- Batıl ne zaman zail olur?

Adsense kodları


Batıl ne zaman zail olur?

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Thu 18 November 2010, 02:46 pm GMT +0200
Batıl Ne Zaman Zail Olur?


Sorunun cevabını, pek çoğumuz: “Hakk geldiği zaman” şeklinde veririz. Ancak “Hakk’ın gelmesi ne demektir?” diye sorulduğunda, yine pek çoğumuz, aynı netlikte karşılık veremeyiz. Sahi, Hakk’ın geldiğini nereden anlarız? Bir peygamberin gelip, davetini açığa vurmasından sonra mı? Eğer böyle olsaydı, ilk peygamberden sonra Batıl’ın ilanihaye zail olması gerekmez miydi? Böyle olmadığı için olsa gerek ki, peygamberler tarih boyunca birbiri ardınca gelmişler ve ifsad olmuş, şirke ve küfre sapmış toplumları sürekli Tevhid’e çağırmışlardır. Peki bu ayeti, müşrik Mekke toplumuna hasredebilir miyiz? Yani bu ayetin hükmünü, Kur’an’ın nazil olmasıyla ve ardından Mekke’de hüküm süren Batıl’a dayalı düzenin zail olması gibi özel ve kısmi bir alanla mı sınırlamalıyız? Eğer bu manayı esas alırsak, o taktirde, Hakk’ın evrensel olup-olmadığı meselesi ortaya çıkar ki, bu, bizi daha büyük bir yanlışa götürür. Halbuki biliriz ki, El-Hakk olanın inzal ettiği, Kavl’ül-Hakk olan Kur’an, kıyamete kadar geçerlidir. Peki burada, ‘iman-amel ikilemi’ bazında bir teori-eylem tartışması yapabilir miyiz? Yani acaba “Hakk’ın gelmesi” dediğimiz şeyin, pratikle bağlantısını kurabilir miyiz? Bence kurabiliriz. Nasılını, gelin birlikte tartışalım:

Bugün Müslümanların çokça tartıştığı veya zihinlerini meşgul eden konulardan biri, bunca çaba gösterilmesine rağmen, neden amaçlanan hedeflere ulaşma anlamında somut bir sonuç alınamadığıdır. Somut sonuçtan da çoğunlukla dünyevi ‘başarı’ kast edilir. Yani Müslümanlar, madem ki yeryüzündeki Hakk’ın temsilcileridirler taliplisidirler; o halde, yeryüzüne de onların hakim olması gerekir. Özellikle heyecan-yoğun kişilerde görülen bu anlayış, kimi zaman tehlikeli noktalara dahi varabilir ve genel bir ‘ümitsizlik’ havasının doğmasına sebep olabilir. Bu yanlış anlayışın bir diğer sonucu da, ‘acelecilik’ olarak tezahür eder. Davet, kitlelere derhal ulaştırılmalıdır; aksi taktirde zorlu bir hesap kendilerini beklemektedir. Bu ve benzeri yanlış anlayışlar, doğal olarak ‘ameli yanlışlıklar’a neden olacaktır. Kişi, ya etrafında olup-bitenlere karşı kayıtsız kalacak; ya da ‘hikmetli’ davranmamanın doğal sıkıntılarını yaşayacaktır. Bu durum, kişi bazında yaşanabileceği gibi, toplumsal bazda da yaşanabilir. Yani topluluklar, cemaatler ve toplumlar da benzer yanlış anlayışlara kapılabilir ve benzeri yanlışlıkları yapabilirler. Bu durumda da, kitleler yersiz ümitlere kapılabilirler ve sonucunda da toptan zarar görebilecekleri işler yapabilirler.

