki; 'Rasulullah'ın sana selâmı var, seni çağırıyor.' Adamcağız Efendimiz'i görmüş olmanın verdiği heyecanla, şaşkın şaşkın tarif edilen çadıra varır, çadırın örtüsünü kaldırır. Bir pir-i fani görür içeride. Saçı-sakalı, gözlerinin yaşı birbirine karışmış bir ihtiyar, 'Bir kerecik 'gel' demeyecek misin ya Rasulullah!' diyerek inliyor. Adam sorar: 'Numan sen misin?' 'Ne işin var benimle?' cevabı gelir.. ve ardından yıllarca hayal edilen müjde: 'Rasulullah'ın sana selâmı var, seni çağırıyor.' Numan doğrulur, bu müjde için sakladığı bir kese altını adamın eline tutuştururken, 'Ne olur şu sözü bir kere daha söyle' der. Bir kere daha.. bir kere daha.. her söyleyişe cübbesini, sarığını.. hediye eder ve hıçkırıklarla yola koyulur O'na koşar.

Hele bir de siz isteyin. Bir davet de siz bekleyin. Hata ve kusurlarınızı yıkama adına döktüğünüz bir kaç damla gözyaşını, O'nu sevenlerin omuzunuza yüklediği hasret ve hicran bohçalı selâmları, sizi Cuma yamaçlarına taşıyacak olan -az da olsa samimi- hizmetlerinizi ve en duru niyetlerinizi hediye edinerek, siz de bir mübarek sefer fırsatı kollayın. Kim bilir, ötelerden bir müjde de size geliverir.

Osman ŞİMŞEK