- Bir Hâl Dilimiz Vardı

Adsense kodları


Bir Hâl Dilimiz Vardı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Mon 4 July 2011, 06:25 pm GMT +0200
Bir Hâl Dilimiz Vardı


Mayıs 2011 149.SAYI



T. Ziya ERGUNEL kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.


“Her kimin kim hâli vardır kıyl ü kâli n’ider
Çün kanâat tadın aldı şekker ü bâli n’ider.” (Kemâl-i Ümmî)

[Kanaatin tadını alanların şekere bala itibar etmemesi (gibi), hâl sahibi kimseler de boş ve lüzumsuz konuşmaya itibar etmezler.]


Eskiden, bize mahsus bir hâl dilimiz vardı bizim. Lafla değil, hâlleşerek anlaşırdık. Hâlimiz vaktimiz yerli yerindeydi o zamanlar. Hâl üzere yaşar, şimdiki kadar çok ve lüzumsuz konuşmazdık.

Bizim bize mahsus hâl dilimiz gönül diliydi. Harfsiz, hecesiz, sessiz sohbetler, muhabbetler eder; böylece birbirimize dost ve sahip olurduk. Gönül dili, bütün bir mahlukata aşkla nazar eylemek demekti çünkü. Aşk ateşiyle alev alev yanan gönüllerimizin aydınlığında varlığın maksadına ve hakikatine hakkıyla vâkıf olduğumuz içindir ki “anlayışlı” insanlardık o vakitler. Birbirimizi hoş görür, incitmez, aziz bilirdik.

Zamane, hâl dilimizi “beden dili”ne çevirdi. İnsanı bedenden ibaret gören bir zihniyetin, muhatabını kıstırmak niyetiyle zaaf avcılığına dönüştürdüğü beden dilini aldık, hâl dilini unuttuk. Bu nisyan gönlümüzü, aşkımızı, hâlimizi de aldı götürdü. Nitekim hâlden anlayanlarımız azaldı. Zelil oluşumuz halsiz düşmekten; anlayışsızlığımız, hoyratlığımız, cedelciliğimiz hâl dilimizi kaybetmektendir. 

Kalpten kalbe bir yol

Kemâl-i Ümmî, on beşinci asrın, işte o hâl diliyle anlaştığımız, aziz-i vakt olduğumuz devirlerin mutasavvıf şairlerinden. Bir “hâl” olan kanaatten misal getirerek hâl ehlinin “kâl”e, yani söze ihtiyaç duymayacağını, itibar etmeyeceğini hatırlatıyor bize. Hatırlamakta güçlük çekebiliriz. Öyle ise bu niçin böyledir, izaha çalışalım.

Hâl dilini anlamak; hâlden anlamak, anlayışlı olmaktır. Zihnî bir anlamadan daha yüksek, daha öte, kalbî bir idrâktir bu. Zira hâl ile kastedilen, tutum ve davranışlarımıza yön verip tavırlarımızı belirleyen kalbî hislerdir ki, bazen bir ilham olarak gelir geçer, bazen bir marifet olarak yerleşir kalır gönüle.

Lâkin bu his, ilham yahut marifet, eğer kalbin ezelden aşina olduğu memduh hâller cümlesinden ise kalbi açar; gören, işiten, akleden, bir  kalp kılabilir. Böyle bir kalbe sahip olanlar yetmiş iki millete bir göz ile bakan, bütün mahlukatın hâl dili ile yaptığı zikri işiten, kesrete takılmadan vahdete koşan kimselerdir. Birbirlerini daha ilk bakışta tanırlar. Ta Elest Bezmi’ne dayanan bir aşinalıkları vardır. Nefse hoş gelen hiçbir şeyin, yeniden hatırladıkları Âlem-i Ervah’taki safaya, yöneldikleri veya yaşadıkları manevî güzelliklere kıyasla kıl kadar değeri yoktur onların yanında. Bunu bilirler, bunu başkalarının bilmediğini de bilirler ve sükût ederek anlaşırlar.

