- Bidatçilerin istidlal kaynakları faslı

Adsense kodları


Bidatçilerin istidlal kaynakları faslı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Fri 3 June 2011, 07:17 pm GMT +0200
 
Bid'atçilerin İstidlal Kaynakları Faslı


Bu durum sabit olduğuna göre ondan başka bir manaya geçeriz ve şöyle deriz:
İlimde yeterli seviyeye ulaşmış olan kişilerin hakka tâbi olmakta tuttukları bir yol vardır. Haktan sapanlar ise onların tuttuğu yoldan başka bir yolun üzerindedirler. Bu sebeple onların tuttuğu yolun, o yoldan sakınmamız için açıklanmasına ihtiyacımız vardır. İlim sahiplerinin tuttuğu yolu bizim de tutmamız için onların yolunun da açıklanmasına ihtiyacımız vardır. Usûlü fıkıh âlimleri, ilim sahiple­rinin izlediği yolu açıkladılar ve o konuda söyleyeceklerini geniş tuttular. Haktan sapanların izledikleri yol hakkında ise fazla konuşmadılar. Onların kaynaklarım ve dayanaklarım tek tek saymak imkanı var mıdır, yok mudur? Bunun için biz onlarla ilgili başka bir ayet-i kerimeye baktık. O da şu âyettir:
"Şüphesiz bu, benîm dosdoğru yolumdur. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır."[3] Âyet,-i kerime hak yolun tek olduğunu, bâtılın ise bir değil, birden fazla yolunun bulunduğunu ifade etmek­tedir. Bâtıla ait yolları herhangi bir sayı ile sınırlamak mümkün değildir. Bu âyeti tefsir eden bir hadiste de buna işaret edilmektedir. Söz konusu hadisi İbn Mes'ud (r.a) şöyle nakletmektedir:
Rasulullah (s.a) bizim önümüze bir çizgi çizdi ve: "İşte Allah'ın doğru yolu budur." buyurdu.
Sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizdi ve şöyle buyurdu:
"Bunlar da başka yollardır. Bu yollardan her birinin üzerinde kendisine davet eden bir şeytan vardır."
Hz. Peygamber (s.a) daha sonra bu âyeti okudu. Bu hadiste sayı ile sınırlı olmayan müteaddit çizgilerin olduğu ifade edilmektedir. O halde bizim bunları ne naklî yönden, ne aklî yönden, ne de istikra yönünden sınırlandırmamız ve saymamız mümkün değildir.
Aklî yönden sınırlandıramayız, çünkü akıl onların herhangi bir sayıyla sımrlandınlmalarını gerektirmiyor. Görmüyor musun, sapıklık cehalete dayanır. Cehaletin ise sayılamayacak kadar çok çeşidi vardır. Bunları saymaya çalışmak faydasız bir çabadan başka bir şey değildir.
istikra/tümevarım yönünden de batıl yolları saymamızın bir yararı yoktur. Çünkü bid'atleri çıktığı zamandan itibaren incelediği­mizde, günler geçtikçe bunların çoğaldığını görürüz. Günümüze gelinceye kadar her dönemde mutlaka yeni yeni acaip istinbat, şekilleri (bid'at çıkarma yöntemleri) ortaya çıkmıştır.
Hal böyle olunca bizden sonra da bizden öncekilerde görmediğimiz istidlallerin (bid'at çıkarma yöntemlerinin), özellikle cehaletin çokluğu ve ilmin azlığında, araştırmacıların içtihat derecesinden uzaklaşmalarında ortaya çıkması mümkündür. O halde bu yönden de bâtıl yolları sınırlandırmak mümkün değildir. Bâtıl yollar, hak yola muhalefetten kaynaklanır da denilemez. Çünkü hakka muhalefetin de sayılamayacak kadar çeşitli şekli vardır.
Meselenin bu yönünü araştırmanın çok zor olduğu artık belli olmuştur. Fakat biz burada bazı genel ölçüler yereceğiz. Bu ölçülerle bid'atçilerin (veya bâtıl yoldan gidenlerin) nasıl bir yöntem kullandıklarını tesbit edebiliriz.
Bunlardan birisi şudur Onlar zayıf, çürük ve hadiscilerin üzerlerine bir şeyin bina edilmesini kabul etmedikleri uydurma hadislere dayanırlar. Meselâ, âşûra günü sürme çekmek, beyaz horoz ikram etmek, niyetle patlıcan yemek gibi bid'atlerin dayandırıldığı hadisler ve Hz. Peygamber'in (s.a) semâ esnasında vecde gelip kendinden geçtiği, hatta omuzlarından ridâsınm düştüğü rivayeti böyledir.[4] Bu ve benzeri hadisleri -malum olduğu üzere- câhil ve ilmi yanlış nakleden kimseler kullanırlar. İlim ve tarikat yolunda kendilerine güven duyulan hiç kimsenin bu tür hadislerle amel ettikleri nakledilmemişler.
Muhaddisler nazarında sahih hadislere dahil oldukları için bâzı âlimler hasen hadisleri de kullanmışlardır. Çünkü onların senedinde ittifakla cerhedilen ve kusurlu bulunan kimseler yoktur. Mürsel hadisi kullananlar da sadece onların sahih olanlara dahil olması durumunda kullanmışlardır. (Yani sahabe mürselini kullanmışlar­dır.) Sahabe mürselinde senedde zikredilmeyen sahabi, zikredilen sahabi gibidir, onun gibi adalet ve zapt sahibidir. Bunların dışında­kiler hadis âlimleri tarafından kesinlikle delil olarak kabul edilmemişlerdir.[5]
Şayet, müslümanlar karşılarına çıkan herkesin her söylediğini hadis diye alıp onları hüccet olarak kullanmış olsalardı cerh ve ta'dil ilmini ortaya koymalarının bir anlamı olmazdı. Halbuki onlar bu konuda icma etmişlerdir. Eğer öyle olsaydı, senet peşinde koşmala­rının da bir anlamı olmazdı. Bu sebepledir ki isnad ilmini dinin bir parçası haline getirdiler ve "filan kişi falan kişiden bana nakletti." demekle yetinmediler, bilakis bu isimleri senetlerinde zikretmekle, kendilerinden hadis naklettikleri kişilerin bilinmesini ihüva eden şeyleri de murat ettiler. Tâ ki bilinmeyen, şaibeli veya itham altın­daki kişilerden rivayet yapılmasında sadece rivayetine güvenilen kişilerden hadis nakledilsin. Çünkü meselenin ruhu, şeriate dayan­mamız ve hükümlerde istinat etmemiz için bu hadisin kesin olarak Hz. Peygamber (s.a) tarafından söylendiğine dair galip bir zannın oluşmayıdır.
İsnadı zayıf olan hadislerde onun Hz. Peygamber tarafından söylendiğine dair galip bir zan oluşmaz. Bu sebeple onlara bir hüküm isnadı mümkün değildir. Hal böyle olunca uydurma olduğu bilinen hadislerin durumunu sen düşün.
