Eslemnur
Thu 23 September 2010, 03:44 pm GMT +0200
V. BiR KAÇ MUHTELiF MESELE
a. Anayasanın (Düstur) un tefsiri yorumlanması) hakkı:
SORU:
Anayasayı tefsir (yorumlamak) etmek hakkı kime aittir? Teşri (yasama) organın mı yoksa adliyenin mi vazifesidir?
Eski Anayasada bu hak adliyeye verilmişti. Yeni Anayasada bu hak Adliyeden alınmış Teşri (yasama) organına verilmiştir. Böyle bir değişiklik, Adliyeye mahsus olan yetkilerin daraltıldığına dair itirazlara sebep oluyor ve bu hakkın Adliyenin elinde kalması isteniyor. Bu mesele hakkında bir zat şu fikri ileri sürüyor: İslâmın ilk devrinde Adliyenin işi sadece davalara bakmaktı. Kanun tefsiri ve şerh etmek işi Adliyenin yapacağı işlerden değildi. Adliye bu hususta bir yetkiye sahip bulunmuyordu. Kanunun doğru ve yanlış olduğu hakkında da bir değerlendirme yapamazdı. Böyle bir fikir doğru mudur? Doğru ise ne derece doğru olabilir?
Cevap:
Zamanımızın kanun ve Anayasa meselelerinde, İslâmın ilk devirlerine mahsus durumu gözönünde bulundurmak gerekir. Fakat bu şekilde istidlal edenler daima şu büyük farkı gözönünde bulundurmalıdır: O zamanki toplumsl durum ile bizim bugünkü toplumsal durumumuz bir değildir. O zamanın iş başında bulunan idarecileri ile bu devrin iş başında bulunan idarecileri de aynı değildir.[217]
Hülefa-i Raşidin devrinde Halifenin kendisi, Kur'an ve Hadis âlimlerinin en büyüklerinden biri idi. Temiz ve doğru bir kimse olduğu için de bütün müslümanların itimadını ve güvenini kazanmış bulunuyordu. Yaşayışta karşılaşılan herhangi bir mesele, onu din yolundan döndüremezdi. O zamanının Şûra Meclisi azaları da aynı şekilde, millet arasında dini en fazla bilenlerden ve herkesden ziyade dine bağlı olan kimselerden oluşmuştu. Bu seçkin şahsiyetler içinde, din hususunda her ne şekilde olursa olsun, ihmâl gösterecek kimse yoktu.[218] Nefsin heva ve hevesi ve bu gibi şeyler, onları hiç bir zaman dinlerinden döndüremiyeceği gibi, müslümanlar da bunların ne suretle olursa olsun bid'at koyacaklarına veyahut da İslâm yolundan başka bir yola sapacaklarından endişe etmezlerdi. Toplumsal kitlenin çoğunluğu yine o devirde din rengi ile boyanmışlardı. Hiçbir kimsenin herhangi bir değişiklik yapmaya ne cesareti vardı ne de böyle bir şeyi düşünebilirdi. Hiçbir kimse de İslam ruhuna aykırı herhangi bir hüküm veya karar vermeyi aklından geçiremezdi. Bu yüksek ölçü o zamanki adalet sisteminde de mevcud idi. Kadılık (Hâkimlik) makamına yükselmiş bulunan şahsiyetler Kur'an ve Sünnet hususunda dikkatli kimselerdi. Son derecede muttaki, ahlaken titiz ve temiz şahıslardı. Onlar, ilâhî kanuna kıl kadar tecavüz etmeyi düşünmezlerdi. Teşriî ve adlî organların vaziyeti de böyle bir ortamda ahenk içinde idi. Bütün kadılar davaları Kur'an ve Sünnetin ışığı altında görürler ve karara bağlarlardı. Herhangi bir zaruret karşısında ictihad etmek zorunda kaldıkları hususlarda da islâm ruhuna uygun bir şekilde ictihad ederlerdi. Bir kadının (hakimin) tek başına ictihad edip hükme bağlamasına imkân olmayan hususlarda da kadı kendi başına ferden ictihad etmez, meseleyi Halifeye veya Şûra Meclisine arzeder ve onların toplu ictihadları üzerine bu husustaki Şeriat ahkâmını tayin ederdi. Bu mevzularda toplu ictihad müessesesi öyle ince eleyip sık dokurdu ki, din usullerine tamamiyle mutabık bulunurdu. Bu devirde şu da söz konusu değildi ki, kadılar, Şûra Meclisinin kanun olarak ilân ettiği hükümlerden başka, bir görüşü takip etsinler. Nitekim, herhangi bir kanunu, kabul etmekte müsaadeleri bulunsaydı bunun esası şu olabilirdi ki, bu kanun aslında kanunun esasına — yani Kur'an ve Sünnete — muhaliftir. Kur'anın ve Sünnetin açık hükümleri bulunan hususlarda da kanun yapılamazdı. Kanun yapmak, ancak "Nass" bulunmayan hususlarda olabilirdi. Ve ancak böyle meselelerde zarurî olarak ictihad yoluna gidilirdi. Bu gibi durumlarda da elbette ki, toplu ictihad. ferdî ictihaddan daha çok güvenilir durumda olurdu. İsterse toplu içtihadda bazılarının görüşleri diğerlerine uymasın.
