- Bir istikamet testi

Adsense kodları


Bir istikamet testi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Fri 26 November 2010, 11:30 am GMT +0200
Bir İstikamet Testi


İstikamet, Arapça bir kelime olup doğru yol demektir. Terim olarak müslüman için inançta, davranışta ve uygulamada Allahın öğrettiği şekilde hareket etmek anlamına gelir. Onun için yüce Allah Peygambere ve müminlere seslenerek “Sen ve seninle beraber tevbe edenler emrolunduğun gibi dosdoğru olunuz”(11 Hud/112) der.

Bu yol, her Fatiha okuduğumuzda kendisine yönlendirmesini Allah’tan istediğimiz Sırat-ı Müstakim’dir. Bütün peygamberler bu yolu insanlara öğretmiş ve onu izlemeye çağırmışlardır.

“Allah, Nuh'a teşri ettiklerini size de din olarak teşri etmiştir. Sana vahyettik; İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da buyurduk ki: "Dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin." Putperestleri çağırdığın şey putperestlere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer, kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir.

Kendilerine bilgi geldikten sonra ayrılığa düşmeleri, ancak birbirini çekememekten dolayıdır. Eğer Rabbinin “belirli bir süreye kadar” şeklindeki sözü olmasaydı, hemen işleri bitirilirdi. Onlardan sonra Kitaba varis olanlar da ondan derin bir şüphe içindedirler. Onun için sen bu yola çağır ve emrolunduğun gibi doğru ol, onların heveslerine uyma ve şöyle söyle: "Allah'ın indirdiği kitaba inandım; aranızda adaletle hükmetmekle emrolundum; Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir; bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz kendinizedir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş onadır”(42 Şura(13-15, yine bakınız, 6 Enam/83-90).

Bu yolu izleyenler kurtulur, izlemeyenler dünyada sefil, ahirette rezil olurlar. "Kendilerine yazık edenlere gelince; onlar, cehenneme odun olurlar. Doğru yol üzerinde olurlarsa sınamak için onlara  bol bol nimet veririz. Kim Rabbini anmaktan yüz çevirirse, onu gittikçe yükselen bir azaba uğratır”(72 Cin/15-17).

Rabbimiz Allahtır, deyip bu yolu izleyenlerin kurtuluşunu ahirette melekler müjdeleyerek bildirirler.

"Rabbimiz Allah'tır" deyip doğru yol üzerinde olanları melekler, "Korkmayınız, üzülmeyiniz, size söz verilen cennetle sevinin, biz dünya hayatında da, ahirette de size dostuz. Burada, canlarınızın çektiği, umduğunuz şeyler, bağışlayan ve acıyan Allah katından bir ziyafet olarak size sunulur" diyerek inerler”(41 Fussilet/30-32; 46 Ahkaf/13). Ana hatlarıyla Kur’an anlayışında istikamet/doğru yol budur.

Bu yol, işin lafını veya edebiyatını yapmak değil, samimiyet ve dürüstlük ister. Hz.Peygamberin “Din Allah’a, Resulüne, Müslümanların yöneticilerine ve bütün Müslümanlara karşı samimi olmaktır”1 dediği gibi, inançta ve davranışta istikameti ve dürüstlüğü gerektirir. Dini Allaha halis kılarak yaşamak budur.

Bunun aksi, dini oyun ve eğlence yapmak, kendisini ve başkalarını aldatmaktır. Böyle yapanları da Allah kınamakta, Peygamber’in onlara değer vermemesi gerektiğini belirterek cezalandıracağını söylemektedir:

“Dinlerini oyun ve eğlence yapanları, dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak. Kur’an ile öğüt ver ki, bir kimse kazandığıyla helake düşmeye görsün, o takdirde Allah'tan başka ona ne bir yardımcı, ne de bir kurtarıcı bulunur; her türlü fidyeyi de verse kabul olunmaz. Kazandıklarından ötürü yok olanlar işte bunlardır. İnkar etmelerinden dolayı kızgın içecek ve can yakıcı azap onlaradır.” (6 Enam/70).

