saniyenur
Sun 12 August 2012, 03:09 pm GMT +0200
Bazı İtirazlar
İslâm'da yasama ve içtihat hakkındaki bu görüşler ile ilgili bazı çevrelerden itirazlar gelmektedir.
İlk itiraz, Kur'ân-ı Kerim'in yanı başında Sünnetin niçin bulunduğudur. Bu hususta bir kaç nokta sırasıyla izah edilecektir. Böylece bu mesele, tamamiyle ve daha iyi şekilde aydınlanmış olacaktır.
1- Bu inkâr kabul etmez bir tarihî hakikattir. Hz. Muhammed, nübüvvet makamı ile şeref kazandıktan sonra, kendilerine Hak Tealâ tarafından yalnız Kur'ân-ı Kerim gönderilmekle kalmadı. Aynı zamanda bir âlemşümul hareketin önderliği ve rehberliği makamı da verildi. Bunun neticesinde bir İslâm toplumu ortaya çıktı. Yeni bir sosyal ve medenî nizam kuruldu. Ve nihayet bir yönetim vücud buldu.
Burada şöyle bir soru da sorulmaktadır: Kur'ân-ı Kerim nazil kılınmaktan başka Rasûlullah'in daha başka ne gibi vazifeleri vardı? Bu vazifelerin vasıfları ne idi? Acaba Hz. Muhammed peygamberlik vasfı ile, Hak Tealânm mümessilliğini ve elçiliğini yapmakla bu mümessilliği kendisi mi yapıyordu, yoksa bunu sadece Kur'ân-ı Kerim mı yapıyordu? Yoksa, Kur'ân'ı duyduktan ve duyurduktan sonra, kendilerinin vazifesi bitiyor muydu? Allah'ın Rasûlü diğer müslümanlar gibi bir fert miydi? Rasûlullah'in bundan sonra söz ve fiilleri haddi zatında, bir hüccet, bir kanunî mesned değil miydi?
Birinci şıkkı kabul edersek, o zaman şunu da kabul etmekten başka çaremiz yoktur. Sünneti de Kur'ân-ı Kerim İle birlikte, kanunî mesned ve hüccet olarak tanımak gerekir. İkinci şık da ise, Sünnet'in herhangi bir kanunî mesned olmak vasfı yoktur, demektir.
2- Kur'ân-ı Kerim'e ait hususlarda şu da bilinir ki, Rasûlullah sadece İlâhî haberi tebliğ eden bir haberci vasfında değildir. Allah Tealâ tarafından, kararlaştırılmış bir önder, bir rehber, bir hâkim (idareci ve âmir) ve bir muallimdi. Bu hususları ihtiva edecek tarzda bütün müslümanların O'na itaat etmesi farzdır. İman ehli için yaşayışlarının her cephesinde yalnız bu yolu örnek kabul etmeleri bir zarurettir. Akıl da şunu icap ettirir: Herhangi bir peygamber, sadece Allah kelâmını duyurmakla işini bitirip, Mukaddes Kelâmı duyurduktan sonra bir fertten farksız olması doğru değildir. Müslümanlara gelince, bu ümmet, Rasûlullah'ı her zaman için ve her yerde, İslâm'ın başından bu güne kadar izlenmesi gereken bir örnek olarak kabul etmişlerdir. O'nun "emir ve nehiyleri" (yapılmasını bildirdiği ve yapılmasından men ettiği işlerleri) uyulması gerekenler olarak inanmışlardır. Hatta her hangi bir gayrimüslim bilim adamı da bu hakikî ve gerçek meseleyi inkâr edemez. Müslümanlar her zaman ve her devirde, Rasûlullah'in bu vasıflarına inanıp kabul etmişlerdir. Bunun yanı başında da İslâm'ın kanun nizamını Kur'ân'a ve onunla beraber Sünnete de istinad ettirmişlerdir.