Evet, genelde zayıf hadise itimada sevk eden âmil, onun peşine takınılan hevadan daha önce ve itimada lâyık olmasıdır. Bu tama­men şeriatın hiçbir esasının hadisle ters düşmeyeceği varsayımına dayanır. Herhangi bir hadis şeriatın herhangi bir esasına ters düştüğü zaman o hadisin alınmaması daha uygundur. Çünkü onun alınması demek şeriatın o esasının yıkımı demektir. Görünürde sahih bile olsa o hadisin alınmaması konusunda icma vardır. O hadi­sin şeriatın esaslarından herhangi birisine ters düşmesi, ravilerden birisinin vehmine/yanılgısına, veya bazı râvilerin unutkanlığına delildir. Şeriatın herhangi bir esasına ters düştüğünde sahih bir hadis bile terk edildiğine göre, sahih olmayan hadisin durumunu da sen düşün.''[6]
Bir İtiraz: Ahmed ibn Hanbel'den rivayet edildiğine göre o, zayıf hadisin kıyastan hayırlı olduğunu söylemiştir. Bu sözün zahiri, sahih olmayan hadisle de amel edilmesi gerektiğini ifade eder. Çünkü o, zayıf hadisi, müslümanlarm cumhurunca amel edilen, hatta selefin üzerinde icma ettiği kıyasa tercih etmiştir. Bu da zayıf hadisin Ahmed ibn Hanbelin nazarında kıyastan üst mertebede olduğunu gösterir.
Bunun cevabı şudur: Bu, bir müetedihin sözüdür. İçtihadı doğru da olabilir yanlış da olabilir. (Bu bir özürdür/zaaftır). Çünkü onun bu konudaki özrü ortadan kaldırabilecek kesin bir delili yoktur. Şayet bu (sözü Ahmed ibn Hanbel'in söylediği) kabul edilirse bunu zahiri anlamının dışında başka bir anlama hamletmek mümkündür. Çünkü onlar (yani müetehitler) isnadı zayıf olan hadisin terki konusunda icma etmişlerdir. O halde Ahmed ibn Hanbel'in sözünü, o bununla senedi hasen olan hadisi ve onunla amel etmeyi kasdetmiştir veya senedi hasen bir hadisle amel etmenin "kıyasla amel etmekten hayırlı olduğunu" kastetmiştir. Şeklinde yorumlamak gerekir, şayet bunu kastettiği kabul edilirse, sanki o bu sözüyle, hadisleri reddedecek ölçüde kıyasa güvenen kimselere karşı çıkmada son derece titizlik göstererek kıyası reddetmiştir. Zâten Ahmed ibn Hanbel'in kıyası reddetme yönünde bir meyli vardı. Bu sebeple şöyle demişti: Biz sürekli rey ehline lanet ederdik, onlar da bize lanet ederlerdi. Nihayet Şâfîi geldi ve aramızdaki bu husûmeti ortadan kaldırdı. Veyahutta Ahmed ibn Hanbel bu sözüyle Kitap, sünnet ve icmadan herhangi bir dayanağı olmayan fasit kıyası kastetti de amel edilmese bile zayıf hadisi bu tür bir kıyasa tercih etti. Aynı şekilde Ahmed ibn Hanbel'in sözü en toleranslı bir şekilde yorumlansa bile bu söz (müctehit) imamların sözlerine karşı çıkmada bir dayanak olarak kullanılamaz. Allah onlardan razı olsun.[7]
Bir İtiraz: Denilse ki: Bütün bunlar sahih derecesine ulaşmayan hadislere itimat eden imamlara da bir reddir. Buna karşı söylenecek söz şudur: Onlar isnadın sıhhatini şart koştukları gibi aynı şekilde teşvik ve korkutmayla ilgili hadislerin naklinde senedin sıhhatine güvenmeyi şart koşmadılar. Şayet onların senetleri de sahih olursa bu daha güzel olur. Ancak teşvik ve korkutma (terğib ve terhib) hadislerinin senedleri sahih olmasa bile bunların naklinde ve kullanılmasında bir sakınca görmediler. İmam Mâlik Muvatta'da, İbn el-Mübarek Rekaik'te, Ahmed ibn Hanbel Rekaik'te ve Süfyan Câmiu'l-Hayr'da böyle yaptı. Bu neviden olan rivayetlerin hepsi teşvik ve korkutma (terğib ve terhib) ile ilgili hadislerdir. O halde onun gibi olana da itimat etmek caizdir. Nafile namazlar, Miraç gecesi, Şabanın onbeşinci gecesi, Recebin ilk Cuma gecesi namazları imam namazı ve hafta namazı ve anne, babaya iyilik için kılınan namaz, Aşûra günü, Receb ayı orucu ve Recep ayının 27. gecesi gibi şeylerin faziletleriyle ilgili sahih olmayan hadislere itimat etmek de caizdir.[8] Çünkü bunların hepsi sâlih ameli teşvik konusunda gelen hadislerdir. Namaz aslında sabit olan bir ibadettir. Oruç ve gece ibadeti de böyledir. Bunların hepsi hususi olarak fazileti nakledilen bir hayırla ilgilidir.
Bu sabit olduğuna göre, faziletli oldukları hadislerde bildirilen her şey teşvik (terğib) babmdandır. Ahkam konusundaki hadislerin aksine bunların senetlerinin sıhhatine hadiscilerin şehadet etmesi gerekmez.
O halde istidlalin bu şekli kalblerinde eğrilik olanların yöntemi değil, ilimde yeterli seviyede olanların yöntemidir. Çünkü ilim sahip­leri ahkam hadisleriyle teşvik ve sakındırma hadislerini birbirinden ayırdılar, ahkam hadislerinde sıhhati şart koştular, teşvik ve sakın­dırma hadislerinde sıhhati şart koşmadılar.
Cevap: Hadis âlimlerinin teşvik ve sakındırmayla ilgili hadisler hakkında sözünü ettikleri müsamahanın bizim meselemizle ilgisi yoktur.[9] Bunun açıklaması şöyledir: Hakkında söz edilen amelin aslı, ya icmali olarak veya tafsili olarak delillendirilmiştir. Veya icmali ve tafsili olarak delillendilerilmemistir. Ya da icmali olarak delillendirilmiştir, fakat tafsili olarak delillendirilmemiştir.
Birincisinin şahinliğinde hiçbir şüphe yoktur. Farz namazlar, revatip sünnetler veya revatip olmayan sünnetler, farz oruçlar veya bilmen şekliyle mendup olan oruçlar gibi. Bunlar nassın belirlediği şekilde herhangi bir ilave ve eksiltme yapmaksızın edâ edildiği zaman -Âşûra orucu, veya Arefe günü, gece nafilelerinden sonra yapılan vitir ve küsûf namazı gibi- bunlar hakkında onların şart koştukları şekilde sahih olan deliller gelmiştir. Dolayısıyle bunların farz, sünnet ve müstehap olduklarına dair hükümler sabit olmuştur/kesinlenmiştir. Bu gibi amelleri teşvik edici veya bunlardan farz olanların terkinden sakındırıcı ve sahih derecesine ulaşmamış, kimsenin kabul etmeyeceği zayıf derecesine veya delil olarak kullanılmaları caiz olmayan mevzu derecesine de düşmemiş hadisler varit olduğu zaman, sahih bir yolla aslı sabit olduktan sonra, bu tür hadislerin zikredilmesinde ve onlarla teşvik ve sakındırma yapıl­masında hiçbir sakınca yoktur.