 Şüphesiz bunun en güzel örneği bütün peygamberler ve onlarla beraber tevbe etmiş olan müminlerdir. Bize en yakın örnek olarak da Hz.Peygamber ve beraberindeki müminlerdir. Bu insanlara baktığımız zaman, ne pahasına olursa olsun istikamet üzere olmayı ve inandığı gibi yaşamayı ilke edindiklerini görürüz. Bunu dünya hayatının hiçbir şeyine değişmemiş ve kendilerine en ağır bedeller ödeten müşriklerle  inanç  ve istikametleri üzerinde pazarlığa gitmemişlerdir.

Şüphesiz bunlar birer insan olup Allahın istediği istikamet üzere olmak yerine Kureyş’in uzlaşma tekliflerini kabul ederek evlerinde ve yurtlarında rahat ve huzur içinde yaşamak için, şahıslarının veya evladu iyalinin maddi çıkarlarını ve geleceğini düşünmek, korumak ve geliştirmek için vahiy üzerinden onlarla pazarlık yaparak uzlaşma yoluna gidebilir ve kitabı işlerine uydurabilirlerdi. Onlar da “Kureyş kabileciliğini/ulusçuluğunu/ulusalcılığını benimsiyoruz, Hübel’in yüceliğine inanıyoruz, Kureyş oligarşisi’nin değerlerini kabul ediyoruz, herkesin tanrısı kendisine, din ve inanç olarak, yol ve yaşam olarak atalarımız güzel insanlardı” deselerdi veya din üzerinden uzlaşma tekliflerini kabul etselerdi, hiç  şüphesiz özel alanlarında bir Allah’a inanmalarına, namaz kılmalarına, oruç tutmalarına, Kabe’yi tavaf etmelerine, evlerinde veya ölülerinin kabirleri başında yahut kandil gecelerinde(!) bol bol Kur’an okumalarına, müzik eşliğinde solo veya koro halinde ilahiler söyleyip düzenledikleri dinsel âyinlerde coşmalarına veya dönmelerine, hatta kendilerinden geçmelerine, şu veya bu şekilde giyinmelerine, şurada burada ticaret yapmalarına, vs. kimse karışmaz, herkes gibi yaşar giderlerdi. Onlar da muhataplarını yahut güç ve iktidar sahiplerini hoşnut etmek için dinlerini oyun ve eğlenceye çevirselerdi İsa’yı da Musa’yı da hoşnut edip Mekke’de müşriklerle, daha sonra Medine’de Yahudilerle uzlaşarak yaşayabilirlerdi. Bunu yapabilirlerdi ama âlemlerin Rabbinin istediği istikamet üzerinde olmaz ve onu memnun edemezlerdi. Onun için-canlarını kurtarmak için değil, çünkü Kureyşlilerle uzlaşıp isteklerini kabul etselerdi zaten kimse onlara ilişmez ve canlarını tehlikelerden korumuş olacaklardı-inançlarını koruyarak istikamet üzere yaşamak için iki kez ver elini Habeşistan, en sonunda da ver elini Medine deyip yeri yurdu, evi barkı, akrabayı ve yakını, eşi ve dostu, işi ve aşı, ticareti, meslek ve sanatı, nihayet kutsal Kabe’yi bırakıp  göç ettiler.