Süreci, ‘İslami Hareketler Dönemi’ olarak adlandırabileceğimiz, Müslümanların siyasal güçlerini tümden yitirdikleri dönemden başlatabilir ve bir tahlil çabasına girişebiliriz. Son olarak Osmanlı Devleti’nin de tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, Müslüman toplumlar, siyasal erklerini bütünüyle yitirmişlerdir. Bu, doğal olarak, yeni bir tarz siyaseti beraberinde getirmiştir. Çünkü, Müslümanlar, öteden beri iyi veya kötü bir ‘Şeriat Düzeni’ içinde yaşamış oldukları için, bu yeni durumu içselleştirmeleri de mümkün değildir. İşte İslami Hareketler’in oluşmasının asli sebeplerinden biri budur. Fakat, dikkat edilirse, bu dönemin tartışmaları, kullanılan kavramlar vs. önceki dönemlerden farklıdır. Mesela Mekke-Medine dönemi ayrımı yapılması, ‘cahiliye’ kavramının gündem oluşturması, “Kur’an ve Sünnet” in klişeleştirilmesi fıkhi değil, ‘siyasal’ içerikle tartışılır olması, hep yeni dönemin zorlayıcı dinamiklerinin bir sonucudur. Özetle, Müslümanlar, içine düştükleri durumdan kurtulmanın çarelerini aramakta; ve geçmiş dönemdeki bazı kavram ve kurumların, yeni durumu açıklamakta yetersiz kaldığını görmektedirler. İşte ‘Uyanış’ veya ‘Öze Dönüş’ dediğimiz eğilimin kökeninde, bu temel endişe yatmaktadır. Bu amaçla, Müslümanlar yeni oluşumlara yönelmişler ve farklı yöntemleri de denemişlerdir. Mevcut toplumdan ‘ayrı’ bir örgütlenmenin gerekli olduğunu savunanlar, tıpkı Hz. Peygamber’in Mekke’de yaptığı gibi, bir oluşumun gerekli olduğunu savunmuş ve kurulu düzenin dışında faaliyet gösteren ‘İslami Hareketler’ kurmuşlardır. İran Devrimi örneğinde ise, oluşumun ‘toplumla birlikte’ hareket etmesi, bir yöntem olarak benimsenmiştir. Daha marjinal düzeyde de, ‘hicret’ yaklaşımını benimseyen ve tamamen soyutlanmış bir yaşam tarzını tercih eden küçük oluşumlar da var olmuştur. Her bir deneyimin, ‘başarılı’ veya ‘başarısız’ olduğu noktalar değerlendirildiğinde ise karşımıza şu tablo çıkmaktadır: devrim yapıp, devlet kurulsa bile, Müslümanların, hala temel sorunlarını çözemedikleri bir vakıadır. İşte bu noktada şu soruyu gündemimize almamız gerekir: “bu çözümsüzlüğün asıl nedeni nedir? Acaba biz Müslümanlar, tıpkı Hz. Peygamber döneminde olduğu gibi, Hakk’ı temsil noktasında bir ‘yeterliliğe’ sahip miyiz?” Elbette pek çoğumuz, yetersiz olduğumuz pek çok noktanın olduğunu söyleyip, soruyu geçiştirecektir. Ancak bu soru, daha önemli bir başka ‘nazire’yi içinde barındırmaktadır ki, asıl bunun üzerinde durulmalıdır. Peki bu ‘nazire’ nedir?

“Hakk gelince Batıl zail olur” ifadesini, tersinden okursak, bu nazireyi anlayabiliriz. Yani “Batıl zail olmamışsa, Hakk gelmemiş demektir.” Bu şu demektir: etrafımıza baktığımızda, Batıl’ın zail olduğunu göremiyorsak, Hakk ‘henüz’ gelmemiş demektir. Peki bunca cemaat, bunca vakıf, bunca parti, dernek, dergi vs. çalışıp-çabaladığı halde, Batıl niye zail olmuyor? Cevabı basit, fakat maalesef acıdır: Demek ki, bunca çaba, Hakk’ı temsil noktasında ‘yeterli’ değil. Evet, bu mantık silsilesi sonucunda varacağımız netice budur. Bugün İslam adına faaliyette bulunan gruplar, demek ki, Hakk’ı yeterince temsil edemiyorlar. Edemedikleri için de, arzu ettikleri şeye (buna ‘başarı’ da denilebilir) ulaşamıyorlar. Daha açık söylemek gerekirse, bu tablonun ortaya çıkmasının sebebi, esas itibarıyla Müslümanların bizatihi kendileridir. Müslümanlar, Hakkı temsil etmeyi ‘hak etmedikleri’ için olsa gerek, Nasr’ı da hak etmiyorlar. El-Hakk olan Allahu Teala’da, adaletin gereği olarak, bir ‘hak ediş’ olmadığı için, gerekli ‘ödeme’yi yapmıyor. Eğer Müslümanlar, bu hak edişin sahibi olsalardı, Allahu Teala, onlara ‘hak ettikleri’ni kesinlikle verirdi. Çünkü Kur’an’ın açık beyanı gereğince, Allahu Teala, müminlere ‘borcunu’ tastamam ödeyeceğini bildirmektedir. O halde cehd gösterdiğini, çalışıp-çabaladığını hatta cihad ettiğini söyleyen Müslümanlar! Yaptıklarınıza bir kez daha bakınız. Kendinizi kontrolden geçiriniz. Acaba gönül rahatlığıyla, içiniz rahat bir şekilde, ‘görevlerinizi’ yerine getirdiğinizi söyleyebiliyor musunuz? Sahi, dünyanın hakimi olmayı hak ediyor musunuz ey Müslümanlar!