Şimdi, şurası da malûmdur ki, bugünkü durum o zamanki durum değildir. Ne bugün devletin başında bulunan ne de kanun vazeden (yapan) meclis azaları, Hülefayi Raşidin devrinin hükümeti başında bulunan kimsedir. Ne de bugünkü kanun vaz'eden (yapan) müessese azaları, o zamanki Şûra Meclisi azaları gibidirler. Ne de bugünkü hâkimler, o zamanki kadılar vasfındadırlar. Ne de kanun yapmak ve kanun tefsir etmek hususunda o zamanki titizliği göstermek imkânı vardır. Durum böyle olunca, şimdi bizim, kendi Anayasamızın tefsiri için Hülefayi Raşidin devrindeki vaziyeti gözönünde tutarak onların zamanındaki şekilde bir müessese kurmadan önce bugünkü vaziyete dikkat etmemiz icabeder. Ancak bu tetkikten sonra, o devrin benzerine dönelim. Bugünkü vaziyete göre, şer'i meseleleri alâkadar eden hususlarda son merci ne icraî (yürütme) organ, ne teşriî, ne adliye ne de müşavere heyeti olabilir. Ancak müslümanların tam manasiyle güven duydukları bir müessese olabilir. Şeriatı tahrif edip, bozma yolunu tutan ictihadlar, müslüman kamuoyunu olumsuz olarak tesir altında bırakmaktan başka bir netice veremez. Böyle olunca milletin güveni sarsılır. Anayasa hükümleri bir tarafta dursun, alalade hükümlerde bile, şeriatın hilâfına, karar vermek ve her ne şekilde olursa olsun bir meseleyi indi şekilde karara bağlamak tehlikesinden uzak olabilmek için bir ikaz edici kurulun mevcudiyeti şarttır ki, kanun vazeden teşri organın ölçü dışına çıktığını görürse, hemen karşısına çıksın ve ikaz vazifesini yapabilsin. Böyle bir kurul veya idare de elbette ki Adliye ile olabilir.
b. İslâm ve Cumhuriyet[219]
İçinde bulunduğumuz şu günümüzde, Cumhuriyet nizamının, en iyi nizam olduğunu ileri sürüyorlar, İslâmi siyaset nizamı hakkında şöyle düşünüyorlar: İslâm nizamının da büyük bir kısmı, Cumhuriyet rejimi esası üzerine kurulmuştur. Benim düşünceme göre, Cumhuriyet rejiminin bazı noksanlıkları vardır. İslâm bu noksanlıkları da bertaraf etmek istemiştir. Bu noksanlıkları aşağıda sıralıyoruz:
1. Başka siyasî rejimlerde olduğu gibi Cumhuriyetrejiminde de nihayet iktidar fiilî olarak ve amelen halkın elindedir, deniyorsa da yine bu iktidar gerçekte birkaç kişinin elinde toplanmış bir nevi danışıklı dövüş şeklinde ortaya konmuş ve yine halk bu şekilde kandırılmış oluyor. Böylelikle, çoğunluk hâkimiyeti: (plutoc racy) veya zümre hâkimiyeti (Oligarchy) şeklini alıyor.