İkincisinin de sahih olmadığı gayet açıktır. Bu, bid'atin ta kendisidir. Çünkü heva ve heves üzerine bina edilen mücerret reye dayanır. Bu tür olan ameller bid'atlerin en büyüğü ve en çirkinidir. İslamın reddettiği ruhbanlık, günaha girmekten korkan kimselerin iğdiş edilmesi, güneş altında ayakta durarak ibadet edilmesi veya hiç kimseyle konuşmaksızm susmak gibi. Buna benzer şeylere teşvik etmek doğru değildir. Çünkü şeriatte böyle şeyler yoktur. Benzeri şeyleri teşvik edici, muhalefetinden sakındırıcı delil de yoktur.
Üçüncüsü: Bir ibadet bütünlüğü içinde aslı sabit olduğu zaman o yönüyle birincisi gibi algılanır ve bu yüzden tek tek herbiri hakkında sahih şartı aranmaksızın nakil yapılması (sahih olmayan hadisler rivayet edilmesi) toleransla karşılanır. Meselâ mutlak manada nafile namaz kılmak meşrudur. Dolayısıyle Şabanın 15. geceyi namaz kılmayı teşvik edici hadisler geldiği zaman, nafile namaz hakkında aslında varolan teşvik bu hadisleri destekler. Aynı şekilde oruç tutmak esasen sabit olduğuna göre Recebin yirmi yedisinde tutulan oruç da sabit olur/meşru olur. Bunun benzeri başka örnekler de vardır. Mesele onların zannettiği gibi değildir. Çünkü asıl, icmali olarak sabit olduğu zaman, tafsili olarak ispatı gerekmez. Genel manada namaz sabit olunca ayrıca özel olarak öğlen, ikindi veya vitir veya başka bir namazı naslarla ispat etme zorunluluğu yoktur. Aynı şekilde genel olarak oruç sabit olduğu zaman, ayrıca Ramazan, Aşura, Şaban veya başka bir orucun sahih bir delille ayrı ayrı ispat edilmesinde zorunluluk yoktur. Sahih bir delille sabit olan bu özel amele nisbetle teşvik ve sakındırma hadislerinin durumu bundan sonra incelenir.
Sualde zikredilen konuda buna dair herhangi bir şey yoktur. Çünkü genel olarak gece ve gündüz kılınan nafile namazlarla, Şabanın 15. gecesi şu kadar rekat namaz kılmak ve her rekatta şu şu sûreleri şu miktarda okumak arasında bir bağımlılık yoktur. (Yani genel olarak gece ve gündüzleri nafile namaz kılmak meşrudur ama bunları belli günlere ve miktarlara tahsis etmenin meşruiyet temeli yoktur.) Filan ayın filan gününde oruç tutmak da böyledir. Hal böyle olunca özellikle bu ibadetler bir gaye haline getirilemezler. Nafile namaz ve nafile oruçların bu günlere tahsisini gerektirecek kesin şer'î bir delil yoktur.
Hakkında özel olarak şer'î bir hükmü bulunduran herhangi bir ibadeti belli bir günde veya zamanda yapmayı tercih etmek buna delildir. Nitekim mesela aşure günü veya arefe günü veya Şaban ayında oruç tutmanın genel olarak diğer günlerde nafile oruç tutmaya üstünlüğü vardır. Çünkü bu günlerde oruç tutmanın genel olarak diğer günlerde oruç tutmaktan daha faziletli olduğu sabit olmuştur. Bu fazilet, hükümlerde diğerlerinden -meselâ nafile namazın mutlak meşruluğundan anlaşılmayacak- daha üstün bir mertebeyi gerektirir. Çünkü bir amelin genel olarak meşruluğu, o amel işlendiği zaman on katı sevaptan yediyüz kata kadar sevabı gerektirir. Aşure günü oruç tutmak ise kendisinden önceki bir senelik günahlara keffarettir. Bu da mutlak/genel meşruluğa ilave bir durumdur. Sonuçta bu onun için mertebece bir üstünlüğü ifede eder. Bu da hükme râcidir. (yani söz konusu günde oruç tutmanın daha faziletli olduğuna hükmolunur.)
O halde bu özel teşvik, özel bir mendup çeşidinde (farklı) bir mertebeyi gerekli kılar. (Bu bir hükümdür.) Onların   (müctehit imamların)- "Hükümler ancak sahih bir yoldan sabit olurlar." sözlerinden dolayı bir hükmün ispatının mutlaka sahih hadislere dayandırılması gerekir. Sahih olmayan hadislerle ispat edilmeye çalışılan bid'atlerde, meşru olan bir şeye herhangi bir zamanla veya sayıyla ya da keyfiyetle sınırlama getirmek gibi mutlaka bir ilave vardır. Dolayısıyle bu ilavelerin hükümlerinin de sahih olmayan yollarla sabit olması gerekir. Bu ise âlimlerin tesis ettikleri şeye (onların metoduna) aykırıdır.