Bu soruyu, samimi bir şekilde cevaplayacak olursak, şunları kabul etmemiz lazım: evet son asırdaki çabalar, küçümsenmeyecek ölçüde birikimleri ortaya çıkarmışlardır. Fakat bu, Müslümanların attığı bir adıma karşılık Rabbimizin on adım atarak, rahmeti ve yardımıyla desteğini esirgememesi sayesinde olmuştur. Bu birikim, yetmez. Dahası lazımdır. Dahasına ulaşmak için ise, gerek Hakk’ın layık-ı vechile bilinmesi, gerekse, Hakk’ın muarızlarının her türlü iddialarına ‘yetkinlikle’ cevap verilebilmesi gerekir. İşte Müslümanlar, bu noktada yetkinleşmenin gereklerini yerine getirmeye çalışmalıdırlar. Belki enerjilerinin çoğunu bu sahaya hasretmelidirler. Madem ki ameli üreten şeyin iman olduğunu söylüyoruz; o halde dallarla uğraşmaktansa, kök ile uğraşmak lazımdır. Kökü sağlam bir ağaç yetişmesini istiyorsak, ‘söz’ün öneminin bilincine varmalıyız. Söz, amelin kaynağıdır. Söz olmadan, amelin değeri yoktur.

Fakat söylenen her sözü de, elbette ki ‘güzel söz’ olarak nitelendiremeyiz. Kur’an, kökü sağlam ağaç misalini verirken, bu benzetmeyi ‘güzel söz’ için yapmıştır (ki o, evvela vahyi karşılar). Fakat ifade geneldir ve beşerin ‘hakka isabet’ özelliği taşıyan sözleri için de nisbeten geçerlidir. Güzel yazılmış bir nesirin, etkileyici bir şiirin, okuyucusu üzerinde bıraktığı izi silmek kolay değildir. O yüzden, Hakk’ı temsil iddiasıyla çaba gösteren Müslümanların, “sözlerinin eri” olmaları gerekir. Eğer değillerse, seslerinin ‘volumlarını’ iyi ayarlamalıdırlar. Aksi taktirde “yapmadığınız şeyi niçin söylersiniz” ayetine muhatap olurlar. Bu ise, sonuç itibarıyla, bindiğimiz dalı kesmemiz anlamına gelir.

Sözün özü şudur: Batıl’ın zail olması için, esas itibarıyla bir ‘hak ediş’ olmalıdır. Eğer bu yoksa, başarı da olmayacaktır. Hak ediş’in var olup-olmadığını tayin edecek bir şahıs veya kurum olmadığı için, elbette ki Müslümanlar, doğru bildikleri çalışmalarını sürdüreceklerdir. Fakat etraflarına baktıklarında Batıl’ın hala zail olmadığını görüyorlarsa, işte bu, hak edişin gerçekleşmediğini gösterir. Bu durumda yapılacak olan şey ise, özellikle zaaflar ve eksiklikler üzerinde yoğunlaşmak ve bunları gidermek için çaba göstermektir. Konu buraya gelip dayandığında ise, bendeniz hep ‘orijinal İslami dile vukufiyet’ ve ‘düşüncenin okullaşması’ kavramlarına dikkat çekmeye çalışıyorum. Eğer bu noktalarda eksikliklerimizi giderebilirsek, devam eden sürecin daha ileri aşamalarına ulaşabileceğimizi düşünüyorum. Bunun için ise, düşünceyi ‘sistematik’ bir şekilde ifade etmek lazımdır. Henüz bu aşamayı geçemedik. Çaba göstermemiz durumunda, Rabbimizin: “benim yollarımda cehd gösterenlere yollarımı açarım” vaadinin, bizim için de geçerli olacağına inanıyorum.



Kürşat Atalar