Bu nokta nasıl halledilecektir?
2. Halkın çeşit çeşit ve birbirine zıd görüşlerini aynı zamanda gözönünde bulundurmak ruhî bakımdan kolay iş değildir. Cumhuriyet ise, halk mesuliyeti esasına dayandığından bu işin içinden nasıl çıkılacaktır?
3. Halkın çoğu cahil ve bilgisizdirler. Bunlar saf ve sade insanlardır. Çok vakit ihtiyatsız olarak, şahısları putlaştırma yolunu tutarlar. Şahsî garazlarının peşinde koşanlara kapılırlar. Bunlar da halkı sapık yola sürükleyebilirler. Bu vaziyet karşısında Cumhuriyet rejiminde milletvekili seçimi ile işi idare etmek mümkün olabilir mi?
4. Halkın isteği ile, Meclise girecek olan mümessiller ve vekiller toplanarak bir idare kurulu meydana getirirler. Bu meclisin pek tabiidir ki, bir çok âzası olacaktır. Bunların da meseleler hakkında tartışarak ederek işleri karara bağlamaları kolay olabilir mi?
Zat-ı faziletlerinden ricamız bu hususların, bir İslâmî hükümette çözüm şeklinin çarelerini izah buyurmalarıdır. Bu mühim meselelere nasıl çare bulunacak ve bu işler nasıl düzene girecektir?
Cevap:
Zat-ı alilerinin, Cumhuriyet rejimi hususunda ortaya attıkları tenkitlerin hepsi doğru ve yerindedir. Fakat bu meselelerde son kararı vermek için evvelâ bir kaç nokta üzerinde zat-ı alilerinin dikkatini çekmek icabeder.
İlk soru şudur: İnsanî muameleleri yürütmek için hangi usul sahih ve doğru bir usuldür? Acaba, halka ait meselelerde halkın rızası gözönünde bulundurularak, halk ile, müşaverede bulunulup meseleleri onların istedikleri gibi mi halledelim ve onların rızasına göre mi muamelelerde hüküm verelim ve onların itimatlarını kazanarak, güvenlerini sağlıyarak mı işleri karara bağlayalım? Yahut da, bir zümreyi veya birkaç şahsı işin başına geçirip oturtalım ve onlar da kendi keyiflerinin istediği gibi mi meseleleri halledip işleri yürütsünler? Halkın rızası olup olmadığını düşünmeden mi işleri devam ettirsinler? Birinci şekil doğru ve delillere istinad ediyorsa, o zaman bizim için ikinci şekle dönmeye ne lüzum vardır? ikinci şekle dönmenin kapısı artık kapanmış bulunuyor demektir. Buna göre, bütün bahislerin birinci şekil üzerinde cereyan etmesi lâzımdır. En doğru yol da budur.
Başka bir nokta da şudur ki, zaman zaman Cumhuriyet usulü ile çalışan bir hayli hükümet şekilleri ortaya çıkmıştır. Bunlardan hangi şekil kabul edilecektir? Yahut hangileri tercih edilmeyecektir? Bunların çok çeşitli şekillerini bir tarafa bırakalım da Cumhuriyetin asıl usul ve maksadı üzerinde duralım. Acaba, bu şekilde ne yapılırsa maksada uygun olur ve muvaffakiyet yolu tutulmuş olabilir? O zaman bunun muvaffak olmasının üç sebebi vardır:
Birincisi: Cumhur - u Halk söz sahibi, mutlak muhtar ve mutlak hâkim farzedilmektedir. Bu itibarla Cumhuriyetin ve işlerin idaresinin tam söz sahibi Cumhur-u Halkın olduğu ileri sürülüyor. Halbuki insanın kendisi aslında kâinatta ihtiyar sahibi değildir. İnsanlardan oluşmuş bulunan Cumhur-u halk nasıl olur da bir hâkimiyete ehliyet kesbeder? O zaman tam yetki ve tam söz sahibi bir Cumhuriyet kurmak için çalışmanın manası, hâkimiyetin birkaç seçkin kişinin eline geçmesini sağlamak demektir. İşte İslâm, ilk adımda bu hastalığa çare bulmuştur. İslamda Cumhuriyet bir temel kanun üzerine bağlanmış ve orada kâinatın asıl hâkimi (Sovercign) tayin edilmiştir. Cumhur-u Halk da bu kanuna sarılarak işlerinin yürütülmesi yolunu tutmuşlardır. Buna göre Cumhuriyet idaresinin başında bulunanlar tam yetki ve tam söz sahibi değillerdir. Bu böyle olmayınca Cumhuriyet de muvaffak olamaz ve muvaffakiyet yolunda yürüyemez. Başarısızlığın sebebi de burasıdır.