Onlar hükümlerle sadece vâciplik veya haramlık hükümlerini kastederler de denilemez. Çünkü o zaman da biz deriz ki: Böyle bir şeyi söylemek delilsiz olarak kafadan hüküm vermektir. Bilakis hükümler beş kısımdır. Nitekim vâciplik hükmü de ancak sahih bir delille sabit olur. Hüküm sabit olduğu zaman teşvik ve sakındırma hadislerinde bu hükmün sübutunda müsamaha gösterilir demen artık gerekmez. Bütün değerlendirmelere göre, teşvik edilen her şeyin hükmü ve meşru olan şeyler içerisindeki mertebesi şayet sahih bir yolla sabit olmuşsa artık onun sahih olmayan bir yolla teşvik edilmesi bağışlanabilir. Bu hüküm ve mertebe ancak teşvik hadisi ile sabit olmuşsa o hadisin de mutlaka sahih olması şarttır. Aksi takdirde ilimde yeterli seviyeye gelmiş kimselerin içinde oldukları kabul edilen topluluğun yolundan çıkmış ölür. Kendilerine fıkıhçı denilen ve havas mertebesinde oldukları iddiasıyle avamdan ayrılan kimselerden bir grup burada yanılgıya düşmüşlerdir. Bu yanılgının temeli her iki konuda da hadiscilerin söylediklerinin anlaşılmamasına dayanır. Başarı Allah'tandır.[10]
 
Fasıl
 
Bid'atçilerin kullandıkları yöntemlerden birisi de yukarıdakinin zıddı olup o da onların maksatlarına ve mezheplerine uygun düşmeyen hadisleri reddetmeleri, onların akla aykırı ve delilin gereğine uygun olmadığını ve reddedilmeleri gerektiğini iddia etmeleridir. Meselâ kabir azabını, sıratı, mizanı ve âhirette Allah Teala'nın görülmesini inkar edenler bu yöntemi izlerler. Karasinek ve onun öldürülmesiyle ilgili hadisi reddedenler de böyledir. Söz konusu hadise göre sineğin kanatlarından birisinde hastalık/yani mikrop, diğerinde şifa/yani panzehir vardır, sinek kendisini korumak için önce hastalık/mikrop taşıyan kanadını yiyeceğe batırır. Onlar bu yöntemle, kardeşinin karnı ağrıyan kişiye Hz. Peygamberin ona bal şerbeti içirmesini tavsiye etmesini de reddederler. Onlar adaletli kişilerin naklettiği buna benzer pek çok sahih hadisi bu yöntemle reddederler.[11]
Onlar bazan râviler içinde -Allah korusun- sahabileri, tabiileri ve hadis imamlarının adaletlerinde ve imametlerinde ittifak ettikleri kimseleri bile kötülerler. Bütün bunları kendi mezheplerine muhalif olanları reddetmek için yaparlar. Bazan onların fetvalarını reddederler ve halk sünnetin ve ehl-i sünnetin peşinden gitmesin diye halkın duyacağı şekilde bu fetvaları kötülerler. Nitekim Ebu Bekir ibn Muhammed'in şöyle dediği rivayet edildi: Amr ibn Ubeyd dedi ki:
Hırsızı sultandan başkası affedemez. Bunun üzerine ben ona (hırkasını çalan hırsızı affetmek isteyen) Safvan ibn Umeyye'ye Rasulullah'ın (s.a) şöyle dediğini naklettim:
"Bunu bana hırsızı getirmeden önce yapsaydın olmaz mıydı?" Ben böyle deyince Amr ibn Ubeyd dedi ki:
Hz. Peygamber'in (s.a) böyle dediğine dair Allah'a yemin eder misin? Ben de ona dedim ki:
Bunu Rasulullah'ın (s.a) söylemediğine de sen Allah'a yemin eder misin? O hadisi ben İbn Avn'a da okumuştum. İbn Avn'ın etrafındaki halka büyüyünce dedi ki:
Ey Ebû Bekir, o hadisi bir daha oku.
Onlar sırat, mizan ve havzın sabit olduğunu söylemenin akla aykırı bir söz olduğunu iddia ederler. Bunlardan birisine şöyle bir soru soruldu:
Âhirette Allah Teala'nın görüleceğini söyleyen bir kimse tekfir edilir mi? O bu soruya şöyle cevap verdi:
Tekfir edilmez. Çünkü O, akla uygun olmayan bir şey söylemiş oldu. Akla aykırı bir şeyi söyleyen kişi kâfir değildir.[12]
Bir cemaat de âhad haberleri tümden redderler[13] ve Kur'an'ı anlamada sadece akıllarının münasip gördüğüyle yetinirler. Hatta şu âyet,-i kerimeyle (akıllarınca yorumlayıp) içkiyi bile mubah görürler:
"İnananlara ve yararlı işler yapanlara tattıklarından dolayı bir günah yoktur."[14]
Bunlar ve benzerleri hakkında Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Sakın ola sizden birinizi koltuğuna kurulmuş (şöyle bir tavır sergilerken) görmeyeyim:
Ona emrettiğim ya da yasakladığım şeylerden bir şey gelir de şöyle der:
Bilmiyorum (böyle bir şey yok) Biz Allah'ın kitabında bulduğumuz şeye uyarız."
Bu, bir yasağı ihtiva eden ağır bir tehdittir. Sünneti red suçunu işleyen kimseler de bu tehdide dahildir.
Bu hadisleri aklın verdiği hükümlerle reddettikleri için onların sözleri husün ve kubühun (yani iyi ve kötünün) sadece akılla biline­bileceği prensibine dayanır. Bu konu usûl ilminde anlatılan bir konudur. İnşaallah bununla ilgili açıklama daha sonra gelecektir.Amr ibn en-Nadr dedi ki:
Bir gün ben de yanındayken Amr ibn Ubeyd'e bir şey soruldu. O da buna cevap verdi. Ben dedim ki:
Bizim arkadaşlarımız böyle söylemiyorlar. Dedi ki:
Senin arkadaşların da kim, babasız kalasıca? Dedim ki:
Eyyup, Yunus, İbn Avn ve et-Teymi'dir. Dedi ki:
Onlar diri olmayan ölüler sürüsünün pislikleridirler. İbn Aliyye[15] dedi ki:
Bana el'Yesea anlattı ve şöyle dedi:
Vâsıl ibn Ata[16] bir gün konuştu ve şöyle dedi: Amr ibn Ubeyd dedi ki:
Duymuyor musunuz? Dinlediğiniz esnada Hasan ve İbn Şirin'in sözü atılmış hayız bezinden başka bir şey değildir, (yani onların sözlerinin hayız bezinden fazla değeri yoktur)
Vâsıl ibn Ata mutezile fikrini ilk defa ortaya atan kişidir. Amr ibn Ubeyd de onunla birlikte o görüşü benimsemiştir ve ona hayran olmuştur. Bu sebeple kız kardeşini onunla evlendirmiştir. Kız kardeşine şöyle demişti:
Seni öyle bir adamla evlendirdim ki ona ancak halife olmak yakışır. Sonra bu adamlar haddi tecavüz ettiler ve kötü fikirleri sebebiyle imâ yollu veya açık bir şekilde Kur’anı reddecek noktaya geldiler.
Amr ibn Ali[17] güvendiği bir kişiden dinlediği bir olayı şöyle anlatır: O kişi şöyle demişti:
Ben Amr ibn Ubeyd'in yanında bulunuyordum. O da Osman et-Tavil'in dükkanın­da oturuyordu. Ona bir adam geldi ve dedi ki:
Ey Ebû Osman! (Amr ibn Ubeyd'in künyesidir) Şu âyet hakkında Hasan el-Basri'den neyi söylediğini duydun "Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerin­den çıkıp giderlerdi."[18] Amr ibn Ubeyd dedi ki:
Hasanın görüşünü sana haber vermemi istiyorsun öyle mi? Adam dedi ki:
Hayır, ben sadece Hasan'dan bu konuda ne duyduğunu söylemeni istiyorum. Amr ibn Ubeyd dedi ki:
Hasan'ın şöyle dediğini duydum: Allah Teala bir kavmin öldürülmesini takdir etmişse mutlaka öldürülürler. Allah bir kavmin toprak altında kalmasını takdir etmişse, mutlaka o şekilde ölürler. Allah Teala bir kavmin suda boğulmasını takdir etmişse mutlaka suda boğularak ölürler. Allah bir kavmin ateşte yanmasını takdir etmişse, mutlaka yanarak ölürler. Osman et-Tavil dedi ki:
Ya Ebâ Osman! Bu bizim sözümüz değildir. Amr ibn Ubeyd dedi ki:
Ben sana Hasan'ın görüşünü haber vermek istediğimi söyledim. Zâten ben Hasan'ı yalanlıyorum.
el-Esrem[19] Ahmed ibn Hanbel'den nakletti; Ahmed ibn Hanbel dedi ki: Bize Muaz anlattı ve şöyle dedi:
Amr ibn Ubeyd'in yanında idim. Ona Osman ibn Fülan geldi ve dedi ki:
Ey Ebû Osman! Vallahi ben küfür olan bir söz işittim.
