- Batının Hz. Muhammede Borcu

Adsense kodları


Batının Hz. Muhammede Borcu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Tue 7 August 2012, 12:02 pm GMT +0200
Batı'nın Hz. Muhammed'e Borcu

Batı dünyasının peşin hükümlü fakat dürüst ilim adamları bile, ilk önce Hira (Cebel-i Nur) Dağmda Rasûlullah'a ulaşan ve onun için Medine'de rnükemmelleştirilen nurun {5: 3 ve 2: 150) Bağdat, Kurtuba, Toledo, Gırna­ta, Sevil ve Mısır'daki üniversiteleri aydınlat­tığım ve Avrupa'nın kendisini cehalet ve ka­ranlık çağmdan çıkarıp aydınlık, ilim ve fen çağına yükselten tek ışığın buralardan alındı­ğını inkâr etmemişlerdir. Avrupalılar, Hz. Muhammed'in Medine'de ashabına vaz et­tiği "insanlığın bütün beşer mahsûlü sınırla­malardan azâd olması gerektiği" dersi ve hür­riyet, hak ve adalet cevherlerini bu İlim mer­kezlerinden intihal ederek topraklarındaki bü­tün halka yaymışlardır.

Halkına hürriyetlerini geri veren İngiltere Kralı John'un Magna Carta'smm, Hz. Mu­hammed'in başlatıp Toledo, Kurtuba ve Sevil'deki âlimlerin sürdürdüğü hürriyet ha­reketinin Haçlılarla temas sonucunda ortaya çıkmadığını kim ispat edebilir? Avrupa'nın rönesans hareketinde zirveye varan ve oradan Amerika kıtası dahil pek çok ülkeye yayılan inanç hürriyeti ve diğer insan hakları hareket­lerinin ilhamının dolaylı veya dolaysız yoldan müslümanlar tarafından verildiğini söylemek çok mu olur? (Ayrıntılar için, lütfen bkz.: Sîret Ansiklopedisi, c. I, 2. bölüm). Hz. Pey­gamber'in takipçilerinin din dahil Avrupa kültürünün bütün sahalarına çok büyük tesir­lerde bulunduklarına şüphe yoktur. Reform hareketi olarak bilinen dinî ıslahat hareketi müslümanların (İsyanyol üniversiteleri ve Haçlılar vasıtasıyla) Avrupalıların dinî görüş ve kavramları üzerindeki derin ve geniş tesirinin açık bir göstergesidir.

"Avrupa'nın manevî, ahlâkî ve zihnî çöküş asırları esnasında ilerlemenin bayraktarlığını İslâm yapmıştır. Hâkimiyetini Sezarların tahtı üzerine tesis eden hıristiyanlık, ancak yeryü­zündeki milletleri ıslâhta başarılı olamamıştır. Hıristiyanlığın doğuşundan sonraki dördüncü asırdan onikinci aşıra kadar Avrupa'nın üze­rindeki karanlık sis perdesi giderek koyulaştı. Bu vahşi bağnazlık döneminde, Kilise pren­sipleri bilginin, insanlığın ve medeniyet ışığı­nın girebileceği bütün yolları tıkamıştı. İtina ile gizlenen bu bağnazlık topraklarına, za­manla İslâm kültürünün selîm etkileri nüfuz ederek Hıristiyan âleminin her köşesinde ken­disini hissettirdi. Salerno, Bağdat, Şam, Kur­tuba, Gırnata ve Malağa okullarında, Müslü­manlar felsefe ile ilgili ince bilgileri ve maddî ilimlerin tatbikatını tüm dünyaya öğrettiler.

Batıda rasyonalizmin (akılcılık) ilk tezahürle­ri İslâm medeniyetine en yakın ve etkilerine en çok maruz kalan bölgede ortaya çıkmıştır, Kilisenin taassubu bu nadide çiçeği ateş ve kılıçla soldurdu; dünyanın ilerlemesini asır­larca geriye attı. Ancak İslâm'da izleri çok kuvvetle hissedilen hür düşüncenin ilkeleri canlılığını Hıristiyan Avrupa'ya da ulaştırdı. Abelard, İbni Rüşd'ün bütün Batı dünyasına ışığını yansıtan dehasının gücünü hissetmiş, sonunda Hıristiyanlığın taassup bağlarından kurtulmasını sağlayan hür düşünce için bir yürüyüşü başlatmıştır. İbni Bacce ve İbni Rüşd Descartes'ın, Hobbes'un ve Locke'ın Öncüsü idiler.

Abelard ve ekolünün etkisi kısa zamanda İn­giltere'ye ulaştı. Wycliffe'ın düşüncelerinin orijinalliği ve hürriyet ruhunun çıkış noktası olarak Önceki düşünürlerin cesur kavramla­rından yararlanmıştır. Daha sonraki Alman reformcuları, uluslarını bir yanda Konstanti-niyye'nin ikon kırma hareketinden ve diğer yanda el-Battanî'nin ve Wycliffites'in hare­ketine uzanan bir zincirden faydalanarak kili­senin prangalarından kurtarmışlardır. Ta­mamladıkları bu görev diğer yabancı ulusla­rın etkisi altında başlatılmıştır.

Hıristiyan Avrupa bilgi edinmeye işkence tehdidiyle yasak koyarken; papazlar, Hür Dü­şünce'nin daha ilk kelimelerini boğmada ör­nek teşkil ederken; kilise mensupları, sadece mantıklı düşündükleri için binlerce kişiyi ate­şe gönderirken; hastalığı, şeytanın ruhu istilâsı olarak tanımlayan Hıristiyan Avrupa, paçavralara ve kemiklere taparken, Müslü­man hâkimiyetinde bilgi gelişiyor, daha önce hiç olmadığı şekilde yüceltilip hürmet görü­yordu. Müslüman âlimler kendilerini medeni­yet davasına adamışlar, Hz. Peygamber ta­rafından başlatılan ve yüceltilen hür düşünce ve sorgulamanın gelişmesine yardımcı olmuş­lardı. Müslümanlar arasında inanç sebebiyle cezalandırma bilinmiyordu. Dünya, hâkim güçlerin siyasî davranışları nasıl olursa olsun, bütün din ve inançlara karşı ayrım yapmama ve müsamaha bakımından daha önce onlar­dan daha üstün Örnek tanımamıştı. Bir mille­tin entellektüel göstergesi olan tabiî ilimlerin elde edilmesi Müslümanlar arasında rağbet edilen bîr meşgale hâline geldi... İslâm bölge­lerinden Isaurian İmparatorlarına (Konstantiniyye'de) ulaşan hür düşünce dalgası; cehalet, bâtıl inanç ve bağnazlığı ortadan kaldırdı; bu­nun etkisi Salerno'da ve Kurtuba'daki okulla­rın birleşik nüfuzu -İbni Rüşd'ün ve belki de Müslüman kaynaklarına öğrenim suyunu ge­tiren bazı Yunanlıların nüfuzu- Kilisecilik anlayışının surlarını yıkana dek hissedilemedi.

İslâm, düşünce hürriyetini baş tacı yaptı. İslâm'ın, hususi karakterini koruduğu müd­detçe bilginin ve medeniyetin yakın hâmisi ve teşvikçisi- entellektüel hürriyetin yakın müt­tefiki- olduğunu ispatlamış olması çok mani­dardır. İslâm'a dış etkiler bulaştıktan sonra, Müslüman toplumlar ilerleme yarışında geri­de kalmışlardır (Emir Ali, The Spirit of is­lam, sh. 397-399).

Mağrip İspanyası (Endülüs) İslâm'ın medenileştirici gücünün parlak bir örneğidir. Vizi-gotlann vahşeti ile perişan olmuş, nefretin ve zulmün sardığı topraklar dışında Müslüman­lar bir banş ve refah ülkesi kurdular, ülkeye eşitlik, adalet ve hoşgörü getirdiler. Endülüs topraklarında bütün kıtayı aydınlatan kültür meşalesini yaktılar. Siyasî yapılan gedik ver­meye başlayınca bile, bu ateş daha da parlak yandı ve iç düzensizlik ve anarşi karanlığını gölgede bıraktı. Hıristiyanların yeniden ele geçirmesiyle ortada yalnızca Endülüs'ün mi­mari ihtişamı kalmıştı. Bundan sonra bağnaz­lık, hoşgörüsüzlük ve Engizisyon İspanya'da hâkim hâle geldi. Zaferle coşan Hıristiyan fa­tihler, el-Dorado'yu (şairlerce Altm ülkesi di­ye hayal edilen esatiri memleket) aramak ga­yesiyle Atlantik'i aşarak yerle bir ettikleri es­ki medeniyetler üzerinde imparatorluk kurup zenginlik elde ettiler; ancak İspanya hiçbir zaman Müslüman hâkimiyeti altındaki eski parlak günlerine ulaşamadı. Daha sonraki asırlarda bu güneşin batmasında da hayırlı bir ibret vardır... İbni Tufeyl'in sembolik hikâye­lerini içeren ve Philosephus Autodidoctus adıyla Latince'ye çevrilen eseri Batı'da derin bir iz bırakmıştır (H. M. Balyuzi, Muhammed and the Course of islam).

Ve Profesör Arberry'ye göre: "Tabiiî ilimler sahasında, er-Razî'nin (Orta Çağ Avrupasm-da Rhazes diye bilinir) eserlerinin Batı üze­rindeki etkilerinin belki de eşi yoktur; ne var ki, felsefe sahasındaki fikirleri sapıkça oldu­ğu düşünüldüğünden dikkate alınmamıştır." (John Murray, The Wisdom of the East Series).

Gerileme döneminde bile "Endülüs hâlâ Orta Çağın karanlığı ve engelleri içinde yüzen Av­rupa'ya İslâm medeniyetinin parlak hediyele­rini aktaran kanal olmuştur. Batı'dan Endü­lüs'ün meşhur üniversitelerine geçmişte oldu­ğu gibi o vakit bile pek çok talebe ve âlim gelmekteydi. Bu âlimlerden biri 999'da Sylvester II adıyla Papa'lık tacını giyen zeki Fransız Aurillac'lı Gerbert'ti. Ve Endülüs'ün bu gelişmiş üniversiteleri Piza, Paris ve Oxford gibi Hıristiyan âleminde kurulacak olan­lara model teşkil etmişti. İspanya'yı yeniden fethetmeye çalışan Hıristiyan yöneticiler bile İslâmî kültürün nimetlerini takdir ediyorlardı. (Muhammad and the Course of islam, sh. 311).