Bir örnek olarak Hz. Ebu Bekir’in davranışına bakalım. Bilindiği gibi Hz. Ebu Bekir ilk Müslümanlardan olup Müslüman olduğu için müşriklerden ölesiye dayak yemiş ve eziyetler görmüş, ezilen korumasız Müslümanları işkencelerden ve zulümden kurtarmak için varını yoğunu feda etmiştir. Müslümanlığından dolayı müşriklerin artan eziyetleri karşısında artık dayanamayıp malum hicretten önce bir gün Mekke’den göç etmeğe karar verir, eşyalarını deveye yükler ve yola düşerek Berku’l-Ğimad denilen yere kadar gider. Halkın ileri gelenlerinden olan İbnu’d-Değine yolda kendisine rastlar ve nereye gideceğini sorar. Hz. Ebu Bekir, namaz kılmasına ve inancına göre yaşamasına kavminin tolerans göstermediği için artık yapılanlara dayanamadığını ve Rabbine ibadet edebileceği başka bir yere göç edeceğini söyler. Bunu dinleyen İbnu’d-Değine, Ebu Bekir’in iyi komşuluğunu ve erdemlerini anarak böyle bir şeye izin vermeyeceğini, bundan böyle kendisini koruması altına alacağını ve evine dönüp ibadetlerini güvenlik içinde yapabileceğini söyleyerek geri çevirir. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir geri döner. İbnu’d-Değine o gece Kureyş’in ileri gelenleriyle görüşür ve Ebu Bekir’in erdemlerini sayarak böyle bir adamın sürülemeyeceğini söyler. İleri gelenler de İbnu’d-Değine’nin söylediklerini kabul ederler ama “Ebu Bekir’e söyle, namazını evinin içinde kılsın, açığa vurmasın, (kamusal alana taşımasın!), istediğini evinde okusun ve bizi rahatsız etmesin, çoluk çocuğumuzu baştan çıkarmasın” derler. Ebu Bekir bu şekilde evinde gizlice namaz kılmaya ve Kur’an okumaya devam eder. Sonra evinin avlusunda namaz kılmak ve Kur’an okumak için mescit gibi bir yer yapar. İçinde kıldığı namazdan ve sesli okuduğu Kur’an’dan Kureyş’in kadın ve çocukları etkilenince, ileri gelenleri İbnu’d-Değine’ye gelirler ve Ebu Bekir’in ancak evi içinde  gizlice namaz kılıp Kur’an okumasına izin verdiklerini, (kamusal alanda bunları yapamayacağını), aksi halde (kaydını silerek veya meslekten yahut kamu görevinden çıkararak) verdiği emanı/güvenceyi geri almasını  isterler. İbnu’d-Değine’nin Ebu Bekir’e “Ya namazını ve okumanı evinde gizlice yapıp yanımda kalmayı seçersin veya başka yere gidersin” demesi üzerine, Ebu Bekir Allah’ın yanında olmayı seçtiğini söyler ve Rasulullahla beraber Medine’ye hicret edinceye kadar bu şartlar altında Mekke’de yaşamaya devam eder2.

Bütün peygamberlerin ve onlarla beraber olanların yolu budur. İstikametin lafını veya edebiyatını yapmak değil, insanların yaptıkları önemlidir. Gökteki küçük rahmet bulutları gibi istikamet üzere olan insanlar ve kitleler dışında, toplumun geneli açısından yolumuzun istikamet olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunu görmek için 28 Şubat sürecinin İmam Hatip Liselerine yaptığı karşısındaki tavrımızı  bir örnek olarak değerlendirebiliriz.

