- Bir cadılık suçu olarak soykırıma yok demek

Adsense kodları


Bir cadılık suçu olarak soykırıma yok demek

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 8 August 2012, 02:27 pm GMT +0200
Bir cadılık suçu olarak soykırıma yok demek
Naci BOSTANCI • 85. Sayı / DİĞER YAZILAR


Sarkozy, Fransa parlamentosuna soykırım yok demeyi suç sayan ve cezalandıran yasa tasarısını getirdiğinde, herhalde her okuryazarın zihninde zengin bir çağrışım seti harekete geçmiştir. O setin kritik kavramı soykırımdan başlayalım. Bir halkı topyekûn hedef alma ve onu imhaya çalışma, hem imkânı hem de zihni referansları itibariyle modern zamanlara ait. Ulus devletler çağına gelmezden önce savaşlar hanedanlara ait siyasal iktidarların savaşları olarak görülür, “halklar” bu işle birinci derecede ilgilenmezlerdi. Ulus fikri, siyasal iktidarın öznesi olarak ulusu kabul ettikten sonra, savaşlar da uluslararası bir hâle geldi. Elbette öfkeler, hasımlıklar, nihayet buna dayalı eylemler de. Hepimizin bildiği en kapsamlı soykırım Nazilerin Yahudilere uyguladığı soykırım. Sebep: Ulusu hareketlendirecek bir karşı dinamik olarak hasım bir halk profiline duyulan ihtiyaç. Alt ve orta sınıfların “zenginlere” duyduğu hıncı kanalize edecek “milliyet” temelli, bu yüzden de bir taşla iki kuş vurma anlayışına uygun bir strateji olarak iş görmesi. “Zenginliği ve milliyeti” düşmanda birleştirmesi. “Bütün kötülüklerin anası”nı bir hedefte toplayarak basit, yalın, anlaşılır aynı zamanda kitlesel hareketlilik için esinleyici bir tez olarak işlevsel bulunması. Avrupalının alt zihninde (İspanya, Venedik örneklerinde olduğu gibi) anti-semitik duyguların gücü. Bu sebepler çoğaltılabilir.

“Sayısal yetersizlik” ve soykırım
Soykırımın başka bir türü ise, kolonyal sistemin efendilerinin yerli halkı denetim altında tutmak ve başkaldırılarını kırmak için uyguladıkları sistematik cinayetler, baskılar, cezalandırmalar. Uluslararası hukuk beyaz efendinin 19 ve 20. yüzyıldaki bu türden eylemlerini soykırım olarak nitelemekte utangaç davransa da, sonuçta ortaya çıkan, maddi ve moral bir soykırım olarak görülebilir. Amaç; yerli halkın emeğinden ve zenginliğinden faydalanmak için denetim elbette. Ama işte insanoğlu kolay denetlenmiyor, alın terini ucuza kapatmak isteyen eli tüfekli beyaz efendiye gönüllü kulluk yapmaya istekli olmuyor. Bu da belki bir keresinde hepsine yönelik bir imha politikası doğurmasa da uzun vadeye yayılmış, yıldırıcı, yönlendirici, ibretlik, bunları sağlamak için de sistematik cinayetleri, toplu ölümleri gündeme getiriyor. Hindistan’da Gandhi’nin önderliğinde sivil itaatsizlik eyleminde bulunan Hintlilere karşı soğukkanlı bir şekilde makineli tüfekleri yerleştirip sonra da ateş emrini veren subay ve emri yerine getiren askerler bin altı yüz küsur insanı öldürürken, buna “sayısal yetersizlik” sebebiyle soykırım dememek kolay değil.

Fransa’ya gelince: Ruanda’yı artık herkes biliyor. Orada bir milyona yakın insan öldü, bunda büyük ölçüde pay sahibi olan ülke Fransa. Cezayir Fransa’nın sömürgesiydi. Fransa’nın bu ülkeyi elde tutabilmek için yerli halkı nasıl katlettiği bugün merak eden herkesin kolaylıkla ulaşacağı bilgiler düzeyinde. Çadırlara dalıp önlerine çıkanı vuran kahraman Fransız askerlerinin hâli için “utanç verici” ifadesi bile ancak övünç madalyası olur. Onlar çok daha okkalı sözleri hak ediyorlar. Belki o sözleri Fransızların iyi bildiği Fransız yazar Celine’in Gecenin Sonuna Yolculuk isimli “argo” ağırlıklı yazılmış başeserinden çıkartmak mümkündür. Geriye gidelim. Saint Bathelemy katliamı, Paris’te üç gün süren “huguenot” denilen Protestanların toplu öldürülmelerini anlatır. Sen nehrinin üç gün kan kırmızısı aktığı ifade edilir. Tarihlerin 1572’yi göstermesi, söz soykırım münasebetiyle tarihten açılmışken fazla mı geride kalmış bir zamandır?