Şurası bir gerçektir ki; "İslâm ilminin Batı'da etkili olması Batı Akdeniz'deki Arap fetihleri ile mümkün olmuştur. Arapların İberik yarı­madasında 800 yıla yaklaşan bir süre kalması İspanyol mimarî ve sanatında ve orada konu­şulan Katalan, Kastilyaca ve Portekizce dille­rinde silinmez izler bırakmıştır. Sicilya ve Güney İtalya'daki Arap hâkimiyeti daha kısa ömürlüdür ve kültürel açıdan da daha az kalı­cı olmuştur, ancak tesiri İspanya'dakinden daha az yoğun olmamıştır. Çünkü Araplar Norman işgali sırasında zorla atılmamışlar­dır. Mağribîler sonunda Batı Akdeniz'in Av­rupa kısmını tamamen terketip Kuzey Afrika ile sınırlı kalmış olsalar da temas hiçbir za­man kesilmemiştir.

Bugün bile, İslâm-Avrupa temasında Haçlıla­rın önemli rol oynadığı ve İslâm'ın etkisinin esas olarak Doğu'dan geldiği yolunda bir düşünce vardır. Gerçekte, sonucu belirleyen te­maslar daha önceki tarihlerde Batı Akde­niz'de gerçekleşmiştir (The Legacy of is­lam'ın ilk baskısındaki Sir Ernest Barker'ın "The Crusader-Haçlılar" adlı makalesi).

Doğu Halifeliği'ndeki Müslümanların ilimde ulaştıkları seviye, Batı'da, İslâm ülkelerinin yoğun ilişkisi sebebiyle Irak'lı, Suriye'li ve Mısır'li âlimlerin eserlerinin Mağrib'li Müs­lümanlar tarafından incelenmiş olması veya Mağribî Müslümanların oralara gidip ilim tahsil etmeleri sayesinde öğrenilmiştir. (The Legacy of islam, ed. Joseph Schacht ve C. E. Bosworth, 2. basım, sh. 425-426. Ayrıntılar İçin bkz.: W. Mentgomery'nin islam Spain adlı eseri ve ayrıca Encyclopaedia of islam, 2. basım, "Arabiyya" maddesi; ek "Arabic Literatüre in Spain").

İslâm bilimlerinin Avrupa bilimlerine büyük etkide bulunduğuna şüphe yoktur; Batı'daki bu bilgi Rönesans'ından tek bir etki değil, çok çeşitli etkiler vardı: ana etki tabii ki, İs­panya'dan, İtalya'dan ve Müslümanlarla ka­rışıp İslâm kültürüne bilimin etkilerini gören Haçlılar vasıtasıyla Filistin'den gelmiştir. Haçhlar geri döndüklerinde pek çok serbest fikirler getirdiler ve ülkelerinin diğer insanla­rını da etkilediler. Doğu'da ve Batı'da Arap hâkimiyetinin sonucu olarak "Arapça İslâmî ilimlerin öğreniminde temel vasıta hâlinde ve Doğu'da, Batı'da Latince'nin gördüğü vazi­feyi gördü. G. Bergstrasser Arap dilinin, daha başlangıçta ilmî surette kesin ifadeler taşıdı­ğını ikna edici biçimde göstermiştir." (Ein-führung in die Semitischen Sprachen, Mü-nich, 1928, sh. 145). Ancak dilin yaygınlaş-masmdaki esas sebep bu değil, daha ziyade İslâm dininin ve İslâmî yönetimin dili olarak Arapçanm merkezî bir konumda olmasıdır, zamanla dilin ilmî ihtiyaçlara uyarlanmasına bu durum sebep olmuştur (The Legacy of is­lam, sh. 426-427).

Robert Briffault'a göre, ilmî usûl ve araştır­ma ruhunun kökeni Araplara dayandırılabilir: "Araplar olmasaydı, Avrupa medeniyetinin bütün gelişme safhaların! geçmesini sağlayan karakterine hiçbir zaman sahip olamayacağı kuvvetle muhtemeldi. Gerçi Avrupa'nın ge­liştiği hiç bir sahada İslâmî kültürün sonuca etkili izlerini bulmamak mümkün değildir; ancak bu izler modern dünyanın önde gelen ayırdedici gücünü ve zaferinin kaynağını teş­kil eden kuvvetin -tabiî ilimler ve ilmî ruh-doğuşundaki kadar açık ve bu gelişmeyi hız­landırıcı değildir. Avrupa'da ilim dediğimiz şey yeni bir araştırma ruhunun, yeni araştır­ma, deneme, gözlemleme, Ölçme metodlarının ve Yunanlılarca bilinmeyen tarzdaki bir matematiğin gelişmesinin sonucu olarak orta­ya çıktı. Bu ruh ve metodlar Avrupa'ya Arap­lar tarafından getirilmiştir." (The Making of Humanity,sh. 190-191).

Progressive Education Association'ın kuru­cusu bir diğer Avrupalı yazar, İslâm hakkın­da şu görüşleri belirtmektedir: "Komşu Hıristiyan ülkelerine kültürel saldırıda bulunan İslâm, Avrupa'daki Rönesansm aslî yaratıcı­sıdır." (Stanvvood Cobb, Islam's Contribuü-on to World Culture).

İslâmî ilimlerin araştırma ruhunu ve dünya­nın ilerlemesini etkilemedeki rolü ile ilgili yorumunda Robert L. Gülick Junior şöyle de­mektedir: "Arapların dünyanın entellektüel gelişmesine yaptıkları katkılar sorgulanama­yacak kadar açıktır. Ancak bu gelişmeler Hz. Muhammed'in etkisinin sonucu muydu?" Robert Briffault'un Müslüman ilima damları­nın dine ilgisiz oldukları şeklindeki fikrini (a. g.e.Tsh. 186) reddeden Gulick şunu vurgula­maya devam etmektedir: "Hz. Muhammed'in ashabının hayatına damgasını vuran mücadeleler, zorluklar ve fedakârlıklara âşinâ olan bir kimsenin böyle bir sonuca varması mümkün değildir. Ali'nin, Ebu Bekr'in, Hamza'nın ve sayısız diğer fevkalâde insan-nın hayatlarında çok açık şekilde farkedilen dinî inanç ve sadakat unsurunu Briffault'un görmezlikten gelmesine sebep, muhtemelen onun materyalist dünya görüşüdür. Eziyetlere katlanmaya aday, arkadaşlarının kendilerine küsmesini göze almış ve Bir Allah'a bağlılık­larını ifade uğruna (Ehadun! Ehadun!) bütün varlıklarını terketmeye hazır olan bu insan­larda bu güç kesinlikle dinî inanç sayesinde bulunmuştur... Hz. Muhammed'in, eşsiz bir sadakat ve meydan okuyan bir inkılâb ha­reketinin, İslâmî kültürün gelişmesini teşvik eden bir nizâm ve istikrar getirdiği inkâr edi­lemez. Bu görüşleri destekleyecek somut de­liller verilecektir." (Mııhammad the Educaîor, Lahore, 1969, sh. 5-6).

Bir Belçikalı tarihçiye göre, Roma İmparator­luğu'nun Araplarla İslâm'dan önce hemen he­men hiç bir teması yoktu. Arapların, Atilla, Cengiz Han ve Timurlenk İmparatorlukları­nın kazandığı eşsiz zaferleri yorumlarken şöyle demektedir: "Ancak bu imparatorluklar geçici, İslâm ise kalıcıydı... Hıristiyanlığın yavaş ilerlemesi ile kıyas edilirse İslâm'ın şimşek hızıyla yayılması gerçek bir mucizedir." (Henri Pirenne, Muhammed and Charlemagne). Ve Robert Gulick burada şunu vurgulamaktadır: "Muhammed'in takipçi­leri vasıtasıyla İslâm'ın dünyanın geniş alan­larında hükmetmesi doğrudan dinî inanca mı bağlıdır? sorusu kısmen olumlu olarak cevap­landırılmıştır." Yukarıdaki ifadeyi kuvvetlen­diren ilâve deliller Pirenne tarafından sunul­muştur. "Cermenlerin, İmparatorluğun Hıris­tiyanlığına karşı koyabilecekleri hiçbir şeyle­ri yoktu; Araplar ise yeni bir inançla yüceltil­mişlerdi. Onlann asimilasyonunu yalnız ve yalnız bu inanç önlemiştir. Diğer açılardan ise fethettikleri medeniyete karşı Cermenler kadar ön yargılı yaklaşmamışlardı. Bilakis, bu medeniyeti şaşırtıcı bir hızla kendileri asimile ettiler, ilmi Yunanlılardan ve sanatı Yu­nanlılar ve İranlılardan öğrendiler.'1 (a.g.e., sh. 149).

Pirenne'e göre; "Cermenlerin Roma medeni­yeti Üzerinde hiçbir tesirleri olmamıştır. Bila­kis, Roma topraklarına girer girmez Romalılaşmışlardır. Diğer yandan, İslâm tarafından fethedildikten sonra Romalılar Araplaşmışlardır. Dokuzuncu yüzyıl İspanyasında, Hıris­tiyanların artık Latince bilmemesi sebebiyle kilise meclisi metinleri Arapça'ya tercüme edilmiştir." (a.g.e., sh. 152). Ve Piskopos George Bush İslâm ve İslâm'ın etkisi hakkında şunları yazmıştır: 'Tarihte hiçbir devrim, medenî dünyanın durumuyla ilgili olarak İslâm'ın çıkışı, gelişmesi ve devam etmesi kadar büyük değişiklikler getirmemiştir." (The Life ofMuhammad).

Müslümanlar Hz. Muhammed'in gelişin­den önceki döneme câhiliyye adını verirler. O dönem ile Hz. Muhammed'in gelişinden sonraki dönem arasındaki tezat çok çarpıcı­dır. Tartışmaya mahal bırakmayacak açık bir gerçektir ki, büyük Arap kültürünün doğuşu, Hz. Peygamber'in mucizesi Kur'ân mer­kezinde gerçekleşmiştir. Moore bu fikri veciz ve ikna edici biçimde sunmaktadır: "Dinleri bir Kitap'la kendilerine sunulan bir millet, bu Kitâb'ın incelenmesi ve yorumlanması için gerekli şeyleri mutlaka sağlamalıdır." (Ernest Carrol Moore, The Story oflnstruction).