Ancak, öte yandan imtihan gereği vesvese ile, cehalet ile, şeytanın iğvası, nefsin tasallutu ile gelip yerleşen fena haller de vardır ki bunlardan sakınmak lâzımdır. Kibir, haset, riya, öfke, tamah gibi böyle hâller karartıp katılaştırdığı kalbin idrakini engeller, gönülden gönüle giden yolu kapatır. Birbiriyle irtibatını kaybetmiş gönüller sen-ben davasındadır, kesrete düşmüştür, insanları birbirinin kurdu yapmıştır. Hâlden de dilden de anlamaz.

Hâsılı, hal diliyle anlaşabilmek için çirkin hallerden uzaklaşıp güzel hâllere yönelmek gerekiyor. Bu, insanın tek başına üstesinden gelemeyeceği bir terbiye işi. Bu işin ilmine “tasavvuf” demişler. Onun için tasavvuf ilmi “ilm-i hâl”dir; kâl ile yani söz ile tahsil edilmez. Hâlden anlayan, hâli vakti yerinde bir mürebbinin eteğinden tutup meclisinde bulunmayınca, dizinin dibine oturmayınca, ona raptolmayınca olmaz. Çünkü hâl sârîdir, geçişlidir. Kalpten kalbe sirayet eder. Allah dostlarıyla ülfet edilerek muhatap olunan güzellikler, cilalanan kalp aynasına yansır mutlaka. Bu sebeple ehl-i hâlin nezdinde nazar esastır, kalbi kirinden pasından arındırmak esastır. Söz fuzulidir, kıyl ü kâldir.

Sözler kifayetsiz

Kıyl ü kâl bugün anladığımız gibi sadece gıybet manasına dedikodu demek değildir. Faydası olmayan, gereğinden fazla uzatılmış her söz, her iddia ve izah çabası kıyl ü kâldir. Halbuki hâl yaşamak, olmak yahut tatmaktır. Bir hali yaşıyorsak onu söz ile iddiaya, izaha, nakletmeye ihtiyaç yoktur. Kanaat sahibinin kanaatkârlık iddiasına, halini söz ile anlatmasına, kanaati tarif etmesine ne hacet... Üstelik beyhude bir çabadır bu. Çünkü söz söylemede ne kadar mahir olursak olalım, hâl kâle gelmez. Kanaatle gelen istiğna hâlinin gönle verdiği huzur ve manevi zevk yanında, bal şeker tadındaki maddi hazların lafı olmaz elbette. 

Kıyl ü kâl, hâl sahiplerinden ziyade bigânelerin işidir. Laf ü güzaftır, hariçten gazel okumaktır. Tatmadıkları için kanaat gibi hallerin zevkini bilmeyenler, dışarıdan bakıp bunu bir çeşit mahrumiyet zannederler. Sizi şekere bala çağırır, eğer iltifat etmezseniz bir arıza ile malûl olduğunuzu düşünürler. İddiaları, izahları, ispat çabaları, en fazla bal ile şekerin tadı etrafında dönüp duran bir kıyl ü kâlden ibarettir.

Böylelerine itibar etmenin de laf yetiştirmeye çalışmanın da faydası yoktur. Zira dilin imkanları her zaman gönle doğan hâli anlatmaya yetmez. İşin içinde Mansur gibi maksadı aşan sözlerle yanlış anlaşılmak tehlikesi var. Unutmayalım ki hâl sahiplerinin halinden anlamayan, onların dilinden de bir şey anlayamaz.

Yürümek, yol almak söz ile değil hâl ile mümkündür. Hâliniz varsa yürürsünüz. Faydasız konuşmalar vakit kaybıdır, boş yere nefes tüketmektir. Vakti zayi eden hâli de zayi eder. Nefesi tükenen halsiz düşer, yolda kalır. Öyleyse bu kadar kıyl ü kâl, bu kadar vakit kaybı yeter. Daha fazla gecikmeden, kâlimizi hâle tebdil eyleyecek bir Allah dostunu bulmanın, hâl dilini yeniden öğrenmeye koyulmanın, davranmanın vaktidir.