Amr ibn Ubeyd dedi ki:
Dur bakalım, nedir o? Hemen küfür diye acele etme. Osman ibn Fülan dedi ki:
Hâşim el-Evkas "Ebû Leheb'in iki eli kurusun"[20] âyeti ve "Tek olarak yaratıp kendisine geniş servet verdiğimiz kişiyi bana bırak"[21] âyetinin Ana Kitap'ta olmadığını iddia ediyor.
Halbuki Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Apaçık Kitab'a andolsun ki biz, anlayıp düşünme­niz için onu Arapça bir Kur'an kıldık. O, katımızda bulunan Ana Kitap'ta  (Levh-i Mahfuzda)  mevcut, yüce ve hikmet dolu bir kitaptır."[22]
Bu iddayı ileri sürmek küfürden başka bir şey değildir. Amr ibn Ubeyd bir müddet sustu sonra konuştu ve şöyle dedi:
Vallahi, şayet durum senin dediğin gibi olsaydı Ebû Leheb'i kötüleyen kimse olmazdı, o zaman bir tek kişi bile kınanamazdı. O mecliste bulunan dedi ki:
Vallahi din dediğin, işte budur. Muaz bu rivayetin sonunda der ki:
Ben bunu Veki'e[23] anlattım. O dedi ki:
Bunu söyleyen kişinin tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse ne âlâ.... Tevbe etmezse boynu vurulur.
Bunun bir benzeri de önemli bazı hadis imamlarından rivayet edilmiştir. Ali ibn el'Medînî[24] el-Müemmel'den[25] o da el-Hasen ibn Vehb el'Cumehi'den rivayet etti. O şöyle dedi.
Kendisiyle aramızda yakın bir ilişki bulunan filan kişi ailesiyle birlikte Bi'r-i Meymun denilen yere gitmişti. Benim de oraya gelmem için bana haber gönderdi. Akşam geç saatlerde ona geldim ve geceyi yanında geçirdim. Râvi der ki:
O bir çadırda idi, ben de başka bir çadırda idim. Bütün gece sanki bir arı vızıltısı gibi onun sesini dinledim. Sabah olunca kahvaltısını getirdi ve birlikte kahvaltı yaptık. Bana aramızdaki kardeşlikten ve hakikatten söz etti ve bana dedi ki:
Seni ben güzel bir düşünceye davet edeceğim. Bana kader konusunu açtı. Bunun üzerine ben onun yanından kalktım, gittim ve ölünceye kadar onunla bir daha tek kelime konuşmadım. Bir gün tavafta o içerideyken ben yolun dışında durdum ve o dışarda iken ben içeri girdim. Elimden tuttu ve dedi ki:
Ey Ebû Ömer! Daha ne zamana kadar? Daha ne zamana kadar?
Onunla yine konuşmadım. Dedi ki:
Benim suçum ne?
Bir adam "Tebbet yedâ Ebi Leheb" Kur'an'dan değildir derse sen ne dersin? Sen ona ne söylersin? Ellerimi onun elinden çektim (ve uzaklaştım.) Ali ibn el'Medînî der ki:
Müemmel dedi ki:
Ben bunu Süfyan ibn Uyeyne'ye anlattım. Bana dedi ki:
Ben işin tamamen bu noktaya vardığım zannetmiyordum. Ali ibn el-Medînî dedi ki:
Bunu ben de işittim, Ahmed ibn Hanbel de işitti. Dedi ki:
Ben, Süfyan ibn Uyeyne'ye, Mualla et-Tahhan'ın bazı sözlerini anlattım. Süfyan dedi ki:
Bu görüşün sahibinin öldürülmesi için başka neye ihtiyaç var?
Allah'ın Kitabına ve Peygamber'in (s.a) sünnetine karşı göster­dikleri şu küstahlığa bakınız! Bütün bunlar mahza hakikate karşı kendi mezheplerini tercihtir. Onlardan şeriate en saygılı olanı bile şeriat dışına çıkmanın yollarını arar, bu uğurda apaçık delilleri tevil ederek müteşabihlerin peşinden gider. İleride buna temas edilecek­tir. Bunların hepsi de yerüenler sınıfına dahildir.
Bid'atçilerden bir grup da vardır ki bunlar bazan hadisleri; "zan ifade ederler, Kur'an'da da zan kötülenmiştir" diye reddine delil getirirler. Bunun için şu ayetleri ve benzerlerini kullanırlar:
"Onlar ancak zanna ve nefislerin nevasına uyuyorlar."[26]
"Onlar sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şünhesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez."[27]
Bu konuda o kadar ileri giderler ki Kur'an-ı Kerim'de haramlığına dair herhangi bir nas olmadığı halde Allah Teala'nın Peygamberinin (s.a) diliyle haram kıldığı şeyleri helâl sayarlar. Bununla sadece akıllarının, uygun gördüğü şeyleri kendileri için tesbit etmeyi gaye edinirler.
Halbuki âyetteki ve hadisteki kastedilen zan onların iddia ettikleri zan değildir. Biz zannın üç yerde bulunduğunu gördük:
Birincisi: Dinin temel esaslanndaki zan. Bu tür bir zannın âlimlere hiçbir faydası yoktur. Çünkü bunun zan sahibi nezdinde zıddına da ihtimali vardır. Dinin füruundaki zan böyle değildir; şeriat ehlince onunla amel edilir. Çünkü onunla amel edileceğine delalet eden delil vardır. O halde fürû ile ilgili olanın dışındaki zan yerilmiştir. Bu doğrudur. Alimler onu burada zikretmişlerdir.
İkincisi: Buradaki zan birbirine zıt iki şeyden birini herhangi bir delil olmaksızın diğerine tercih etmektir. Şüphesiz bu yerilmiştir. Çünkü bu bir kafadan hüküm vermedir. Bu sebeple âyet'i kerimede onun hemen arkasından "nefislerin hevası" zikredilmiştir: "Onlar ancak zanna ve nefislerinin hevâsına uyuyorlar." Sanki onlar sadece önyargılı ve heva ve hevese uygun bir şeye meylediyorlar. Bunun için böyle bir zan yerilmiştir. Her hangi bir delilin desteklediği zan ise böyle değildir. O, genel olarak yerilmemiştir. Çünkü o, hevâya uymanın dışında bir şeydir. Bu sebeple o sabittir/geçerlidir ve dinin füruunda olduğu gibi, onun gibisine nasıl bir amel uygunsa onun gereğiyle de o şekilde amel edilir.