Robert Gulick'in ifadesiyle: "Hz. Muham­med'in hayatının yanında, İslâm'ın eğitici yönüyle alâkalı en ilgi çekici konu, Müslü­manların kültüre iktisadî teori ve uygulama, musikî, edebiyat, mimarî, oyma sanatı, mate­matik, kimya, fizyoloji ve tıp gibi muhtelif yönlerden yaptıkları katkılarıdır." (Muhammad the Educator, sh. 2).

Meredith Townsend, İslâm hakkında şu gö­rüşleri ifade etmektedir: "İslâm'ı kabul eden köle hürdür; sadece basit hürriyete kavuşmuş bir insan değil, fakat hür bir vatandaştır- de facto (fiilen) ve de jure (hukuken) devletin bütün kademelerinde görev alma yeterliliğine sahip biridir." Ve Hz. Peygamber'in hük­mü altındaki durumu şöyle vurgulamaktadır: "Orada, dünyanın bütün diğer bölgelerinden daha ileri bir demokrasi ve eşitlik şeklî mev­cuttu." (Muhammad). "Müslümanların insanlığın zihnî ve manevî ilerlemesine katkıları çok geniş ve pek çok değişik sahalarda teza­hür etmektedir; hiç kimse bizim zengin mira­sımız içinde bu katkılardan sadece bir kaç temsilî konu varmış gibi yapamaz. Bugün bildiğimiz şekliyle medeniyet, yalnızca Hıris­tiyan etkisinin ürünü değildir, daha ziyade Yunan, İbrani, Hıristiyan ve Müslüman kül­türlerinin armağan ettiklerinin noksansız har­manlanmış ve sentez edilmiş sonucudur.

Orta Çağlarda Hıristiyan keşişlerin Helen (Yunan) kültürünün koruyucusu ve taşıyıcısı oldukları ve yalnızca manastırların ilim ateşi­ni yanık tuttukları şeklindeki yaygın İnanç bütünüyle eksik ve hatalı bilgilere dayanmak­tadır. Evvela, bu dönem Hıristiyan toplumu­nun bilgi bakımından İslâm dünyasından da­ha aşağı seviyede olduğu hatırlanmalıdır. Barnes haklı olarak şunları ifade etmiştir: "Pek çok yönden, Orta Çağların en ileri me­deniyeti Hıristiyan kültürü değil, daha ziyade İslâm inancına sahip kişilerin kültürü idi." (H. E. Barnes, A History of Historical Wri-tings). Ve Gİbb de bu ifadelere İspanya'daki İslâm medeniyetinin Avrupa'da 10. yüzyıl­dan 13. yüzyıla kadar en yüksek kültürü tem­sil ettiğini belirterek destek vermektedir. Haskins, Renan'dan yaptığı alıntılara kendi yorumlarını da eklerken araştırmacılar arasın­daki ortak bir düşünceyi özetlemektedir: "Kadîm ilim ve felsefenin onikinci ve onü-çüncü yüzyıllarda yeniden elde edilmesi Av­rupa'nın ilim tarihinde bir dönüm noktasını belirler... Renan 'Arapça metinlerin Batı'nm ilmî araştırmalarına konu olması Orta Çağla­rın İlim ve felsefe tarihini birbirinden ayn iki döneme böler. Birincisinde, insan zekası, me­rakını sadece Martianus Cappella, Bede, isidore gibi derleme eserlerde kümelenmiş Ro­ma okullarının kıt kırıntıları ve yaygın olarak tedavülde olmaları sebebiyle yokolmaktan kurtulan belli bazı teknik risalelerle gidermek zorundaydı. İkinci dönemde, kadîm ilim bir kez daha Batı'ya geldi, ancak bu kez tam tek­mil geldi; Yunan ilminin orijinal eserleri ve­ya Arapça şerhleri -Hippocrates ve Galen, Aristo'nun eserlerinin tamamı ve Arapların matematik ve astronomisi. Araplar'ın Doğu'dan ve kendi gözlemlerinden kazandıkları­nın da eklenmiş olduğu kadîm ilimlerin yeni­den elde edilmesi, Orta Çağın ilmî rönesansı olmuştur." (C. H. Haskins, Studies in the History of Medicial Science).

Gerçek şu ki, "hiç kimse Müslümanların kül­türel ilerlemesinin boyutlarını bilemez. Çün­kü eğitim sahasındaki başarı ve safhalarla il­gili delil yığınları Moğollar, Hıristiyanlar ve entellektüel hayatı kısıtlayan Müslümanlar tarafından yok edilmiştir. Batı'daki insanlar genelde Müslümanlar'ın İskenderiye'nin meşhur kütüphanesini tahrip ettikleri şeklin­deki eski bir yalana inanırlar.

Kitapların belli bir kısmı sokak çatışmaların­da tahrip olmuştur. Ancak Serapıs'in bu ünlü kütüphanesinin sistematik şekilde tahrip edil­mesi M.S. 389'da (Hz. Muhammed'in do­ğumundan yaklaşık iki asır önce) İskenderiye Başpiskoposu Theophilus'un emriyle gerçek­leştirilmiştir. Eski Yunan'in pek çok harika yapıları ve güzel heykelleri Hıristiyanların eliyle aynı akıbete mâruz kalmıştır. (Gustav Diercks, "Europe's Debt to islam", Islamic Review, 16: 138, Mayıs 1928). Haçlılar, Trablus'un muhteşem kütüphanesini hiçbir pişmanlık duymaksızın tahrip etmişler; Müs­lümanlara ait kültür ve sanat merkezlerini bir kül yığınına dönüştürmüşlerdir (Ameer Ali, The Spirit of islam, sh. 351).

Diercks ise şu ifrata kaçan suçlamayı yap­maktadır: "Hıristiyanlık, nereye gittiyse zihnî gelişme ve ilerlemeyi engellemiş ve var olan kültürü baskı altına almıştır." (a.g.e., 16: 218, Haziran, 1928). Gregory'nîn zihnindeki reh­ber prensibin "cehalet, dindarlığın temelidir" sözünden müteşekkil olduğunu iddia etmek­tedir ve şöyle devam etmektedir; "bu Önka-bulden yola çıkan Gregory yalnızca Roma'daki güzel binaları ateşe vermekle kalma­mış, İmparator Augustus tarafından kurulmuş kıymetli Palatine Kütüphanesini de yakmış­tır. Livy'nin eserlerinin büyük kısmını yok etmiş; klasik eserleri okumayı yasaklamış; kadîm zamanlardan kalan ne varsa tahrip et­miştir (a.g.c, 16: 144, Mayıs 1928).

Ferdinand ve İsabella, İspanya'da bulabildik­leri bütün Müslüman eserlerini yoketmişler-dir. Anatole France'in roman karakterlerin­den biri şunu ifade etmektedir: "Tarihteki en trajik olay Arapların ilim, sanat ve medeniye­tinin Frankların barbarlığı önünde yenik düş­tüğü Poitiers savaşıdır." (Anatole France, "La Vie en Fleur," Islamic Review'da iktibas edi­lerek yayınlanmıştır; 22: 146, Mayıs 1934; Mukammed the Educator, sh. 42-44).

Şüphesiz ki, Araplar arasında araştırma, göz­lem ve deneyi teşvik eden bilginin, ilmin ve soruşturma ruhunun kazanılması gerektiğine dair konular genel olarak Kur'ân'da ve Hz. Muhammed'in öğretilerinde mevcuttu. Bu teşvikle gelişen Araplar daha sonra bu ruhu gittikleri her yere taşıyarak diğer milletlere de aşıladılar. Robert Gulich'e göre: "Hadisle­rin çoğunluğunun sahih olduğu akılda bulun­durulmalı ve bunların yaygın ve hayırlı etki­lerinin olduğuna şüphe edilmemelidir. Hz. Muhammed'in sözleri, İslâm medeniyeti­nin Altın Çağındaki büyük fikir adamlarını mutlak surette teşvik etmiş olmalıdır."

Daha önce açıklandığı üzere, ilim tahsilinin önemini belirten pek çok Kur'ân ayeti ve ha­disler vardır ve bunlar âlimlerden hep olum­lu sözetmektedir. "De ki: 'Hiç bilenlerle bil­meyenler bir olur mu?" (39: 9). Robert Gulick, Rasûlullah'ın şu buyruğunun önemini vurgulamaktadır: "Fakirler ve zenginler ilim tahsili konusunda önünüzde eşit olsun." (Ha­lil Totah, The Contribution of the Arabs to Education). Ve ona göre: "Kahire, Dımeşk (Şam) gibi ve diğer merkezlerde pek çok âlım ve ilmin yerleşmesine yol açan Hz. Mu­hammed'in bu hadisidir." (a.g.e., sh. 46).

Profesör N. Stepnen, Hz. Peygamber 'in bu sonuyla ilgili şu hadisini aktarmıştır: "Kendi­sini ilim tahsiline veren kimse ölmez. İnsan­ların en hayırsızı kötülüğü öğrenen; en hayırlısı da iyiliği öğrenendir." {Islamic Review, sh. 44-47, Ocak 1917).

Hz. Muhammed'in bu ve diğer hadisleri hakkında yorum yapan Robert Gulick şöyle demektedir: "Bu ifadeler âtıl ve faydasız söz­ler olarak değerlendirilmemelidİrler. Sonuç­lan çok muazzam olmuştur. İslâm ilminin gücü kendisini, Bizansın belirsiz kavram ve anlayışları yerine, pratik meselelere adamış olmasından kaynaklanmaktadır. Hz. Peyamber'in ashabı onun ilkelerini ve buyrukla­rını yıllar içinde inceleyip tartışarak uygula­mışlardır (Buharı, c. VI). Hz. Muhammed'in izinden gidenler kendilerine zulmeden­leri Bedir'de büyük bir üstünlükle yenince, pek çok kişiyi de esir almışlardı; onlara çok iyi muamele edildi ve en iyi yiyecekler veril­di: Fakirler, fidyesiz olarak salıverildiler, an­cak kalanlardan fidye alınması kararlaştırıldı. Bu kişilerle ilgili olarak askerî tarih kitaplarında eşine rastlanmayan, fevkalâde kıymet ve özelliğe sahip bir anlaşma yapıldı. Okuma-yazma bilenler 4000 dirhem fidye öde­mek yerine 10 çocuğa okuma-yazma öğrete­rek bu mükellefiyetten kurtulacaklardı. Kişi başına 4000 dirhem gibi büyük bir fidye pa­rasından vazgeçip bunun yerine okuma-yaz­ma öğretilmesini kabul etmek, Hz. Peygam­ber'in gözünde ilmin değerinin ne olduğu­na dair çok güzel bir delil teşkil eder. Kusur arayıcı eleştirmenler İslâmî ilimlerin Yahudi, Hıristiyan ve Zerdüşt zihinlerin ürünü oldu­ğuna işaret etmekten büyük zevk alırlar. Bu konuda ikna edici bir şekilde söylenebilecek olan şudur ki, bu âlimlerin üretken çabalarına uygun atmosferi sağlama şerefi İslâm'a aittir. İslâm'da ayrımcılığın olmaması sebebiyle, serbest araştırmalarda bulunma hususunda di­ğer inanç mensupları da teşvik görmüşlerdir.