Bilindiği gibi 28 Şubat sürecinde İmam-Hatip Okullarına ideolojik bir linz girişimi oldu. Bu süreçteki tavrımıza baktığımızda gördüğümüz manzara şudur: Bilinen gerekçeleri ve uygulamalarıyla sürecin sahipleri, orta kısmını kapatarak, katsayı engeli ile üniversite puanlarını düşük kurdan hesaplayarak, istihdam alanını daraltarak ve başörtüsünü yasaklayarak  İmam Hatip Liseleri’nin önünü keserken veya uzun vadede işini bitirmeyi planlarken kendilerince ne kadar haklı (!) ve tutarlı (!) bir iş yapmışsa, maddi gelecek endişesiyle orada okuyan çocuklarının kaydını başka okullara aldıran yahut okuyacak çocuklarını bu okullara yazdırmayan Müslümanlar da süreç sahiplerinin zıt kutbunda inançlarıyla o kadar çelişkili, kendilerinin ve halkın/ülkenin geleceği açısından o kadar isabetsiz ve basiretsiz bir iş yapmışlardır. Çünkü şu veya bu şekilde gelecek endişesiyle çocuklarını bu okullardan aldırmak veya oraya yazdırmamakla, tıpkı son Endülüs sultanı Abdurrahman’ın bırakıp kaçtığı Gırnata’yı savunmak yerine, düşman tarafından yakılmasını uzaktan seyrederek ağlaması gibi, peşin olarak kaleyi terketmiş ve “Hayır, hayır! Sizler, acil olanı tercih edersiniz ve ahireti bırakırsınız.” (75 Kıyame/20-21) ayetlerinin dediği gibi, niyetleri ne kadar temiz olursa olsun, bu konuda ahireti seçme sınavını kaybetmişlerdir. İslam inancında samimi olan Müslümanlar ileride okuyacağı okul, yapacağı iş veya işgal edeceği makam endişesiyle çocuklarını oradan almak veya oraya yazdırmamak yerine, mevcutları orada okutmaya devam ederek daha büyük bir şevkle daha çok sayıda öğrenciyi bu okullarda tutsaydı veya yazdırsaydı, Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’nda “Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım” dediği gibi, bu sel, eninde sonunda önüne dikilen bentleri yıkar ve gaspedilen haklarını alırdı. Dünyacı ve çıkarcı bir anlayışla değil de, bütün baskı ve engellemelere, maddi bütün kayıplarına rağmen inançlarında direnen ve başarıya ulaşan ilk Müslümanlar gibi davransalardı, eninde sonunda haksızlıkları ortadan kaldırabilirlerdi. Bu süreç statüko tarafından değil, Müslümanlar tarafından kesilmeseydi, topyekun savaş raporlarında belirtildiği gibi, uzak olmayan bir gelecekte toplumda dengeler istikamet üzere olanların lehine değişirdi. Ama ne yazık ki Müslümanlar bu riski göze almak, mücadele etmek ve istikamet yolunu seçmek yerine, İsrailoğullarının “... orada zorba bir millet vardır, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyeceğiz, eğer çıkarlarsa, biz de gireriz” (5 Maide/22) dediği gibi, türlü gerekçeler ve söylemlerle oraya girmemeyi, kaleyi boşaltmayı veya gemiyi terketmeyi tercih ettiler. Bu da çocuğunu İmam Hatip Lisesine  gönderebilecek olan muhafazakâr, sağcı ve gelenekçi diye tanımlanan insanların büyük çoğunluğunun din anlayışının istikamet üzere olmadığını gösterdiği gibi, değerler hanesinde dinin, çocuğu Müslüman olarak yetiştirmenin, imtihanın, fedakarlığın, ahiretin,  inanç için mücadelenin gerektiği gibi anlaşılmadığını yahut “Bir kazanç veya bir eğlence görürlerse, seni ayakta bırakıp oraya koşarlar...” (62 Cuma/11) ayetinin belirttiği gibi, dünya çıkarları kadar değer taşımadığını da göstermektedir. Bu da dünyevileşme/sekülerleşme dedikleri şeyin kendisidir. Herhalde Kur’an’ın öğrettiği inanca ve bilince, Peygamberin ve ashabının örnekliğini bilen hiçbir müslüman bunun istikamet yolu olduğunu söyleyemez.

Prof.Dr.Hayrettin Karaman, bütün olumsuzluklara ve engellemelere karşın geçmişte İmam Hatip Okulları’nın önünde kapıların nasıl açıldığını ve bu işin bugün de dindar insanlardan nasıl fedakarlık istediğini belirterek şöyle der:

“Biz İmam Hatip Okulu’nu bitirdiğimiz tarihte başka yüksek öğrenim kurumları bir yana, Ankara İlahiyat Fakültesi (yalnız o vardı) bile bizi kabul etmiyordu.”ya babanızın çiftini sürersiniz veya köy imamı olur ve orada kalırsınız” deniyordu. Böyle diyorlar diye okulları bırakmadık. Velilerimiz de “burada istikbal/gelecek yok, çocuklarımızı alalım” demediler. Direndik, dayandık. Önce Yüksek İslam Enstitüleri açıldı, sonra üniversitelerin kapıları açıldı. ”sabreden derviş, muradına ermiş” oldu. Yine öyle olacak ama, o zamana kadar okulları boşaltmamak, fedakar dindarlara düşüyor.”3

Kendim de ilkokulu bitirip şehirde açılmış henüz iki yıllık olan İmam-Hatip Okulunun birinci sınıfına yazılmıştım. O güne kadar hep Öğretmen Okulu’na yönlendirmiş olan sınıf öğretmenim’in  ilk karşılaştığımızda  bana “İmam olup cenaze mi yıkayacaksın?” dediğini hiç unutmuyorum. İmam olup bugüne kadar cenaze yıkamadım ama, başka bir okula gitseydim, kim bilir belki de şimdi sahip olduğum inanç ve yaşantımın bir zıt kutbunda olabilirdim! Hiçbir kişi için bunun garantisi yoktur. İstisnalar dışında, ne yazık ki ülkenin gerçekleri böyledir.