İkincisi: Hiçbir Cumhuriyetde halk şuurlu ve ahlak sahibi: olmadan Cumhuriyet yürüyememiştir. İslâm, bu sebepten dolayı bütün İslam camiasının fertlerinin terbiyesi üzerinde durmuştur. Bu meselenin esası şudur: İslâmda fertlerin fert olarak herbir şahsın iman duygusuna sahip olup, yani Hak Taalâ karşısında mesuliyet hissini duymaları lâzımdır. İslâmın esas ahkâmı da buna bağlıdır. Bu hususta birşey eksik olursa, o zaman Cumhuriyetin de muvaffakiyet imkânları azalmış olur.
Üçüncüsü: Cumhuriyetin muvaffakiyeti için mutlaka uyanık ve mazbut bir komuoyuna ihtiyaç vardır. Bu komuoyu ancak, camianın fertlerinin hepsi iyi insanlar ve salih kimselerden oluşunca gerçekleşir. Hiç olmazsa çoğunluğu teşkil eden zümre, iyi insanlardan ve faziletli kimseler olmalıdır. O zaman böyle bir hükümetin yürüyebilmesi için içtimaî nizamda herhangi bir fenalık ve kötülüğün girmesine meydan bulunmaz.
Böyle bir cemiyetten çıkan üstün karakterli idareciler, işlerin yürütülmesinde büyük başarılar kazanırlar. Bunun içindir ki, islâm bizi her hususta hidayet kılmış ve doğru yolu da bizim önümüze koyarak göstermiştir.
Yukarıda belirttiğimiz hususlar bir araya gelirse, o zaman öyle bir Cumhuriyet teşekkül eder ki, muvaffakiyet yolunda devam eder ve yürür gider. Onun bu şartlar içinde yürümesinde hiçbir kimse kabahat bulamaz. Şayet bir kusuru olursa o zaman bu cumhuriyetin mensupları hemen bu kusuru giderir ve ıslah ederler. Bu ıslah ve düzeltmeden sonra şöyle bir mesele de vardır: Cumhuriyet sistemi tedrici olarak birçok ıslahattan sonra belli olan bu son şeklini almaştır. Fakat henüz hakîkî şeklini almış değildir. Daha bir hayli noksanları vardır ki, bu hususların da tamamlanması gerekir.
SORU
Bir zamandan beri ortada şöyle bir rivayet dolaşıyor: Pakistan devlet başkanına veya hükümet reisine "Emirel-müminin" yahut da "Halifetül-müslimin" ünvanı ile hitap edilsin. Bu düşünce hususunda biraz daha fazla bilgi sahibi olmak lâzımdır. Hükümet başkanının ve devlet reisinin bir "feshetmek" hakkı meselesi de vardır. Nitekim Hazret-i Ebu Bekir Sıddıyk Radıyallahu Taalâ anh, sahabilere karşı "veto" hakkı kullanmıştır. Bu mesele münkirlerin zekât vermekten kaçındıktan ve nübüvvet iddiasında bulunanların kesin bir şekilde hizaya getirilmesi için cihad hükmü verildiği sırada olmuştu. Hazret-i Ebu Bekir, o zaman sahabilerin ileri sürdüğü görüşleri reddeyleyerek cihad hükmü vermişti. Bunun için de şer'î delil ileri sürmüş ve bu delil ile "veto" hakkına benzer bir kanun sağlamış ve ortaya koymuştur.