"Batılılar İslâm'ın yayılışını kuvvetle (kılıç zoruyla) özdeş görürler. Onlar Cihad kavra­mını tanmamayacak derecede çarpıtmışlardır. Müslüman Arapları bir elde Kur'ân, bir elde kılıç olarak tasvir etmişlerdir. Bu kesinlikle yanlış tanıtılmış bir kimliktir. Bu manada gerçek saldırganlar Müslümanlar değil, Hıristiyanlardir. İspanya'da Engizisyon dönemi esnasında iki milyon Müslüman Hıristiyanlı­ğın belli bir mezhebine girmedikleri takdirde ölümle tehdit edilmişlerdir. Hz. Muhammed'in savaşlarının savunmaya yönelik olduğu kesinlikle söylenebilir. Müslümanlar eğer sa-vaşmasalardı yok olurlardı- kişi bunun gele­cek medeniyetlerle ilgili kötü sonuçlarını an­cak tahayyül edebilir... İleri gelen Hıristiyan bilim adamlarının talebeleri arasında, dindaş­larından ziyade Müslümanlar yer almaktay­dı." (W. Barthold, Mussulman Culture).

"İslâm'da ilim tahsili farzdır, bu nedenle ka­dınlar da eğitim faaliyetlerine erkekler kadar serbestçe ve coşkuyla katılıyorlardı. Araştır­malar, kadınların hem öğrenci hem de öğreti­ci olduklarını göstermektedir. Mekke'de bile kadın âlimler bulunuyordu, burada Kerime pek çok öğrenciye Hadîs dersi veriyordu; Şehide geleneksel dinî bilgileri öğreten bir diğer tanınmış âlimdi. İspanya'da en meşhur cer­rahlardan bazısı kadındı." (S. H. Leeder, Is-lamic Review, c. 4:115, Mart 1916). İspan-ya'daki kadınlar edebî yetenekleri bakımın­dan da dikkat çekmekteydiler ve Nashun, Zeynep, Hamide, Hafsa, el-Kaliyye, Safiye ve Meryem isimleri, doğdukları topraklar üzerinde silinmez bir parlaklık oluşturdu. (Ameer Ali, A Short History of the Sara-cens). Ebû'l-Kerim'e göre, Hz. Muhammed kadınlara 1875 yılma kadar tanınmayan ve Fransa'da halen kısıtlı şekilde tanınan mülki­yet hakkını 13 asır Önce tanımıştır. ("Hazret Muhammad, The Greatest Social Refor-mer," îslamic Review, 22:146, Mayıs 1934).

El-Maqqarî, bir İspanyol'un iftiharla şunları söylediğinden bahsetmektedir. "Sizin ülkeniz vezir İbni Zeydun'la şiir tartışmaları yapan bizim Velîde el-Mervaniye'miz gibi bir kadın çıkarmış mıdır? Ve Zİyad'm kızı Zeyneb'in eşi sizde var mıdır? (Halil Totah, a.g.e.). Ha­tip ve gramer bilgini el-Ârûziye; şair ve fıkıh âlimi Ümmü'1-Hîn; şiir, edebiyat ve hitabette haklı bir üne kavuşan Sevil'li Meryem; ve Hz. Peygamber'in soyundan gelen Emet el-Azîz gibi pek çok şahsiyetin de dahil oldu­ğu kadınlar, ilimleri ile büyük ün kazanmış­lardır (Robert Gulick, a.g.e., sh. 44-51).

Hz. Muhammed insanlığa görüş açılarını genişleten ve zihinlerini önemsiz, anlamsız ve geçici meselelerden arıtan ve onlara ev­rensel maddî ve manevî prensipler getiren yüce ve asil bir inanç sistemi vaz etmiştir. Bu sistem, insanların hayata ve meselelerine olan bakış tarzlarını tamamen değiştirmiştir. Bü­tün bir hayat şekilleri ve tarzları tamamen ye­ni bir renge bürünmüş; fikirleri, değerleri, dü­şünce ve yaşantıları bütünüyle yeniden şekil­lenmiştir. Yeni bir fikir, yeni bir güç ve coş­kuyla tamamen farklı insanlar haline gelmiş­lerdir.

Hz. Peygamber kendisine inananların arzularını öylesine teşvik etmiştir ki çeyrek yüzyıl sonra bu insanlar bütün ilimlerin ustadi olmuşlardır. Kâinat ile ilgili daha fazla bil­gi elde etmek için gösterdikleri çabayla her köşe bucağı araştırmışlardır. Bu onların önü­ne fizikî âlemin bilgi hazinelerini sermiş; ta­biatın gizliliklerini açığa çıkararak bütün dünyanın istifadesine sunmuşlardır. Böylece tabiî kaynakların sağladığı imkânlardan fay­dalanmış ve dünyanın diğer yerlerini de zenginleştirmişlerdir. Hz. Muhammed 'in üm­meti tabiî ilimler sahasında tecrübî metod ka­nılarım açtı ve bu metodu Avrupahlar'a aktar­dı. Ayrıca onlara fen ve teknikte ilerlemenin yollarını öğretti.

Sosyal bilimler sahasında Hz. Muhammed insanın konumunu ve şerefini yüceltti; do­ğum, veraset, ırk, millet ve renkten ileri gelen bütün ayrımları kaldırarak insanlığın eşitliği ilkesini getirdi. Ayrıca, uygun ve yeterli ça­bayı gösterdiği takdirde insanın ulaşamıyacağı ve elde edemeyeceği hiçbir şey olmadığını da öğretti. Gayret gösteren herkesin istediği başarıyı elde edebileceği inancı, kadın erkek herkese çok çalışma ve kendilerini yapmak istedikleri işe göre teçhiz etme yollarını açtı.

Diğerlerinin hakkına müdahale etmedikçe, ya da kanuna karşı gelmedikçe kişilerin ferdî hürriyet sahibi olması hareketini başlattı. Bu fikirler Avrupa'daki feodal sistem, Hindis­tan'daki kast sistemi ve o zamanın dünyası­nın değişik kesimlerindeki benzeri sınıf sis­temleri için öldürücü bir darbe oldu ve insanı insana kölelikten kurtarıp, insanlığa tabiî haklarına sahip çıkma ve yeryüzünde hür ola­rak yaşama fırsatı verdi.

Kadınlar, Hz. Peygamber'in getirdiği din sayesinde hak ve hürriyetlerine kavuşarak toplumda şerefli ve itibarlı bir konum kazan­dılar. Böylelikle sosyal, iktisadî, akidevî ve diğer sahalarda erkeklerle eşit haklara sahip oldular (Ayrıntılar için bkz., Sîret Ansiklope­disi, c. II, "Eş olarak Muhammed" başlıklı 1. bölüm).

Rasûlullah, siyasî alanda bütün işlerde müşavere kavramını getirdi, devlet başkanının seçiminde, başkanın yardımcılarının ve yürütmenin diğer üyelerinin seçiminde ve di­ğer siyasî meselelerde halka danışarak karar verilmesini Öngörüyordu.

Hz. Muhammed, hukukun hâkimiyeti prensibini de getirdi. Akrabalık ilişkilerine, ırkına, renk veya sosyal ve siyasî mevkiine bakmaksızın herkese karşı mutlak adaletin uygulanmasını ve âdil olunmasını mecbur kıldı. Aynı kuralı uluslararası olaylarda da geçerli kılarken daha sonraki asırlarda ulusla­rarası hukukun dayanak aldığı temel ilkeleri koydu (Ayrıntılar için bkz., Sîret Ansiklope­disi, c. II,'"Kanun koyucu ve hâkim" adlı bö­lüm).

Hz. Muhammed'in insan kültürüne bir di­ğer büyük katkısı, onun insanları her türlü kötü âdet, gelenek ve yanlış ibadet ve dogma­lardan kurtarmış olmasıdır. Diğer bir ifadeyle o, insanları, Hakikati bulmak için serbestçe ve önyargısız düşünebilmelerini sağlayacak şekilde insanların koyduğu kanun ve gele­neklerin prangalarından kurtulmalannı temin etmiştir. Bu insanoğlunun yüzyıllar boyunca birikmiş olan bilgi ve kültür servetini sami­miyet ve dürüstlükle insanlığın faydasına kullanabilmesine imkân tanımıştır. Bunun so­nucu olarak, Hz. Muhammed'den sonraki nesillerin bilgi ve ilmiyle zenginleşen insan­lık, İlimde olduğu kadar insanî değerler saha­sında da ilerleme kaydetti; insan haklarının, kadın haklarının, insan hürriyet ve serbestli­ğinin, uluslararası anlaşmalara saygı ve ulus­lararası topluluk gibi kavramların önemini çok iyi kavradı. Değişik ülkelerde daha son­raki asırlarda şu ya da bu şekilde ortaya çıkan hareketler doğrudan ya da dolaylı olarak Rasûlullah (5)'in Arabistan topraklarında ger­çekleştirdiği ilk zihnî ve toplumsal inkılâbla bağlantılıdır.