W. Benjamin’in soğumuş bedeni
M. Foucault, 16. yüzyılda, büyük kapatmayla birlikte, Sen nehrinin kıyısındaki hapishanelere atılan ve onun alt bölümlerinde unutulan delilerden, tutuklulardan, mahkûmlardan bahseder. “Toplumun ıskartası” muamelesi reva görülen bu insanların sonu da kaderlerine vurulan damga gibi olur. Arada taşan Sen nehrinin suları hapishaneyi bastığında, bileklerinden duvarlara zincirlenmiş bu insanları da kendi varlığının bir parçasına dönüştürür. Dramatik bir ölüm mü, yoksa kurtuluş mu sayılmalı, yorumlamak zor. Hazır dilimize soykırım kelimesi bu kadar vurmuşken, buna da aynı toplumun zulmün kılıcıyla ayrılmış kesimine karşı uygulanan soykırım desek, egemen Fransız aklına uygun bir iş yapmış olmaz mıyız? Mesele şu: Her kim eline bir büyüteç alsa ve tarihin labirentlerinde gezinmeye başlasa orada sayısız kıyım, vahşet, cinayet ve katliam görür. Benjamin’in dediği gibi “yüzünü geçmişe çevirmiş olan tarih meleği, bize olaylar zinciri olarak görüneni tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının dibine fırlatan bir felaket. Cennetten gelen bir fırtınaya kanatlarını kaptırmış çaresizce geleceğe sürüklenir… İşte ilerleme dediğimiz şey bu fırtınadır.” Kaderin bir cilvesi, Nazilerden kaçarken Fransa-İspanya sınırında siyanür hapını içerek intihar eden W. Benjamin’in soğumuş bedeni, sanki tarihin akışından daha “hızlı ilerleyen” Fransız tarihinin bir parçası değil midir?

Cadı yargılamaları ve Fransa
Gelelim “soykırım yoktur” diyenlerle, cadılara takdir edilen cezaların hukuki süreçler bakımından benzerliğine…

Geçmişte başka Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Fransa’da da yalnız yaşayan, sosyal hayata fazla karışmayan yaşlı kadınların cadı olabileceği düşünülür, başa bir felaket geldiğinde “uygun” bir cadının cezalandırılması talebi kolektif bir hınçla ortaya çıkardı. Bu iş topluma o kadar nüfuz etmişti ki, cadıları yargılamak, onları itiraf ettirmek, “ruhlarını kurtarmak (!)” işi başlı başına bir hukukî endüstriye dönüşmüştü. Fransa’nın mutlak krallığı savunan, önemli siyaset bilimcilerden Jean Bodin, egemenin otoritesinin ancak ilahı yasalarla sınırlanabileceği gibi tezlerinin yanı sıra cadı yargılamalarıyla da ilgilenmiş bir hukukçuydu. Konuya ilişkin kaleme aldığı risalesinin yargıçlar için hayli aydınlatıcı (!) olduğu söylenebilir.

Bugünkü “soykırım yoktur” demeyi suç sayan akıl ve onun hukuktaki karşılığı ile cadı avındaki süreç arasındaki benzerlikleri anlaşılması bakımından maddeler halinde sıralayalım:

a. Cadıların varlığı ve icrayı sanat etmeleri ile akıl ve güç erdiremedikleri felaketler arasında bağ olduğu düşünülürdü. Bugünkü siyasi akıl, küresel konumunu yitirmiş Fransa’ya “Ermeni soykırımı” sahiplenmesi üzerinden bir hayat öpücüğü verebileceğini sanıyor. İkisinde de illiyet bağı yok.
b. Cadı yargılaması gibi bir uygulamayı o dönemde tuhaf bulan evrensel ve rasyonel bir akıl vardı, bugün de “soykırım yok demeyi suç sayan” garipliği reddeden evrensel normlar var.
c. Her ikisi de hukuk kılığı giydirilmeye çalışılan garabetlerdir.
d. Cadıların cezalandırılmasındaki işkence yöntemleri, ruha tasallut etmiş kötü güçlerin, şeytanın uzaklaştırılması olarak görülür, kurban dâhil hayırhah bir iş olarak satılırdı. Bugün de yargı süreci ve kurulmaya çalışılan toplumsal baskı ile “soykırım gibi açık bir gerçeği reddeden yanlış bilinçten” ilgili kişi kurtarılmaya (!) çalışılıyor. Sonuç, yine hayırhah bir iş. Kısaca “bu iş Türkiye için de iyi” diyen bir cadı mahkemesi yargıcı silueti karşımızda. Adaletin kılıcının merkezine “insanlığı” yerleştirdiklerini söyleyenler bu ince cilanın “siyasal çıkara bulanmış ucuz siyaseti” kapatabileceğini düşünmeye devam etsinler. Hukuku araçlaştıranlar, kendileri dâhil kimseye yâr olmadılar, bu siyasi akıl için de farklı bir gelecek yok.

Hangi Fransa kazanacak?
Soykırım yoktur demeyi cezalandıran yasa şimdi Fransa Anayasa Mahkemesi’nde. Fransa’nın Avrupa kültürüne ve tüm insanlığa yaptığı katkıların geleneğini temsil edenler, “fikir özgürlüğü” ilkesine bu vesileyle bir kez daha sahip çıkma iradesini ve samimiyetini gösterdiler. Sarkozy’nin konuya ilişkin ısrarını ve inadını sürdüreceği anlaşılıyor. Beyanları o istikamette. Sonuçta bu yasa, iki Fransa’dan hangisinin galebe çalacağı hususunda da bir turnusol kağıdı işlevi görüyor. Kolonyal amaçları için her tür değeri araçlaştıran Fransa mı yoksa insanlığa, özgürlüğe emek vermiş Fransa mı kazanacak? Bunu gelişmeler gösterecek. Ancak bu gelişmelerin sadece kısa vadede yasanın kaderiyle değil aynı zamanda Sarkozy’nin siyasi kaderiyle de ilişkili olduğunu unutmamak gerekiyor.