Üçüncüsü: Zan iki kısımdır: Birincisi kafi bir asla dayanan zandır. Bunlar nerede olursa olsun şeriatte kendileriyle amel edilen zanlardır. Çünkü onlar malum bir asla dayanırlar. Bunlar cinsi malum olan şeylerdendir. İkincisi kat'î bir asla dayanmayıp ya asıl olarak bir şey olmayana (yani delil olma değeri taşımayan bir şeye) dayanır ki bu yerilmiştir, ya da kendisi gibi bir zanna dayanır. Eğer bu zan da kafi bir asla dayanırsa birinci gibi olur yani övülür. Veya bu zan da başka bir zanna dayanırsa tekrar ona döneriz; onun mutlaka kati bir asla dayanması gerekir ki böyle olursa övülür. Eğer bu zan, delil olma özelliğini taşımayan bir şeye dayanırsa yerilir. Her türlü takdire göre haberi vâhid'in senedi sahihtir. O, mutlaka şeriatte bir asla istinat eder ve kabulü gerekir. Bundan dolayı mutlak olarak haber-i vahidi kabul ederiz. Nitekim kâfirlerin zanları herhangi bir şeye istinat etmez. Bu sebeple reddedilmeleri ve itibar edilmemeleri gerekir. Bu son cevap bir asıldan alınmıştır. Bunun açıklaması Allah'a hamdolsun ki el-Muvafakat isimli kitapta geçmektedir.
Bazı sapıklar hadislerin reddi konusunda ve hadislerde olan şeylere itimat eden kimselerin görüşlerinin reddi konusunda o kadar aşırı gittiler ki hadislerle amel etmeyi akla aykırı buldular ve hadislerle amel etmeyi savunanları da akılsız/deliler olarak gördüler.
Ebû Bekir ibn el-Arabi, doğuda ru'yeti inkar eden birisiyle[28] karşılaşanlardan naklederek şu olayı anlatır: Ahirette Allah'ın görülmesini (yani ru'yetullahı) inkar eden kişiye şöyle bir soru sorulur:
Allah Teala'nın ahirette görüleceğini savunan kimse tekfir edilir mi, edilmez mi?
O bu soruya şöyle cevap verir:
Hayır! Çünkü o akla uygun olmayan bir şeyi savunmuştur. Akla uygun olmayan bir şeyi savunan kimse tekfir edilmez.
İbn el'Arabi der ki:
Onlara göre bizim mertebemiz işte bu. Hevâ ve hevese uymanın neye yol açtığı konusunda insanlar bundan ibret alsınlar. Allah Teala, lütfuyla bizi bundan korusun.
Bizim zamanımızdaki önemli kişilerden birisi bu meselede yanılmış ve haber-i vâhidlerin tamamının zan olduğunu iddia etmiştir. Bir rivayette şöyle denilir: "Zan kişinin ne kötü binitidir." Başka bir rivayette de şöyle denilir: "Zandan sakının, çünkü zan sözün en yalan olanıdır. Bunlar söz konusu kişinin sözlerinden ve yanılgılarındandır. Allah onu affetsin.[29]
 
Fasıl
 
Bid'atçilerin yöntemlerinden birisi de şudur: Allah ve Rasulü'nün kastettiği şeyi anlamaya yarayan Arapça ilmini bilmedikleri halde Arapça olan Kur'an ve Sünnet hakkında yalan yanlış şeyler uydururlar";[30] kendi bildikleri şeylerle şeriatın aleyhinde bulunur­lar, uydurdukları şeyleri kendilerine din edinirler ve ilimde yeterli seviyede olan kişilere muhalefet ederler. Kendi nefislerine çok güvendikleri ve hiç de öyle olmadıkları halde kendilerini içtihat ve istinbat yapabilecek kişiler olarak gördükleri için böyle bir tavrın içine girerler. Nitekim onlardan birisine[31] âyeti hakkında sorulunca şöyle demiştir:
Buradaki "sır" sarsar, yani geceleyin öten cırcır böceği demektir, der.
Nazzam'dan[32] rivayet edildiğine göre o da şöyle demiştir:
Kişi Allah'ın ismini anmaksızın îlâ[33] yaparsa îla yapmış sayılmaz. Çünkü îlâ, Allah isminden türemiştir. Bazıları da "Âdem Rabbine başkaldırdı ve yolunu şaşırdı."[34] âyetini tefsir ederken yasaklanmış ağaçtan meyveyi çok fazla yedikleri için Adem'in yolunu şaşırdığını söylerler. Çünkü ayette geçen ve "başkaldırdı, âsi oldu" anlamına gelen  (ğavâ) kelime­sini Arapların, annesinin sütünü çatlayıncaya kadar emen ve hatta bu yüzden bazan hayata veda eden deve yavrusunu anlatmak için kullandıkları (ğave'l-fasilü) tâbirine takılarak yorum­larlar.[35] Halbuki bir insan hakkında bu tâbir kullanılamaz. Bu keli­me âyet-i kerimede, başkaldırmak, âsi olmak anlamına gelen "ğayy" mastarındandır. Bunlar "Andolsun, biz insanlardan ve cinlerden bir çoğunu cehennem için yarattık,"[36] âyetini "Biz insanlardan pek çoğunu cehenneme attık, saçtık, dağıttık" şeklinde yorumlarlar. Sanki onlar âyette "ze-ra-e" kelimesindeki hemzeyi görmezler, bu yüzden Arapların"rüzgar bir şeyi saçtı,dağıttı anlamında kullandıkları" (zerrathü'r-rîhü" tabirinden yola çıkarlar. Halbuki (zerae) "yarattı" " (zerâ) ise "saçtı" "dağıttı" anlamına gelir. Araplar "hayvan sırtındakini attı" anlamında da " (ezrathu d-dabbetü) derler.
İbn Kuteybe'nin anlattığına göre Bişr el-Muraysi arkadaşlarına: "Allah Teala sizin ihtiyaçlarınızı en güzel şekilde karşıladı" anlamında bir söz söylerken Arapça kurallarına aykırı bir cümle kurdu. Orada bulunan topluluğun buna güldüğünü gören Kasım et-Timar güya Bişr'i savunmak için Arapça bir şiir okudu, fakat aynı kural hatasını kendisi de bu şiiri okurken yaptı. Kâsım'ın okuduğu şiir meâlen şöyle idi:
"Süleymi'yi Allah himaye ediyor. O hiçbir şey vermediği halde Allah onu mahrum bırakmadı."
Bişr el-Muraysi akılcıların reisiydi. Kasım et-Timar ise kelamcıların reisiydi.
İbn Kuteybe der ki:
Kasım'ın, Bişr'i savunmak için okuduğu şiirdeki hatası Bişr'in hatasından daha da tuhaftır.