Bütün bu gerçeklerden sonra, bir kimse kalkıp Sünnetin bu vasfım ve bu hususiyetini nasıl olur da inkâr eder ve şunu da nasıl ileri sürebilir ki; Hz. Muhammed, Kur'ân-ı Kerim'i okuttuğu zaman peygamber idi de Kur'ân okutmadığı zaman, peygamberlik vasfı ortadan kalkıyordu. Böyle bir iddiada bulunan kimseye söylenecek söz şudur: "Bu makamı Rasûlullah kendi kendisine mi elde etmişti? Yoksa bu makamı ona Kur'ân mı vermişti?" Birinci şekle İslâm'ın herhangi bîr iddiası yoktur. İkinci şekle gelince, esasen bu noktayı Kur'ân-ı Kerim'in kendisi beyan etmiştir.
3- Sünnetin haddi zatında kendi başına kanun mehazı olarak kabul edilmesinden sonra, şu soru ortaya çıkar: Bunu anlamak ve bunu belirtmek için ne gibi vasıtalar kullanılabilir?
Bugün aşağı yukarı on dört asır geçmiştir. Bu müddet zarfında bu mesele ilk defa ileri sürülmüş değildir. Bin beşyüz sene önce peygamberliğe bi'set ettiğinden bu yana Sünnet süregelmiştir. Burada da iki tarihî hakikati inkar etmek mümkün değildir. Birincisi, Kur'ân-ı Kerim'in tâlimi ile Hz. Muhammed'in Sünneti, müslümanlann birbirleri arasındaki ilişkilerde ve toplum ile ilgili hususlarda, İslâm'ın başından bu güne kadar örnek olarak süregelmiştir. Devam ederek, ardı arkası kesilmeden, zincirleme olarak takip edilmiştir. Bu husus hiçbir devirde, hiçbir zaman kesintiye uğramamıştır. Bütün yönetim işleyişinde ve her iş güç sahasında devamlı olarak gözönünde bulundurulmuştur. Bugün, bütün dünya müslümanlarının akideleri, düşünüş şekilleri, ahlâk ölçüleri, ibadetleri, iş güçleri ve muameleleri, yaşayış nazariyeleri, hayat yolları için örnek olarak ayakta tutulmuştur. Bu hususta ufak tefek ihtilaflar olmuşsa da, bunlar esasa taalluk etmeyen, ancak ayrıntılar ile ilgili ihtilâflardır. Bunlar arasında dahi belli bir uyum sözkonusudur. Müslümanlar, bütün yeryüzüne dağılmış olmalarına rağmen, bir ümmet olmak hususiyetini esasda sağlayabilmişlerdir. Bu meselenin isbatı da, toplum ile ilgili hususların Sünnet üzerine kaim bulunması ve yüzlerce seneden beri Sünnetin zincirleme .devam edegelmesidir. Burada kaybolmuş bir şey olmadığından, arayıp bulmak gibi bir meşguliyet de sözkonusu değildir.
İkinci tarihî hakikat, daha kesin ve daha da aydınlıktır. O da şudur: Rasûlullah'in hayatından sonra, her devirde ve her çağda müslümanlar, ispat edilmiş (belli) Sünnetlerin neler olduğu konusunda çalışmışlardır. Hayat nizamında sonradan uydurulup, sahte yollarla sokulmuş bulunan yeni şeylerin neler olduğunu araştırdılar.
Bunlar nasıl uyduruldu ve nasıl sokuldular? Müslümanlara göre; Sünnet, hukukî bir vasıf taşıdığından, işlerin görülmesinde, adlî davaların karara bağlanmasında ve benzer hususlar Sünnet üzerine yürütüldüğünden; ev işlerinden devlet yönetimine kadar her şey buna bağlı bulunup muameleler de bu esas üzerine cereyan ettiğinden, bu şekilde incelemeler ve tahkikler hakkında müsamaha gösterilmemiş ve ihmal edilmemiştir Bu incelemelerin ve tahkiklerin vasıta ve şekilleri İlk Halife devrinden bu güne nesilden nesle devam etmiş ve miras olarak bize kadar ulaşmıştır.