Bu mevzuyu aydınlatmak için Cenab-ı Vâlâya (Zat-ı devletlerinize) bazı sorular yöneltmiş bulunuyoruz. Ümit ederiz ki, bu soruların cevaplarını bize açık olarak bildirirsiniz. Kıymetli cevabınızın bizleri memnun edeceği şüphesizdir.
1. Acaba Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh, bugünkü manada "veto" hakkı mı kullanmıştır?
2. Böyle bir "veto" hakkı kullanmış ise, bunun şer'î delili var mıdır? Veya yok mudur? Var ise nedir?
Cevap:
Dört Örnek Halife devrinin hükümet rejimi ile bugünkü devlet başkanlığı ve hükümet nizamı arasında yerle gök arası kadar fark vardır. O devirle bu devir arasındaki halk arasında da fark vardır. O devirde verilen bu karardan ve o devrin islâm tarihinden halkımız haberdar değillerdir. Ben bu konuyu gayet detaylı olarak ele aldım.[221] Bu hususta o bahisleri gözden geçirmeli. Buradan şu mesele açık bir şekilde aydınlanmış oluyor ki, Hilâfet nizamında "Veto" denilen hak ne demektir ve ne şekilde tefsir edilecektir. Bunun yetki ve söz sahibi olma dairesi nereye kadardır? O, "Veto" bizim bugünkü Anayasa ıslah işimizdeki "Veto" hakkından tamamen ayrı ve bambaşka bir şeydir. Hazreti Ebu Bekir, sadece iki meselede istidlal ederek böyle yapmıştır. Biri Usâme meselesi, diğeri de mürtedler aleyhine verilen cihad kararı. Bu iki meselede Hazret-i Ebu Bekir, kendi şahsî görüşü üzerine karar vermişti. Ve kendi görüşü için Kitabullah ve Sünnet-i Resulullah'tan istidlal etmişti.
Usâme meselesinde istidlal şöyle idi: "Böyle bir iş Nebî Sallallahu aleyhi ve sellem zamanında olmuş olsaydı ne yaparlardı? Ben de Zat-ı Saadetlerinin halifesi olmam nedeniyle ne yapmalıyım? Bu belayı bastırmak benim için bir farzdır. Ben hiçbir şey değiştiremem ve yeni bir şey de ortaya koyamam". demişti.
Mürtedler meselesinde de istidlal şöyle idi: Bir kimse namaz ile zekât arasında fark gözetirse ve namazı kılacağım da zekâtı vermiyeceğim derse, o zaman böyle bir kimse mürted durumuna girer. Böyle bir kimseye müslüman demek hatadır. Buna göre, bu güruhun delillerinin kabulü mümkün değildir. İsterse bunlar "La İlâhe İllallah" demiş olsalar dahi... Madem ki, îslâmın esas şartlarını yerine getirmek istemezler ve bu şartları yerine getirmemek için de diretirler, bunlar mürted sayılırlar ve bunlara karşı kılıç kullanmak lâzım gelir.
Bu deliller karşısında, Sahabey-i Kiram, Hazreti. Ebu Bekirin emirlerine boyun eğdiler ve onun dediklerini kabul ettiler. Eğer bu mesele bir "veto" meselesi ise, o zaman da yine Allah'ın Kitabı ve Resulullahın Sünnetine dayalı, bir "veto" dur. Kendi başına kişisel bir "veto" değildir.
Gerçekte bu hususa "veto" demek de sahih değildir. "Veto" demek hatalı ve yanlıştır. Nitekim, Hazret-i Ebu Bekir, istidlal ederek, ihtilâfı halletmiş ve Sahabeyi Ki-ramı ikna etmişti. Sahabe de bu hususun sahih olduğuna kanaat getirmiş ve hep birden razı olmuşlardı. Kanaat ettikten sonra da eski görüşlerinden vazgeçmişlerdi.