Bu hesaba göre, o gün parlak bir gelecek vadetmediği halde çocuklarını bu okullara yazdıranlar ya dünya hayatının zevk ve ihtişamından habersiz olup basit bir imamlık uğruna çocuklarının geleceğini feda eden taşralı saf kişilerdir ya da bugün çocuklarını bu okullardan alanlar veya oraya yazdırmayanlar dünya hayatının zevk ve ihtişamından çokça nasiplenip dünya hesabı yaptıkları için hem kendilerinin hem çocuklarının geleceğini kurtarmak/garantilemek isteyen çok bilmiş (!) kişilerdir. Başka bir deyişle, o gün çocuklarını bu okullara yazdıranlar ile bugün çocuklarını oradan aldıranlar ve yazdırmayanlar acaba “bir kazanç veya bir eğlence gördüklerinde, seni ayakta bırakıp giderler. De ki: Allah’ın vereceği, eğlenceden de kazançtan da hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en iyisidir” (62 Cuma/11) ayetinin belirttiği “bir kazanç veya bir eğlence gördüklerinde, seni ayakta bırakıp giderler” tarafında mı, yoksa “Allah’ın vereceği, eğlenceden de kazançtan da hayırlıdır” diyenler tarafında mı?

Sormak lazım; acaba, çocuklarının kaydını bu okullardan aldıranların veya çocuklarını  buraya yazdırmayanların yüzde kaçı çocuklarının gittikleri okullarda en azından İmam Hatip Liselerinde verilen din eğitim ve öğretiminin onda biri kadar din eğitim ve öğretimi alma ve yaşama imkanına sahip olduğunu düşünüyor veya sağlıyor? Acaba bu şekilde davrananlar, burada verilen din eğitim ve öğretimini yeterli görmedikleri için mi çocuklarını oraya yönlendirmiyorlar? Yoksa aradaki açığı kişisel çabalarıyla bir şekilde karşılayabileceklerine mi inanıyorlar? Bunu yaptıklarına/yapacaklarına inanıyor ve yapıyorlarsa kimsenin bir diyeceği olmaz, ama inanmıyorlarsa veya yapmıyorlarsa, bu çelişkiyi nasıl açıklıyacaklar? Allah’a ve çocuklarına karşı sorumluluklarını nasıl yerine getirecekler? Yoksa öğrenmek ve yaşamak olarak dindarlık, yani Allah’a kulluk yapmak, bolluk ve rahat zamanlarında, başka bir deyişle rant sağladığı veya ranta engel olmadığı zamanlarda gerekli ve değerli de, ucunda rant görünmediği yerlerde gereksiz ve değersiz mi olmaktadır? Bu ve benzeri soruların cevabı olumsuz ise,-istisnalar dışında ne yazık ki olumsuzdur-o zaman vebali ve hesabı kimin boynunda olacaktır? “Ey inananlar! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu öyle bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır...” (66 Tahrim/6) ayetinin belirttiği ateşe kendimizi ve çoluk çocuğumuzu kendi ellerimizle atmış olmuyor muyuz?!

Yüce Allah, iyi olmanın ve iyilik yapmanın her zaman gerekli ve değerli olduğunu şöyle belirtir:

“İyilik, yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz değildir; Fakat iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, onun sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolda kalmışlara, yoksullara  ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekat veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaşta sabredenlerin yaptığıdır. İşte onlar doğru olanlardır ve takva sahipleri ancak onlardır” (2 Bakara/177).

Bu çelişki, sayın Özlem Albayrak’ın İmam Hatiplinin tavrını eleştirdiği “İmam-Hatip Sınavı” başlıklı yazısında söylediklerini tamamen haklı çıkarmıştır.

“Hakkını istemeye kalksa, iki lokma ekmeğini de kaybetmekten korkan feodal düzen bekçileri kadar 'dövülmüş' gibi, suspus bu milletin üyeleri.

Saklanarak, dikkat çekmeden, bir tatsızlık çıkmasına neden olmadan yaşayıp gitmek tek muteber hayat stili sanki. İmam Hatip'linin, -ihtimal ki- kendi evindekinden üstün tuttuğu güzel-dekolte kadınlı, alkollü, yani "öbür" türlü ortamlarda gösterdiği çekingenlik ve kendinde, inancını ele veren herşeyi görünmez kılarak ortama eklenme isteği, devlet otoritesi karşısındaki duruşla aynı yörüngeyi açık ediyor aslında.