İslâm'ın en yüce ve temel ilkesi, İslâm'ın bü­tün felsefesinin ve inanç sisteminin dayanak noktası Allah'ın Birliği (Tevkid)dir. Bu fikir İslâmî sistemin bütün üst yapısının özü ve can damarıdır; İslâm'ın bütün diğer sistemle­re üstünlüğünü temin eden de işte bu ilkedir. Muhammed İkba'in ifadeleri ile: "(İnsanlı­ğın) yeni kültürü dünya-birliği fikrinin teme­lini Tevfiid prensibinde bulur. İslâm, bir hü­kümet şekli olarak, bu prensibin insan nevi­nin maddî ve zihnî hayatmda yaşayan bir fak­tör olarak tahakkuk etmesi için bir vasıta ol­muştur. Hükümdara değil, yalnızca Allah'a itaati talep eder. Zira, madem ki, Allah bütün hayatın kaim ve daim olan ruhî esasıdır, Al­lah'a itaat zımnen, insanın kendi hakikî tıy­netine itaattir. Cümle hayatın kaim ve daim olan ruhanî esası, İslâm'a göre, ebedîdir ve kendini çeşitlilik ve değişkenlikle ortaya ko­yar. Böyle bir Mutlak Hakikata dayanan bir toplum, kendi hayatında, kalıcılık ve değiş­kenlik Özelliklerini uzlaştırma zaruretindedir. Toplum hayatını düzenlemek için daimî ve sabit prensiplere sahip olmalıdır. Çünkü daimî olan, bize, sürekli değişim dünyasında bir tutunacak yer temin eder; ancak daimî prensipler, bütün bozulma ve değişme imkânlarını dışarıda bırakmak mânasında an­laşılırsa -ki, bu Kur'ân-ı Kerîm'in beyanına göre Allah'ın en büyük "âyef'lerinden biri­dir- mahiyeti itibariyle esasında hareketli ola­nı gayri müteharrik hâle getirmiş olur. Siyasî ve sosyal ilimlerde Avrupanın başarısızlığa uğraması, birinci prensibi, son 590 yıl içinde İslâm alemindeki hareketsizlik ise ikinci prensibi tasvir eder. Şu halde İslâm bünyesin­deki hareket prensibi nedir? Buna "içtihad" denir (The Reconstruction of Religious Tho-ught in islam, Lahor, 1977, sh. 147-48).

Muhammed Kutub, İslâm'ın önemini izah ederken şöyle demektedir: "Geniş anlamıyla ele alınırsa din, insanlığın zihnî ufkunu aç­mayı gaye edinmektedir. Çünkü hayat yalnız­ca bu dünyayla sınırlı değildir; bunun ötesin­de ebedî bir hayat vardır. Bu hakikat, insanın kalbindeki ümit ışığını parlatır, onun zulüm ve baskıya karşı sebatla mücadele etmesini teşvik eder. Din sevgiyi, anlayışı ve kardeşli­ği öğretir. Bu yüzden barış, refah ve ilerleme­nin tek yoludur ve bu özelliği tek basma onun baki kalması için yeterli bir sebeptir. Din, in­sanı, hayatın zorlu mücadelesine karşı teçhiz etmenin en mükemmel yoludur... İnsanın nef­sini aşmasını sağlayan yüce ve asîl idealler için eziyetlere katlanma ruhunu verebilecek olan yalnızca imandır.

İslâm, bir manâda, insanlığın ilerlemesini en­gelleyen veya fazilet ve iyilik yolunu takip etmesine izin vermeyen her türlü esaretten kurtuluş anlamına gelir. İslâm, insanlığın kendisini zor ve baskıyla esir eden, yanlış olanı yapmaya zorlayan ve şerefinden, haysi­yetinden, malından ve hatta canından mah­rum bırakan diktatörlerden azâd olması anla­mına gelir. Hâkimiyetin Allah'a ve yalnızca Allah'a ait olduğunu söyleyerek İslâm insan­lığı her türlü zâlimlerden kurtarır. Bütün in­sanlar Allah'ın kuludurlar; bundan dolayı, yalnızca O insanların kaderine hükmeder ve kimse O'nun İlâhî takdiri olmadan veya O'nun takdirine aykırı şekilde bir şey yapamaz; fayda veye zarar veremez.

Hz. Peygamber'in öğretisi, insan zihni üzerindeki serbest etkisini göstermiş; kendi­lerine verilen yetenekleri kullanmaya ve ken­disini çevreleyen hayat hakkında mümkün olan en fazla bilgiyi elde etmeye davet etmiş­tir. Bu öğretide, akıl ile din arasında, dolayı­sıyla ilim ile din arasında başlangıçtan beri bir husumet olduğu şeklindeki yanlış kanaate yer yoktur... Şunu özellikle belirtmektedir: Sonsuz rahmetiyle yeryüzündeki bütün her şeyi insanın istifadesine sunan Allah'tır ve ilmî araştırmalarla keşfedilen gerçekler veya bundan dolayı insanoğluna ulaşan faydalar, gerçekte Allah'ın lütfudur. Böylece İslâm il­mi ve bilgiyi, Allah'a imana aykırı kötü bir şey olarak kabul etmek yerine, imanın bir parçası olarak görmektedir (islam The Mi-sunderstood Religion, Dımeşk 1977, sh. 4-11).

Allah, insan onları dilediği gibi kullanabilsin diye herşeyi onun hizmetine âmâde kılmıştır: "Allah O'dur ki, gökleri ve yeri yarattı, gök­ten su indirdi de onunla size rızık olarak çe­şitli meyvalar çıkardı. Buyruğuyla denizde akıp gitmesi için gemileri emrinize verdi, ır­makları emrinize verdi. Sürekli olarak (seyir ve aydınlatma) görevlerini yapan güneşi ve ayı emrinize verdi, geceyi ve gündüzü de em­rinize verdi. Ve size her istediğinizden verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymak isterseniz sa­yamazsınız! (Buna rağmen) yine de insan çok haksızlık edendir, çok nankördür!" (14: 32-34).

İsra sûresinde şunları okumaktayız: "Andolsun ki, biz İnsanoğullannı şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağla­dık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, ya­rattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık." (17: 70).

Bu âyetler insanoğlunun bütün mahlûkatın kendisi için yaratıldığı en büyük ve yüce ya­ratık olduğunu açıkça göstermektedir. Ve, üzerine aldığı sorumluluğu âdil ve uygun şe­kilde yerine getirmesi için insanoğlu her türlü esaretten ve suni kısıtlamalardan kurtulmalı­dır. Bu hürriyeti gerçekleştirmek gayesiyle, insan "İnsanlığın değerini düşüren ve kendi­sini şereften mahrum bırakan" herşeyden kurtarılmıştır. Bu uğurda kendisine yardımcı olacak ilk şey Bir Allah'a olan inançtır ve bu inanç insanoğluna bütün diğer güçlerden, âdetler-den, dogmalardan ve otoritelerden hür olma yolunda büyük mesafe katettirmiştir.

İslâm, insanoğlunun insanlık için haysiyet ve şerefin ne kadar Önemli olduğunu farketmesİ-ni sağlamış, onu rızık korkusu, mal ve can korkusu gibi bütün korkulardan azade kılmış­tır. İnsan her zaman için Allah'ın Kudretinin tesir sahası içerisindedir: "De ki: 'Allah, bi­zim için ne yazmış (ne takdir etmiş) ise ancak bize o ulaşır, bizim sahibimiz O'dur. İman edenler Allah'a dayansınlar." (9: 51) Ve Ali İmrân sûresin'de şu ayet mevcuttur: "Al­lah'ın izni olmadan hiç bir kimse ölemez. (Ölüm), belirli bir süreye göre yazılmıştır..." (3: 145). Hz. Ömer insanlara hürriyet yolun­da çok mesafe kazandıran aynı anlayışı şöyle ifade etmiştir: "Bir kimsenin doğruyu konuş­ması ne onun rızkını ondan uzaklaştırır ne de ecelini yaklaştırır." (Mâverdî, Ahkâmu's-Sul-taniyye, sh. 176). Buna benzer olarak, İslâm Yaratıcı ve yaratılan arasında insanoğluna fayda ya da zarar verebilecek aracılar olduğu inancını da yerle bir etmiştir: "Onlar ki, halk kendilerine: '(Düşmanınız olan) insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!1 de­yince, (bu söz,) onların imanını artırdı. Ve: 'Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir!' dedi­ler. Bundan dolayı Allah'tan bir nîmet ve bollukla geri döndüler, kendilerine hiçbir kö­tülük dokunmadı. Ve Allah'ın rızasına uydu­lar. Allah büyük kerem sahibidir." (3: 173-174).

Aracı konumundaki din adamlarının gücü İslâm tarafından kırılınca, insanoğlu kendi fıtratına olan güvenini yeniden kazandı ve Yaratıcı ile vasıtasız ilişki yeteneğini tekrar elde etti. Bu, insanoğlunun manevî olduğu kadar maddî her meselede de doğru olduğunu düşündüğü şeyi yapma, arzu ve tercih hürri­yetini kuvvetlendirdi.

İslâm, savunma hakkının ve kötülükten ko­runmanın mü'minlerin bir özelliği olduğunu belirtir: "Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman (kahramanca birbirlerine yardım ede­rek) kendilerini savunurlar." (42: 39). İşte bunlar, insanlığın zillet, zaaf ve teslimiyetten kurtarılması için mücadele verdiği bilinen kimselerin en iyileridirler.

İslâm, maddî servet kaynaklarına karşı da dengeli bir tutum geliştirmiş, insanı maddî kıymetlerden ve bu kıymetlerin hegemonya­sından kurtarmıştır. İslâm, insanoğluna zen­ginliğin sadece dünya hayatının süsü olduğu gerçeğini göstermiştir; ne yüceltilen veya al-çaltılan, ve ne de paye verilen ya da aşağıla­nan bir değer olmuştur. Allah katında gerçek değerin vicdanların taşıdığı değer olduğu ve bu değerin dünya hayatında salih amellerle yansıtılmasının önem taşıdığı vurgulanmıştır: "Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Bakî kalacak olan güzel işler ise Rabb'inin katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır." (18: 46).

Böylece insanlık ulvî ideallere erişme yolun­daki zaaf ve engellerinden tamamen kurtarı­larak nihai mükemmelliğe ulaştırılmıştır. "Allah katında en değerliniz O'na karşı gel­mekten en çok sakınanızdır." (49: 13). (Abd-ül Azim Mansur, islam Allah's Eternal Ju~ risprudence, sh. 46-63).