Bunlardan bazıları "Leş, kan ve domuz eti size haram kılındı."[37] âyetinin domuz yağının helâl olduğunun delili olarak ileri sürerler. Bu âyette domuzun sadece eti haram kılınmıştır, başka şeyi haram kılınmamıştır, dolayısıyle bu âyet domuz yağının helal olduğuna delildir, derler. Bazan bazı âlimler de onların söylediklerini kabul ederler ve domuz yağının sadece icmâ ile haram kılındığını zannederler. Halbuki mesele basittir. Lahm yani et kelimesi hakiki anlamıyle yağı ve başka şeyleri de içine alacak şekilde kullanılır. Tâ ki özel ismiyle anıldığı zaman şahm, yani yağ denilir. Nitekim damar, sınır ve deri de böyledir. Şayet onların dedikleri gibi olsaydı damar, sinir, cild, ilik, beyin gibi özel ismi olan şeylerin hiçbirisi domuzda haram olmazdı. Bu ise domuzu tamamen haram olmaktan çıkarırdı.
Hâricilerin "Hüküm ancak Allah'ındır."[38] âyetini delil göstere­rek hakem tayin etmenin gayri meşru olduğunu iddia ederken sinsice bir yol tutuklarını söylemek mümkündür. Çünkü bu âyet-i kerimede hüküm lafzı genel bir anlam ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Bu kelimenin özel anlamlı olarak kullanıldığı yerler buna dahil edilemezler. Onlar hepsini aynı kategoride gördükleri için şu âyetlerden yüz çevirmişlerdir:
"Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin."[39]
"İçinizden adalet sahibi iki kişi buna hükmeder."[40]
Şayet genel anlam ifade eden lafızlarla özel anlam ifade eden lafızların reddedilemeyeceğine dair olan Arapça kuralı araştırarak bilmiş olsalardı özel hükümleri hemen inkara koşmazlardı ve kendi kendilerine: "Acaba bu genel hüküm başka hükümlerle tahsis edilmiş midir?" diye sorarlardı da sonra onu tevil ederlerdi. Bu konuda başka bir şey daha vardır ki yeri gelince o da zikredilecektir. Arap kelamıyle ilgili cehaletin pek çoğu mecaz konusunda ortaya çıkar ki aklı başında olan bir kişi buna razı olmaz. Allah Teala lutf u ihsaniyle bizi cehaletten ve cehaletle amel etmekten korusun.
Buna benzer istidlallerin hiçbir kıymeti yoktur, konuşanların seviyesini düşürür, emsallerine aykırı bir görüş olarak bile kabul edilemez. Bu tür istidlallerle ortaya konulan inanç ve amelle ilgili hükümler bid'atin ta kendisidirler. Çünkü bunlar hevâ ve hevese uyarak Arapça'nın genel-geçer kurallarının dışına çıkmak demektir. Hz. Ömer'den nakledilen şu söz ne kadar doğrudur: Bu Kur'an bir sözdür. Onu yerli yerine koyunuz. Onu hevâ ve hevesinize uydur­mayınız. Yani bu kelama kendi anlamlarını veriniz ve anlamlarının dışına çıkarmayınız. Çünkü Kur'an'ı kendi anlamlarının dışına çıkarmak demek onun doğru olan yolundan çıkıp hevâ ve hevese uymak demektir.
Yine Hz. Ömer'den rivayet edilmiştir:
Ben sizin içinizden sadece iki adamın durumundan korkarım: Kur'an'ı yanlış tevil eden adam ve malı kardeşinden kıskanan adam.
el-Hasen'den (r.a) rivayet edilmiştir.
Ona sorulur:
Dilini ve mantığını düzeltmek için Arapça öğrenen adam hakkında ne dersin?
Şöyle cevap verir:
Evet öğrensin. Çünkü bir adam ki Kur'an'ı okur da yanlış manalara çekerse helak olur.
Yine ondan rivayet edilmiştir:
Kur'an'ı yanlış tevil eden acemler (Arap olmayanlar) sizi helake sürüklediler.[41]


[3] En'am: 153.
[4] Bunların açıklaması için Mevzuat kitaplarına bakılması rica olunur. Bu kitapların en önemlileri şunlardır: tİbn Arrak'ın Tenzihu'ş-Şeriat'il-Merfua'sı. Şevkâni'nin el-Fevâidü’l- Mecmua'sı. Molla Aliyyü'l-Kâri'nin el-Masnû'u.
[5] Bu bilgiler hadis ilimleri kitaplarından elde edilebilir. Bunlardan bazıları şunlardır: Ibnus-Salah’ın Kitabu Marifeti Ulûmi'l-Hadis'i. veya Mukaddimesi. Ayrıca cerh ve ta'dil kitaplarına da bakılabilir. Meselâ Leknevi'ninin er-Raf u ve't-Tekmil'i.
[6] Hadis uydurmanın sebepleri konusunda daha fazla izah için Şeyh Ebû Gudde'nin "Lemhâtü'n min Tarihi’s-Sünne ve Ulûmil -Hadis" i ve Aliyü'l-Kâri'nin "Mevzûat’ına bakınız.
[7] Büyük âlim ibn el-Kayyim “I’lamu’l-Muvakkiîn" isimli eserinde Ahmed ibn Hanbel'in zayıf ve mürsel hadisi kıyasa tercih edişini açıklarken şöyle der: Onun zayıf ile kastettiği ne bâtıldır, ne mthıkerdir ne de amel edilmesi caiz olmayan rivayetlerdir. Bilakis ona göre zayıf, sahihin bir bölümüdür ve hasenin kısımlarından biridir. O, hadisi, sahih, hasen ve zayıf diye üçe ayırmaz, sahih ve hasen diye ikiye ayırır. Zayıfın da ona göre dereceleri vardır.,., (I’lamu:l-Muvakkiîn, c.l, s.31.)
[8] Müellifin sözünü ettiği bu konularda kesinlikle sahih bir hadis yoktur.
[9] Teşvik ve sakındırma konusunda zayıf hadisle amel etmenin caziliğinin şartları için özellikle ibn Hacer'in Nuhhe'sine ve öğrencisi Sehâvi'nin el-Kavlü'l" Bedi’ine ve diğer kaynaklara müracaat ediniz.
[10] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/251-257.
[11] Müellifin işaret ettiği hadisler hem senet hem de metin yönünden sahih olan hadislerdir. Bunlardan kimisi akaidle,  kimisi ahkamla, kimisi adap ve muamelatla, kimisi de başka konularla ilgilidir. Bunları inkar edenler akla dayanarak reddetmişlerdir.
[12] Mutezile ve benzerlerinin görüşüdür.
[13] İmam-ı Şafiî'nin ahad haberleri reddedenlere cevabı hakkında onun er-Risalesindeki "el-Huccetu fi Tesbiti-Haberi’l-Vahid" bölümüne bakınız, s.998, 1261
[14] Maide: 93.