Oysa bu "efendilik" muhatabın nazarında daha iyi yapmadı şimdiye kadar kimseyi. Onurla cilalı bu sükunetler, olsa olsa "sınır"a daha çok olduğunun bir nişanesi olarak algılanacak nehrin "karşı" tarafında.

Kendi kalarak kendini dönüştüren, siyaset ve hayat hakkında inanç merkezli bir dil tesis etme becerisi geliştirenler geçebilecek ancak bu sınavdan. Sorular çoktan seçmeli çünkü, hepsine -e hepsi denilmek suretiyle, kimselere bulaşmadan ortadan kaybolmaya kalkmak, başarıya değil, sınavdan çakmaya delalet olabilir en fazla. Bunu bütün kazanmaya talip olanlar bilmeli.”4

Bu istikameti yitirenler, heralde Hz.Muhammed ve ashabının hicret ettikleri yerlerde çocuklarına kolej tahsili yaptırmak için  gittiler demezler. Yahut çocuklarının bir şekilde din eğitimi de veren okullarda okumalarının riskli veya Kureyş oligarşisinin tutumu karşısında geleceği kuşkulu göründüğünden yahut gelecekte maddi getirisi yüksek olan birtakım meslekleri yapmaları engellenebileceğinden, din eğitimi olmasa da olur, diyerek çocuklarını genel veya özel liselerde okutmak için oralara gittiklerini söylemezler. Yahut Habeşistan’da veya Medine’de İslam’a uygun giyinmeyenleri kimseler tanımadığı, böylece tanıyanlar karşısında anne babalarının veya eşlerinin mahçup olmadığı ve yüzü kızarmadığı için öğrenimlerini yahut işlerini oralarda sürdürmek üzere gittiklerini söyleyerek vicdanlarını rahatlatmaya çalışmazlar. Veya Mekke’de ticaret, ziraat, sanat, yatırım ve üretim yapamadıklarından bu yerlerde yapmak için gittiklerini düşünmezler.

Aynı şekilde, müşriklerin mal, makam, kadın, can ve mal emniyeti, gibi tekliflerinin hayattaki yerini ve önemini takdir edemedikleri, servet ve bolluğun getireceği refahtan anlamadıkları, ağızlarının tadını ve hayatın zevkini bilmedikleri için Muhammed’in ve arkadaşlarının bunları teptiğini, ölümü göze alarak Mekke’den Medine’ye göç ettiğini söylemezler. Para pul, arsa, bahçe ve tarla, daire ve mağaza, otomobil ve fabrika, gibi mallarını katlamak ve hayatın diğer maddi araçlarını elde edip daha rahat yaşamak, daha güzel maddi bir gelecek hazırlamak için bu insanların yer ve yurtlarından kaçtıklarını herhalde düşünmezler.

Bu insanlar, ”Yaptığı iyiliği birinden karşılık görmek için değil, ancak yüce Rabbinin hoşnutluğunu gözeterek yapmıştır. Elbette kendisi de hoşnut olacaktır” (92 Leyl/20-21) ayetlerinin söylediği gibi, yalnız Rablerinin hoşnutluğunu kazanarak yaşamak için yaptılar.

Sanırım bugün Müslüman halkların istikametlerinin Hz. Muhammed’in ve arkadaşlarnın istikameti olmadığını,  bilgisi, aklı ve vicdanı olanlar görüyordur. İki yakasının neden bir araya gelmediğinin sebebini anlıyordur. ”Hatemu’l-Enbiya  Hz. Muhammed ve Hayatı” kitabının  yazarları, o insanların “Niçin Hicret Ettiklerini”  şöyle anlatırlar:

“Bu adamlar niçin hicret ediyorladı? Mal, mülk, bark, ne varsa, hepsini geride bırakarak ana baba yurdundan çıkıp gurbet ellerine niye gidiyorlardı? Bu soruların cevabını kavrayabilmek, insanlığın anlamını anlamak demektir. Bu insanlar hürriyet arıyorlardı. İnanç, vicdan hürriyeti. Mekke’de yaşama haklarına sahip değildiler. Mekkeliler onları baskı altında boğmak istiyorlar, en kutsal varlıklarına, inançlarına saldırıyorlardı. Onlara hayat hakkı, vicdan hürriyeti tanımıyorlardı. İman ise her şeyden değerlidir. Din uğrunda her şeyden, mal, mülk, ne varsa hepsinden vazgeçtiler. Gözleri arkalarında kalmıyordu. Hür ufuklara doğru açılıp giderken, rehberleri iman ışığı olduğundan yüzlerinde parlak bir ümidin tatlı ışıkları beliriyor ve güle güle gidiyorlardı. Baskı altında yaşamak canlarına tak demişti. Terör ve zulüm altında yaşamak insanı ezer, canından bezdirir, derin bir kasvet (gam/keder) içinde çürür gider. İnsan böyle bir yerde düşünme yeteneğini bile kaybeder. Düşünmekten bile korkar ve çekinir olur. Gerçekte düşünceler zorbalık ve şiddetle öldürülemez ama sindirilir. Müşrikler işte Müslümanlara bunu yapıyorlardı. Böyle bir yerde yaşamaktansa, göçetmek daha evladır. (...) Şüphesiz Mekke onların ana baba ocağıydı. Orada doğmuşlar, orada büyümüşlerdi. Vücutları oranın toprağından yoğrulmuştu. Yine orada ölüp vatanın topağına karışmak hoş bir şeydi. Fakat “Rabbimiz bir Allah’tır” dedikleri için müşrikler onlara her türlü eza ve cefayı reva görüyorlardı. Medine’ye hicretin sebebi budur.”5

“Bunca Eziyete Neden Katlandılar?” sorusunun cevabını  da şöyle vermeye çalışırlar:

“Burada kendi kendimize şu soruyu soralım; İlk Müslümanlar bunca eziyete ve sıkıntıya niçin katlanıyorlardı? Bu işkencelere nasıl dayanıyorlardı? Çünkü  içtenlikle İslam’ı kabul etmişlerdi. Bu imana düşüne düşüne kavuşmuşlardı. Körü körüne taklitle bağlı değillerdi. Önce kendilerini her şeyden sıyırıp temizlediler. Yani şirkten ayrıldılar, düşündüler, gördüler, yeni dinin hak olduğuna kanaat getirdiler ve ona içtenlikle sarıldılar. Böyle olumlu yollardan yürüyerek sonuca  ulaştıktan sonra artık bu iman sarsılır  mı? Artık ne kadar işkence görseler o imandan ayrılmalarına imkan var mı? Bunca işkencelere rağmen dinlerinden dönmediler. Evrenin  yüce yaratıcısına iman etmişlerdi. Aya, güneşe, yıldızlara, ateşe, putlara, Firavunlara  tapmıyorlardı. Onlara tapmanın ne kadar boş şey olduğunu anlamışlardı. Kendilerini o sapıklıklardan kurtarmışlar, aydınlığa, hidayete kavuşmuşlardı. Şimdi hangi kuvvet onları bu aydınlıktan ayırıp tekrar şirk karanlığına atabilirdi? Hidayetten sonra sapıklığa dönmek olur muydu?

Bu din insanlığa hürriyet getirmişti. Bu hürriyet, insanları insanların kölesi olmaktan kurtarıyordu. Putlara kulluk yoktu. Yalnız evrenin ulu yaratıcısına kulluk yapılabilirdi. Arada ne put var, ne aracı, Allah ile kul arasında aracılar ortadan kalkıyordu. Hübel, Lât, Uzza yoktu.

Mecusilerin Ateşi, Mısırlıların Güneşi veya Boğası, Babillilerin Yıldızları, Hıristiyanların  Azizleri ve Havarileri vardı. İslam’da bunların hiçbiri yoktu. Doğrudan evrenin yaratıcısı olan Allah’a ibadet ve kuluk vardı. Yalnız Allah’ın huzurunda secdeye kapanmak, işte gerçek ibadet bu idi”6.


 

1-Buhari, iman, 43; Muslim, iman, 95; Ebu Davud, edeb, 59; Tirmizi, birr, 17; Nesai, bey’at, 31; İbni Mace, menasik, 76; İbni Hanbel, çok yerde.

2- Buhari, hicratu’n-nebi, 7

3- Hayrettin Karaman, İmam Hatip Okulları, Yeni Şafak, 18 Haziran 2006

4-Yeni Şafak, 28 Mart 2006

5- Ali Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hatemu’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 178-179. Ankara 1981, Sadeleştirilerek.

6- Ali Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Age, 75-76.



Prof.Dr. İbrahim Sarmış