Şüphesiz bütün diğer sistemler ve dinler Al­lah'ın tevhid ile ilgili emirlerini hafife almış­lar, kendi yanlarından çıkardıkları kanun ve fikirler vasıtasıyla O'na değişik şekillerde or­tak koşmuşlardır. Allah'tan başkasına kulluk­tan insanlığı kurtaran sadece İslâm dini ol­muştur. Bunun delili de şudur: İslâmî yol in­sanın arzularından, zaaflarından ve bencilli­ğinden etkilenmeyen tek yoldur. Allah buyu­ruyor ki, İslâm yöneticilerin arzu ve menfaat­lerinden etkilenmeyecektir ve bundan dolayı bütün insanlık için mutlak manada eşitlikçi ve âdil konumunu sürdürecektir: "Ey iman edenler! Allah için adaletle şahitlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, si­zi adaletten saptırmasın. Âdil davranın, tak­vaya yakışan budur. Şüphesiz Allah yaptıkla­rınızı haber almaktadır." (5: 8).

Bu yol gelmişi ve geçmişi ve yaratıklarının tüm ihtiyaçlarını bilen Kadir-i Mutlak Al­lah'ın emri olduğundan insanların cahilliğin­den ve beşerî zaaflardan azadedir. O insanlı­ğa Emirlerini Elçisi vasıtasıyla bildirmiştir: "Sonra bu İşten seni de bir şeriate koyduk (sana da insanların uyacakları bir hukuk dü­zeni verdik). Sen ona uy, bilmeyenlerin ke­yiflerine uyma." (45: 18).

Ve yine diğerlerini ve kötü yollan izlemenin tehlikeleri hakkında uyanr: "Eğer Hak, onla­rın arzulanna uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur giderdi. Biz onlara şeref ve şanlannı getirdik, fakat onlar, kendi şanlarından yüz çeviriyorlar." (23: 71). Bu yalnızca onlann karşılıklı düşmanlığı ne­deniyle değil cehaletlerinden dolayı da ger­çekleşebilecektir. Bu insanlann insanlık için ortaya tamamen mükemmel ve güvenilir bir yol koyacak hiçbir bilgileri yoktur.

Bu yolun (Sırat-ı Müstakim) desteklenmesi için bir diğer neden de şudur: İnsanoğluna varlık âlemi ve insanın onun içindeki yeri hakkında çok şümullü bilgi veren, varlığının esas gayesini anlatan ve bu çerçeve içinde bir hayat sistemi vaz eden Tek Yoldur. Ve ebedi­yete kadar sürebilecek bir tabiî hayat sistemi­nin üzerine bina edilebileceği tek sağlam ve sağlıklı temel de bu yoldur. Bütün diğer sis­temler böyle tabiî köklerden mahrum olduğu için çok uzun süre yaşayamıyacaktır.

Ve nihayet, yalnızca bu yol varlık âleminin gayesiyle ahenk içindedir. İnsanoğlu bu ga­yenin çerçevesi içinde yaşamak ve varlık âleminin her yönü ile işbirliği içinde olmak zorunda olduğundan bu âlemle uyumlu olma­yan bir yol izlememelidir.

İnsanoğluna tabiatın korkunç güçleriyle işbir­liğini garanti eden ve onun bu güçlerle çeli­şip, çatışmasını önleyen yol yalnızca insan hayatı ile varlık âlemi arasında gerçekleşecek olan ahenktir. Eğer insanoğlu bu güçlerle ça­tışırsa yokedilir ve Allah'ın kendisi için dile­miş olduğu O'nun yeryüzündeki halifeliği vazifesini yerine getiremez. Ancak, yaratılan varlıkların düsturlarına uyum sağlarsa onların sırlarının bilgisini elde edecek ve onlardan hayatında ne şekilde faydalanacağını öğrene­cektir.

İnsan tabiatı temel olarak varlık âleminin düsturları ile uyum sağlar. İnsanın hayat tarzı bu düsturları tanımaz bir hâl aldığı zaman, in­san sadece tabiatın korkutucu güçleri ile de­ğil, kendi fıtratı ile de çelişkiye düşmüş ola­caktır. Bütün ilmî zaferlerine ve maddî mede­niyetin konforuna rağmen şiddetli üzüntüler içinde zavallı ve şaşırmış bir halde kalacaktır. Acı verici boşluk hissi, insanı, korkutucu bir hayalet gibi takip eder. O ondan kaçar fakat diğeri kaçınılmaz olarak ona yetişir. İnsan gerçek fıtratından esrara, haşhaş ve alkole, ta­tillere ve aptalca maceralara başvurarak kaçar... Fakat onun boşluğu ve kafa karışıklığı onun maddî zenginlik ve rahatlığa verdiği önemle orantılı olarak artar.

İnsanlık, ilim sayesinde, tıbbî sahada ve maddî hastalıkları iyileştirmek açısından bü­yük zaferler elde etmiştir. Endüstriyel üretim alanında da hemen hemen mucizevî sonuçla­ra ulaşılmıştır. Uzayın araştırılması, suni uy­dular ve uzay İstasyonları gibi konularda da benzeri merhaleler kaydedilmiştir.

Ancak bütün bunların insan hayatı üzerindeki etkileri ne olmuştur? Manevî hayatı üzerinde­ki tesirleri nedir? İnsanlık emniyet bulmuş mudur? Selâmet bulmuş mudur? Kesinlikle hayır! Bedbahtlık, endişe ve korku içindedir. Sanki, günümüz medeniyeti, insan duygularını bataklığa sürükleyen bir belâ görünümü vermektedir.

Muhammed Kutub'a göre "Modern Batı'nm halen maruz kaldığı en tehlikeli hastalık bu­dur. Bütün hayâtı zehirlenıiştir. İnsanlık par­çalanmış ve bölünmüştür ve bir kısmı diğer kısmına karşı durmaktadır. Barış, ahenk ve huzur nâdir hâdiseler hâline gelmiştir. Fakat yine de son bir ümit vardır: İslâm. Eğer in­sanlık bu Allah'ın Kelâmı'na dönerse, onu Tanrıtanımaz Bati'nın getirdiği akıbetten yal­nızca bu dönüş kurtarır. İslâm, insanın hayata sağlıklı bir bakış açısı ile yaklaşmasını temin eder ve ona, elde ettiği bütün ilim ve nimetle­rinden faydalandığı maddî ve manevî imkânların Allah'ın lütfü olduğunu telkin eder. İnsanlar edindikleri bilgileri insanlığın hizmetinde kulandıkları sürece Allah onlar­dan razı olur. İslâm'ın Allah'ı, yarattığı kul­ları ilim peşinde koştukları için onlara hiçbir zaman öfkelenmez, ve ne de onların kendi Hükümranlığı ile rekabet edeceğinden kor­kar. O, yalnızca, insanların ilim yoluyla elde ettikleri bilgileri başkalarını yoketmek ya da baskı kurmak gibi kötüye kullanmalarına razı olmaz.

Böylece İslâm barış ve ahenk tesis etmekle kalmayıp insanlığı baskı ve zulümden de kur­tarmıştır. Bu konuda günümüz dünyası, İslâm'ın insanları her türlü yalancı ilâhlardan azade kıldığı ondört asır öncesinden daha iyi bir görüntü vermemektedir. Zorbalık halen mağrur diktatörler, küstah demagoglar ve zâlim kapitalistler kılığında ortada kol gez­mektedir. Bu kişiler eskiden olduğu gibi çalı­şan milyonların kanını emer, fakirlik ve ihti­yaç zilleti ile kahrederken, onların çaresiz ve zavallı konumlarından yararlanıp servetlerine servet katmakla meşguldürler. Yine silah, kı­lıç ve casusluk esasına dayanan polis gücü ile hükmederek insanların hürriyetim gaspeden bir diğer diktatörler grubu vardır ki, bunlar yalnızca halkın veya proletaryanın arzusunu dayatan vasıtalar oldukları yalanını söyleme­ye devam etmektedirler.

İslâm'ın, bütün bu engelleri yıkması ve sars­ması için insanlığa yaptığı yardım bazı kim­selerin şöyle bir soru yöneltmesine sebep ola­bilir: Öyleyse İslâm, neden kendi bağlılarını, onların kanlarım emen, ırz ve namuslarını tarumar eden ve devamlı olarak baskı altında tutan zâlim yöneticilerin elinden kurtarmı­yor? Bu sorunun cevabı şudur; Her ne kadar bu diktatörler İslâm'ın adını istismar ediyor­larsa da, onların hükmettikleri yerlerde İslâm'ın iktidarda olmadığını ve bu kişiler üzerinde herhangi bir kontrolü olamadığını söyleyebiliriz: Bu kişiler Allah'ın bahsettiği şu sınıf insanlardandırlar: "...Allah'ın indirdi­ği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir." (5: 44) ve "Hayır; Rabbine andolsun ki, ara­larında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar." (4: 65).

Dolayısıyla bizim kendisine çağırdığımız İslâm, Doğu'nun İslâm beldelerinde, yöneti­cilerin tatbik eder göründükleri, halbuki bu hareketleriyle Allah'ın kanunlarının tamamı­na muhalefet ettikleri; bazen Avrupa ülkele­rinden ödünç aldıkları insan-yapısı kanunları bazen de İlahî Kanunu uyguladıkları; işlerine ve nevalarına hangisi uygun gelirse ona tâbi oldukları, insanlar arasında ve Allah'a karşı adaleti gözetmedikleri bilinen kimselerin müslümanlığı değildir. Çünkü onlar her iki taraftan da kendilerine göre doğru buldukları­nı değil, kendi şahsî emel, hırs ve arzularına uygun gelenini seçmektedirler.

Bizim kendisine çağırdığımız İslâm, bilakis mağrur kralların ve küstah zorbaların gururla oturduklarını iktidar koltuklarını sarsan bir dindir. İslâm onları, diğer insanlar gibi ilâhî kanuna başeğmeye çağırır, veya onlarla olan olumlu ilişkisini kesip atar, çünkü: "... köpük yok olup gider. İnsanlara fayda veren ise yer­de kalır- İşte Allah, (kapalı şeyleri anlatmak için) böyle meseller verir." (13: 17).