Bu iki gerçeği belirttikten ve Sünnetin üzerinde ilmî incelemenin ne şekilde olacağını bildikten ve böyle mütalâa ettikten sonra, Sünnetin kanun kaynağı olması ve Kur'ân-ı Kerim'in yanı başında kanunlara mesned teşkil edeceği hakkında artık hiç bir şüphe ve tereddüde mahal kalmaz. Halledilmesi zor görünen bu muamma da kendiliğinden halledilmiş olur.
4- Şüphesiz, Sünnetin incelenmesi, belirtilmesi ve tesbit edilmesi hususunda bir kısım ihtilâflar olmuştur. Gelecekte de bu gibi ihtilafların olması mümkündür. Fakat'böyle ihtilâflar, Kur'ân-ı Kerim ahkâmının manalarını tayin etmek hususunda dahi olabilen şeylerdir. Böyle ihtilaflar, nasıl ki, Kur'ân-ı Ke-rİm'in kanun mehazı olmasına mani teşkil etmezse, Sünnetin de kanun mehazı olmasına ve Kur'ân-ı Kerim'in yanı başında bulunmasına mani teşkil etmez. Daha eskiden de bu usûlün kabul edildiği gibi, bugün de aynı şekilde kabul etmekten başka çare yoktur. Buna göre, her kim bu hususta, Kur'ân-ı Kerim'in hükmü ayrı, Sünnetin hükmü ayrı olduğunu ileri sürerse, o zaman kendi sözü, kendi iddiasını çürütür. Ölçü böyle olsaydı, herhalde ümmetin âlimlerinin çoğu hiç olmazsa, ümmet fertlerinin ekseriyeti bu Ölçüyü gözonün-de bulundururlardı. Fakat ölçünün böyle olmadığına itibar edilince, o zaman mesele de kalmamaktadır. İşte, bu usûl üzerinde dünyanın her tarafında, yüzlerce, milyonlarca müs-lüman herhangi bîr fıkhı mezhep altında toplanmış ve bulundukları yerlerde kendi hayat nizamlarını Kur'ân ve Sünnetin ışığı altında kurup yürütmüşlerdir. İkinci itiraz, Kur'ân ve Sünnetin açık ve kesin hükümlerinde hiç bir
şekilde değiştirme olamayacağı görüşüne yapılmaktadır ki, bu görüşün kendi içinde çelişki taşıdığı şeklindedir. Çünkü bazı istisnaî hallerde, bazı hususlarda içtihad edilebilir, denilmesi başlıbaşına bir çelişki olarak kabul edilmiştir.
Mecburiyet ve zaruret olunca dünyanın her yerinde istisna genel kuraldır. Bu husus herhangi bir kanun da olur. Kur'ân-ı Kerim'de de buna benzer müsaadeler için bir hayli misaller verilmiştir. Bu misaller hakkında fukahâ belirli usuller koymuş ve bu istisnaların Ölçüsünü tayin eylemişlerdir. Nerelerde hangi şartlar dahilinde istisna olabileceğini de bildirmişlerdir. Meselâ, şu örnekler bu fikrimizin en güzel isbatıdır: "Zaruretler, mahzurları ortadan kaldırır," "Sıkıntı kolaylığı çeker."
Üçüncü itiraza gelince, bu itiraza bu çevrenin hepsi de iştirak etmektedir. Sebebi de içtihad için bazı şartların ileri sürülmüş olmasıdır. Öncelikle şu belirtilmelidir ki itiraz sahipleri, bir defa ileri sürülen şartlar üzerinde doğrudan doğruya düşünmelidirler, sonra da bu şartların hangisini ortadan kaldırmak mümkündür ve bu şartların hangisi olmazsa buna rağmen bu iş tamam olabilir? Bu şartların hangisinin lüzumsuz olduğu belirtilmeli ve ispat edilmeli ki, bilinsin. Şu da var ki, bütün İslâm âleminde bu şartlan haiz bulunan kimselerin sayısı on kişiden fazla değildir... (Mevdûdî, İslâmî Riyaset [İslâm'da Hükümet, Urduca'dan çev. Ali Genceli, Hilâl Yayınları, İstanbul 1976]).
Bu bölüm Mehmet Kaynar tarafından çevrilmiştir.