[15] İbn Aliyye: İsmail ibn İbrahim ibn Mukassim, büyük âlim, meşhur hadisci, güvenilir sağlam bir kişi, künyesi Ebû Bişr el-Esedî, Basralıların azadlısı. Aslen Kufeli. İbn Aliyye diye meşhur. Aliyye onun annesidir. Hasan Basri'nin öldüğü sene, 110 yılında dünyaya geldi, İbn Münkedir, Yunus ibn Ubeyd, Humeyd et-Tavil, Ata ibn Sâib, ibn Cüreyc ve daha pek çok kişiden rivayette bulundu. Kendisinden de İbn Cüreyc, Şube, İbn Mehdi, İbn el-Medeni, Ahmed ibn Hanbel ve daha pek çok kişi rivayette bulundu. 193 yılında vefat etti (Siyeru A'lami'n-Nübelâ, 9/107; Ahmed ibn Hanbel'in el-İlel'i, 122; Tabakat, 7/325; el-Meârif, 384; el-Cerh ve't-Ta'dil, 2/153; Tehzib, 1/275; Şezerat, 1/333)
[16] Vâsıl ibn Ata: Güçlü bir hatip. Künyesi Ebû Huzeyme el-Mahzûmî, Basralıların azatlısı, Mutezilenin kurucusu ve başı. Fâsık olan kişi, ne mümindir ne de kafirdir dediği için Hasan el-Basri onu meclisinden kovdu. Amr ibn Ubeyd de ona katıldı ve ikisi birlikte Hasan-ı Basrinin ders halkasından ayrıldılar ve bu sebeple mutezile diye isimlendirildiler. 131 yılında elli yaşlarında iken vefat etti. (Siyerul-A'lam, 5/464; Vefeyatul-A'yan, 6/7; el-Fark Beyne’l Firak, 117; Şezerat, 1/172.)
[17] Amr İbn Ali Büyük bir fıkıhçı ve hadisçi. İyi bir eleştirmendir. Künyesi: Ebu Hafs el'Bâhili el-Basri es-Sayrafi eî-Gallas. 160 yıllarında doğdu. Yezid ibn Zürey'den, Merhum el-Attardan. Ğander'den, İbn Uyeyne'den ve daha başka kişilerden rivayette bulunmuştur. Kendisinden de Kütübü Sitte imamları, Ebu Zur'a, Ebu Hatim ve İbn ed-Dünya gibi kişiler rivayette bulunmuştur- el-Cerh ve'f Ta'dil, 6/249: Tehzib, 81810; Şezerat, 2/120.)
[18] Ali İmran: 154.
[19] el-Esrem: Büyük âlim, fıkıhçı ve hadisçi Ebu Bekir Ahmed ibn Muhammed Hâni el-Eskâfi el-Esrem et-Tâi veya Kelbî. Sünen sahibi.  Ahmed ibn Hanbel'in öğrencisi. Harun Reşid'in zamanında doğdu.  Ondan Nesâî, Musa ibn Harun ve Yahya ibn Said gibi kişiler rivayette bulundu. 260’larda vefat etti. (Siyeru'l-A’lam,  12/623, el-Cerhu ve't-Ta'dil, 2/72! Tehzib,  1/78, Şezerat. 141)
[20] Mesed süresi
[21] Müddessir: 11.
[22] Zuhruf 1-4
[23] Veki' ibn Cerrah ibn Melih, büyük âlim, Irak muhaddisi. Künyesi Ebû Sufyan er-Ruâsî el-Kufi. 129'da doğdu, Hişam ibn Urve, A'meş, îbn Cüreyc ve el-Evzâi gibi pek çok kişiden İlim dinledi. Bir ilim deryası idi. Hafızası kuvvetli idi. Süfyan es-Servi, ibn el'Mübarek, îbn Mehdi, Humeydi, Ahmed ve ibn Main gibi pek çok kişi ondan hadis rivayet etti. 197 yılında vefat etti. (Siyeru'l-A'lam, 9/140; Tarihu ibn-i Mâin. 6301 Tabakat ibn Sa'd, 6/394; el-Meârif. 507; Tehzib, 11/123; Şezerat, 1/349; el-Cerh ve't-Ta'dil, 1/219)....
[24] Ali ibn el-Medini: Hadiste müminlerin emiridir. Künyesi Ebu'l-Hasen Ali ibn Abdülah ibn Cafer es-Sa'di, İbn el-Medini diye tanınır. Babasından, Süfyan ibn Uyeyne'den, Düheyd ibn Müslim'den, Muaz İbn Muaz'dan İbn Vehb'den ve daha pek çok kişiden hadis dinlemiştir. Ondan da Ahmed ibn Hanbel, Buharı, Ebû Hatim ve İsmail el-Kâdi gibi pek çok kişi rivayette bulunmuştur. 234'de vefat etmiştir. (Siyeru'l-A'lam, 11/41, el-Cerh ve't-Tadil, 6/193; el-Bidaye ve'n-Nihaye, 10/312; Tehzib, 7/349; Şezerat, 2/81)
[25] el-Müemmel: Hadis hafızı, künyesi ve ismi: Ebu Abdirrahman el-Adevi el-Müemmel ibn ismail el-Basri. Mekke'ye yerleşti. İkrime ibn Ammar, Şube, Sevri, Nâfi el-Cümehi, Hammad İbn Seleme ve çağdaşlarından hadis nakletti. Ahmed, İshak, Bendar ve diğer kişiler de ondan naklettiler. .206 yılında Mekke'de vefat etti. (Siyeru'-A'lam, 10/110; Tarihu ibn Main, 591; Tehzib, 10/380; el-Cerh ve't-Ta'dil. 8/474)
[26] Necm: 23
[27] Necm: 28.
[28] Mutezileyi kastediyor. Çünkü onların mezhepleri doğu beldelerinde ortaya çıktı ve yayıldı.
[29] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/258-264.
[30] Arapçayı bilmemek, Kur'an ve sünnet hakkında bilgisizce konuşmaya cüret eden yabancıların ve diğer kişilerin yol açtıkları kötülüklerin en önemli sebeplerinden birisidir. Bu yüzden onlar hem kendileri sapıtırlar, hem de başkalarını saptırırlar. Bu sebeple İmam Şafii'nin şöyle  dediği  rivayet,  edilir: Arapçayı  öğrenmek,  şer'î ilimleri tahsil etmek isteyen herkesin üzerine farz-ı ayındır.
[31] Ali imran: 117. Halbuki "sır'" kelimesi burada şiddetli soğuk rüzgar anlamına gelir, (el-Lisan 4/2429)
[32] en-Nazzam: Ebu İshak ibrahim ibn Seyar el-Basri. Kelama ve Mutezile şeyhidir. Bazıları onun kâfir olduğunu, bazıları da Brahman dinine mensup olduğunu söylediler. Sarhoşken balkondan düştüğü ve öldüğü rivayet edilir. 220 küsurlarda vefat etti. (îhtilafu'l-Hadis, 17; el- Milel ve'n-Nihal, 1/53; el-Farkbeyne'1-Firak, 113)
[33] el-îlâ:  Bir adamın hanımına yaklaşmayacağına dair yemin etmesidir. Fıkıhta buna dair hususi hükümler vardır. (Lisanu'1-Arab. 1/117)
[34] Tâhâ: 121
[35] Bu kelimelerin anlamları için bakınız: el-Lisan 5/3320 ve 3423.
[36] A'raf. 179.
[37] Maide: 3
[38] En’am: 57, Yusuf 40, 67.
[39] Nisa: 35
[40] Maide: 95
[41] İmam Şatıbi, el-İ’tisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/264-266.