Bu şekilde anlaşılan İslâm hâkim olunca, ki o Allah'ın izni ve teyidiyle mutlaka hâkim olaçaktır, elbette ki İslâm topraklarında hiç bir zâlim idareci ve hâkim kalmayacaktır. Çünkü İslâm zulmü ve zorbalığı asla kabul etmez. İslâm, yeryüzünde kendi heva ve hevesine göre hükmetmeyi hiç bir kimseye müsaade etmez. O ancak Allah'ın ve Rasûlü'nün emriyle hükmedene müsaade eder. Zira Allah hükmünde ve muamelesinde âdildir, kulunun da âdil olmasını emreder. Böyle bir toplumda yönetici, insanlara ve Allah'a karşı olan yü­kümlülüklerinin bir parçası olarak, İlahi hü­kümleri uygulamaya mecbur kalacak; bunu yapmaması hâlinde vatandaşlarının ona itaat etmesini isteyebileceği meşru dayanağı kal­mamış olacaktır. Bu durumda yöneticilere itaat etmemek meşruiyet sınırları içine gir­mektedir. İlk halife Hz. Ebu Bekr'in sarih ifadesi gereğince, insanların ona itaati lâzım gelmez: "Sizin aranızda Allah'a itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Eğer Allah'a isyan eder, O'nun emrinden dışarı çıkarsam bana itaat etmeniz gerekmez." Yani, İslâm devle­tinde yöneticinin devletin hazinesine ve yasa­ma işine üst kanunların aksine müdahalesi, sade vatandaşlarmkinden daha fazla değildir. Üstelik bu yönetici selahiyetini ancak seçme hakkına sahip seçmenler tarafından hür bir seçimle elde edecektir. Bu seçimlerde de seç­menler üzerinde adalet, fazilet ve dürüstlüğü temin edecek olanlar dışında hiçbir baskı yoktur.

Böyle bir İslâm hâkim olduğu zaman, müslü-manları sadece dahilî baskı ve zulümlerden kurtarmakla kalmayıp, ister emperyalistlerin doğrudan tehdidi, isterse kültürel tehdidi şek­linde olsun bütün dıştan gelen saldırılara kar-Şi da onları korur. Çünkü İslâm izzet, şeref ve haysiyet dinidir. Gerçek müslümanlık emper­yalizmi kabul etmez, onu reddeder. İslâm'a hakkıyla inanmış bir muslüman sömürüye razı olmayı veya onun baskısına boyun eğ­meyi, Allah'a hesap vermekten daha mesuli­yeti! sayar. Böylece İslâm, müslümanlan ya­ratıcısının nzasını kazanmak için gayret sarfetmeye, O'nun arzularına teslim olmaya, O'nun emirlerini yerine getirmeye ve istifadesine sunulan tüm kaynaklardan faydalana­rak emperyalizm ve zorbalık denen lanet he­yulalara karşı savaşmaya şiddetle çağırır.

Bu yüzden, artık herkesin İslâm'a yönelerek O'nun sancağı altında bir araya toplanıp yer­yüzünden emperyalizmin bütün izlerini sil­mesinin tam zamanıdır. İnsanlığın kendisini hâlâ dünyayı karartan bu hayaletin prangala­rından kurtarmasının tek ümidi budur. Köleli­ğin hiçbir çeşidine izin vermeyen ve insanoğ­luna düşünce, hareket, mülkiyet ve din hürri­yeti temin etmeyi vadeden; insanlığın şeref ve şahsiyetini titizlikle emniyet altına alacak olan gerçek hürriyet yolu İslâm'dır. Çünkü Müslümanlar ancak bunu sağlayabilirlerse Allah katında değerli olurlar, çünkü kulluğun gayesi budur; Allah'ın bizim için seçtiği yol­da yürümek: "... Bugün size, dininizi olgun­laşırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim..." (5: 3).

İslâm'ın ortaya koyduğu böyle bir reform ke­sinlikle yalnızca İslâm toplumuyla sınırlı de­ğildir; bilakis tabiatı itibariyle evrensel ka­rakterdedir. İnsanların birbirini kırıp geçirdi­ği savaşlarla dolu olan ve gelecekte daha bü­yüklerinin de beklendiği bugünün dünyası için İslâm büyük bir nimettir.

"Yeni dünya düzeni" olarak lanse edilen sis­temin mimarı devletler mahiyet itibariyle em­peryalisttirler. Bütün farklılıklarına rağmen hepsi de dünya halklarını tahakküm altına almayı hedeflemişlerdir. Bu maksatla, daima beşerî ve maddî kaynaklardan en üst düzeyde fayda temin etmek en çok istedikleri şeydir. Onların gözünde diğer insanlar, maldan (bu­na insan gücü diyorlar) veya kötü emellerini gerçekleştirmek için kullandıkları araçtan başka birşey değildir.

Eğer İslâm dünyası, bir bütün olarak, çağdaş emperyalist güçlerin zorbalıklarına karşı çı­karsa -ki, gerçekte bunu yapma yolımdadır-dünyanm güvenliğine ve barışa çok tehlikeli bir tehdit teşkil eden bütün uluslararası düş­manlık ve kavgaları etkili bir biçimde sona erdirebilecektir. Halkı Müslüman ülkeler, saflarım yakınlaştırarak, çok kolaylıkla kendi güç bloklarını oluşturabilirler. Mükemmel coğrafî konumuna bağlı olarak, Müslüman ülkelerin güç bloğu dünya milletleri toplulu­ğu içinde güç dengelerinin anahtarını elinde tutar; çünkü İslâm dünyası eski dünya ile ye­ni dünya arasında orta noktada yeralmaktadır. Bu takdirde dünya milletleri doğu ya da batı emperyalizmine hizmet etmek yerine, kendi toplumlarının menfaatlerini koruyabilecekleri tarafı seçme hürriyetine kavuşacaktır.

İslâm, insanlığın tek gelecek ümididir, ve mevcut ideolojik mücadelelerden galip çık­ması insanlığın selametinin garantisi olacak­tır. İslâm'ın zaferi kadar önemli olan bir di­ğer şey de insanlığın geleceğidir, ve İslâm sa­yesinde iyi bir gelecek tesisi yalnızca hayal değildir. Çünkü halen İslâm sancağı ve etkisi altında bulunanların sadakati, onun izzet ve zaferi uğruna kendilerini adamalarıyla bu ge­lecek tesis edilebilir. Bu gaye için dışarıdan hiçbir yardıma da ihtiyaçları yoktur. İslâm'ın böyle zafere ulaşması, modern insan için, yaklaşan dünya çapındaki yangının sürekli tehdidinin ortadan kalkması; sinir bozukluk­larının, bedenî ve ruhî bunalımların olmaya­cağı ve nihayet mutlu bir yuva ve huzurlu bir dünya anlamına gelecektir.

Ancak meselenin bir diğer yönü daha vardır. Modern Batı ilim sahasında önemli başarılar elde etmesine rağmen insanlıkla ilgili sahalarda halâ eskisi kadar vahşi ve geridir. Evet ilim ilerlemiştir. Ancak beşeriyet ilerleme­miştir. Şehvetlerinin esiri olarak, içgüdülere dayanan, kaba zevke dalmış olduğu halde in­sanlığın gelişme kaydetmesi zaten mümkün değildir. Antik çağların Yunan medeniyetini ve büyük Roma imparatorluğunu alçaltan şey nedir? Eski Pers İmparatorluğunun ve Abbasi döneminin son yıllarında İslâm medeniyeti­nin ihtişamının kaybolması nasıl olmuştur? Ve son olarak, halkı tamamen bedenî zevkle­re kapılmış olan Fransa Cumhuriyetinin te­fessüh ettiğinden II. Dünya Savaşında büyük badirelerle karşılaştığını hala hatırlamıyor muyuz? Düşmanlarına neredeyse hemen tes­lim oldular. Kendi şahsî zevklerine, memle­ketlerinin savunulmasından daha fazla Önem verdiklerinden, düşmanlarının tek bir hamle­sine bile dayanamadılar. Bir zamanlar cesare­ti ve heybeti ile meşhur milletlerinin tarihî şeref ve haysiyetini korumaktan çok, kibar dans salonları ile meşhur kalabalık Paris şeh­rini düşman bombalarından kurtarmakla meş­gul oldular.

Zaman zaman, doğudaki yanlış yönlendiril­miş kişilerin, dünyevî zevklerden azami fay­dalanmasına rağmen güçlü ve büyük olan, en yüksek maddî üretime sahip millet olarak Amerika'yı örnek gösterdikleri vâkidir. An­cak bu kişiler, Amerika'nın henüz genç, maddî ve manevî kuvvetleri birleşmiş, genç bir millet olduğunu unutuyorlar. Hepimizin bildiği gibi gençlik, sinsi hastalıkların etkile­rinin çok güç tesbit edildiği bir dönemdir; çünkü bünye güçlü ve hastalıkların dış belir­tilerini tamamen bertaraf edebilecek kapasite­dedir. Fakat basiretli bir kişi böyle insanların görünüşteki sağlığı ve gençlik diriliği tarafın­dan aldatılamaz; gözkamaştınci ince dış örtü­nün arkasındaki öldürücü hastalığın belirtile­rini tek tek ve hatasız şekilde tesbit eder. Amerika'nın kurala istisna teşkil etmediği gazetelerde bir süre önce çıkan iki haberle de gösterilebilir. Bu haberler, ayrıca, gösterdiği bütün gelişmelere rağmen ilmin, insan fıtratı söz konusu olduğunda en ufak bir temel değisiklik gerçekleştirme yönünde eskisi kadar etkisiz olduğuna da delil teşkil etmektedir. Çünkü bizzat ilmin kendisi sünnetullahym bir parçasıdır. "... Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın..." (33:62, 35:43, 48:23).

İlk haber, Amerika Dışişleri Bakanlığı'ndan otuz üç memurun atılmasıdır. Çünkü bu me­murlar düşük ahlâkî karaktere sahip imişler. Bu sıfatlarıyla da onlara devlet sırlan emanet edilemezmiş.

İkinci haber, Amerikan ordusundan 120.000 askerin kaçtığını bildirmektedir. Bu sayı Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin toplam gücü gözönünde bulundurulduğunda oldukça bü­yük bir sayıdır ve bu olay halen gençlik de­virlerini yaşayan ve dünyanın liderliği ve ha­kimliği iddiasında bulunan bir ülkede gerçek­leşmiştir.

Bu yalnızca başlangıçtır. Eğer Amerikan top­lumu hayata karşı takındığı günümüzdeki materyalist tavırda inat ederse geri kalanı ve kaçınılmaz olan mutlaka başlangıcı takip edecektir.

Bu, madalyonun bir yüzüdür. Diğer yüzünün gösterdiği ise şudur: Yüksek maddî üretimi­ne, nisbî gençliğine, insan ve toprak kaynak­larının genişliğine rağmen, Amerikan milleti ilkeler ve yüksek ahlâkî değerler alanında boştur; bunun nedeni de tamamen bedenî zevklerine kapılmaları ve bu anlamda hay­vanlık derecesinin üzerine çok nâdir çıkabil-melidİr. A.B.D.'de siyah ırka vahşice mua­melelerin reva görülmesi bu milletin ruhen sağlıksız ve insanlık seviyelerinde acınacak kadar aşağı olduğunu ispat etmektedir.

Bu gerçekte bugünün dünyasının çok can sı­kıcı bir portresidir. Ne var ki, İnsanlığı hayvanî heveslerinin baskısından ondört asır Önce kurtaran İslâm bugün de yine insanlann Şehvet zincirlerini kırmasını ve bütün yete­neklerini daha yüksek manevi seviyelere eriş­tirme, hayatta iyilik ve fazileti yaymak için kullanmasını sağlama yolunda tek ümittir.

Bugün, hiç kimsenin, insanoğlunun geçmişte şüphesiz hayvanlık seviyesinin ötesine ulaş­mış olduğundan dolayı İslâm'ın yeniden ih­yasının imkânsız ve ümitsiz bir teşebbüs hali­ne geldiğini söylemesine izin verilmemelidir. Ve geçmişteki ihtiyaçlara çare olması müm­kün olanın günümüzde var olanlara da çare olması kesinlikle mümkündür. Çünkü insan­lık o vakitten bu vakite fıtraten bir değişime uğramamıştır. İnsanlık dünyası, o vakit de bugün gözüktüğü kadar aşağı seviyelere düş­müştü ve bedenî hazlarla en az bu kadar meş­guldü. Zevk ve sefanın şekilleri ve faydalanı­lan lükslerin adı değişmekle birlikte geçmiş ve günümüz arasında esasta bir farklılık yok­tur. Kadîm Roma ahlaken onun günümüzdeki izdüşümlerinden-Paris, Londra ve Ameri­ka'nın şehirleri- daha az kokuşmuş değildir. Buna benzer olarak, eski Pers imparatorlu­ğunda, cinsî anarşi günümüzde komünist ül­kelerde rastlananla aynı seviyede idi. İslâm'ın dünya yüzüne çıkış vaktinde tarihî görünüm buydu. İslâm tam bir inkılâb ger­çekleştirdi, insanoğlunu ahlâkî çöküntü çuku­rundan çıkarttı, insan hayatına yüce bir amaç, dinamizm ve hareket kattı. İnsanlığın hakikat ve iyilik yolunda çaba sarfetmesini sağlaya­cak bir ruh halini oluşturdu. İslâm'ın nüfuzu altında insanlık gelişti ve refaha erişti. Do-ğu'yu olduğu kadar Batı'yi da kaplayan dina­mik bir zihnî ve manevî hareketin hazırlan­masına katkıda bulundu. Hiçbir zulüm ve fit­ne odağı İslâm'ın ilerleyişinin önüne engel koymaya cesaret edemedi, bunun sonucunda insan hayatının görünümü kökten bir değişim geçirdi. Böylece İslâm dünyası, uzun süre de­vam etmek üzere, aydınlığın kaynağı, dünya­daki gelişme ve mükemmeliyete gidişin ön­cüsü durumuna geldi. Bu uzun hâkimiyet dö-nemİ esnasında, İslâm dünyası hiçbir zaman kendisini madden, manen ve zihnen geri hal­de bulmadı. Çünkü manevî kokuşmayı, cinsî anarşiyi ve inkârı teşvik etmedi. İslâm Dini­nin mensuplarına, İslâm'ın asil ve yüce ideal­lerini yaşayışlarında yansıtmaya bırakıp yal­nızca heves ve hayvanî arzulanna köle haline geldikleri zamana kadar, beşer faaliyetinin tüm sahalarında iyilik ve mükemmellik sem­bolleri olarak bakıldı. Bundan vazgeçtikten sonra ise sünnetullah'a uygun olarak bütün ihtişam ve güçlerini kaybettiler.

Halen güç kazanmakta olan çağdaş İslâmî ha­reket, bu gücünü geçmişten almaktadır ve ge­leceğe bakarken bugün elde bulunan bütün imkânlardan faydalanmaktadır. Büyük bîr potansiyele sahiptir ve aydınlık bir geleceği vardır. Çünkü İslâm'ın daha önce gerçekleş­tirdiği mucizeyi tekrarlamaya muktedirdir. Bu mucize, insanları ayaklan sağlamca yere basarken bakışları göğe uzanan, geniş ufuklu, hayvanî arzularını aşmış varlıklar haline ge­tirmektir.

Ancak bu İslâm'ın yalnızca manevî bir İnanç, veya moral arayışı, ya da yerin ve göklerin krallıklarına akıl yoluyla ulaşma çabası oldu­ğu anlamına gelmemektedir. O maddî hadise­leri de bütünüyle kuşatan pratik bir hayat kanunudur. Hiçbir şey onun basiretli gözlerin­den kaçamaz. İnsanları birbirine bağlayan bü­tün değişik ilişki çeşitlerini dikkate alır;

siyasî, iktisadî, sosyal bütün sahalarda uygı kanunlar öngörerek bu sahaları bir nizan sokar ve daha sonra onları insan hayatım uygulamaya geçirir. İslâm'ın icraatlarının t önde gelen özelliği fert ve toplum, akıl sezgi, yer ve gökler, ibadet ve gündelik hay, arasında ve bu dünya ile âhiret arasında, hej si birbirine uyumlu bir bütün olarak örülmt halde duran özgün bir ahengi tesis etmiş o maşıdır.

Bu bölümde İslâm'ın siyasî, iktisadî ve sos yal sisteminin ayrıntılı bir tartışmasını yap mamız mümkün değildir. Ancak diğer bö Iümlerde, Batılı ilim adamları tarafında: İslâm hakkında yayılan yanlış-anlamlarl mücadele edilirken İslâm'ın bu herşeyi kap sayıcı sisteminin Önde gelen özelliklerine ışıl tutulacaktır (Ayrıntılar için bkz, Sîret Ansik lopedisi, c. I). Ancak yine de aşağıdaki ger çekleri okurlarımıza burada sunmayı arzu et mekteyiz:

İlk olarak, İslâm'ın yalnızca ideolojik bir gö­rüş olmadığı anlaşılmalıdır. İslâm, bunun tan: aksine, insanlığın bütün gerçek ihtiyaçların] tamamen takdir eden ve onları gerçekleştir­meye çalışan pratik bir hayat sistemidir.

İkincisi, insanlığın gerçek ihtiyaçlarını karşı­lamak için, İslâm insan fıtratının sınırlarının elverdiği ölçüde mükemmel bir dengeyi faa­liyete geçirir. Fertle başlar, onun bedenî ve ruhî ihtiyaçları arasında bir denge kurar ve hiçbir şekilde bir tarafın diğerine tahakküm etmesine izin vermez. Ruhu yüksek seviyele­re ulaştırma uğruna insanm temel içgüdüleri­ni tamamen hapsetmez. Veya insanm bedenî arzularının peşinde gidip hayvan derekesine düşmesine de müsaade etmez. Bunun aksine, her ikisini de daha yüce tek bir düzlemde bir­leştirir ve insan ruhunun varlığını tehdit eden dahilî psikolojik çelişkileri halleder ve bir kısmının diğer kısımlarına karşı olmasını ön­ler. Buradan hareketle ferdin ve toplumun ih­tiyaçları arasında bir denge kurar. Böylece bir fert başka bir ferde, fert topluma veya toplum ferde tahakküm edemez. Bir sınıf başka bir sınıfa, bir millet başka bir millete tahakküm edemez. İslâm ancak bunların hep­sinin ortasında durur, aralarında çıkabilecek çatışmayı önler ve onları birbirleriyle kenet­lenmeye ve bir bütün olarak insanlığın men­faatine işbirliği yapmaya çağırır.

Böylece İslâm, çeşitli sınıflar ve unsurlar ara­sında meydana gelen sosyal yapıda bir denge vücuda getirir. Maddî kuvvetlerle manevî kuvvetler, iktisadî âmillerle ahlâkî âmiller arasında denge kurar. Komünizmin aksine, İslâm iktisadî faktörlerin yani yalnızca mad­diyatın insan varlığının hakim unsuru oldu­ğuna inanmaz. Ayrıca, bâtınîlerin veya idea­listlerin iddia ettiği gibi ruhî faktörlerin veya yüksek örneklerin insan hayatını düzenleme­de tek basma yeterli olabileceğini de düşün­memektedir. İslâm, insan toplumu diye ad­landırılan yapıyı oluşturan unsurlardan yalnız birini veya ikisini değil, bütün değişken ve çeşitli unsurları ele almakta; en iyi hayat ka­nununun, bütün bunları göz önünde bulundu­ran ve akla ve ruha olduğu kadar bedene de hakkını veren ve bunların tamamını ahenkli bir bütün çerçevesinde tanzim eden bir sistem olduğuna inanır.

Üçüncüsü, İslâm'ın kendine has sosyal bir görüşü ve iktisadî bir nizamı vardır. Bu yüz­den onun bazı tezahürleri zahiren kapitalizme veya komünizme benzeyebilir; ancak, ger­çekte, o bunlardan biri veya diğeri olmaktan beridir. Bu sistemlerin bütün iyi özelliklerini ihtiva eder ama eksikliklerinden veya sapma­larından uzaktır. Ferdiyetçiliği modern Batı­nın karakteristiği olan aşırı ferdiyetçilik dere­cesinde savunmaz. Çünkü bu aşın ferdiyetçi­likte fert sosyal düzenin temelidir ve ferdin hürriyeti her şart altında korunmalıdır; ve bu hürriyete toplum tarafından hiçbir zaman mü­dahale edilmemelidir. Batı'da ferdin kendisi­ni yetiştiren ve koruyan toplum da dahil diğer herkesi kullanabileceği kavramını temel alan modern kapitalizmin yetişmesi, bu tohum sa­yesinde gerçekleşmiştir. İslâm, toplumun önemini belirtmekle beraber bazı Avrupa ülkelerinde şahit olunan aşırılığa da düşm