saniyenur
Wed 8 June 2011, 10:03 pm GMT +0200
Basralı Mu'tezile İmamlarından Bazıları Sünnetin Delil Oluşunu İnkâr Etmiş midir ?
Muarızlarımızdan birisi, şöyle diyebilir: "Sen, sünnetin hüccet oluşunu isbat için epeyce söz söyledin. Fakat bu konuda vakıa, seni ve kendilerinden nakiller yaptığın kimseleri yalanlamaktadır. Şöyle ki: Allah kendisine rahmet etsin, Üstad Hüdarî'nin (134511927) Târihu't-Teşrî'iUİslâmî adlı eserinde, İmam Şafiî'nin (204/819) Cimâu'l-İlm adlı kitabından yapmış olduğu nakilden, bazı Basrah Mu'tezile imamlarının, sünnetin delil oluşunu inkâr ettikleri anlaşılmaktadır."
Bu konuda asrımızdaki yazarlardan pek çoğu Hüdarî'ye tâbi olmuşlar, onlar da aynı durumu tesbit etmişlerdir.[24]
Hüdarî'nin dediği şudur: "Birinci noktaya, yani sünnetin Kur'ân'ı tamamlayan hukukun temellerinden bir kaynak olmasına gelince; bir topluluk, sünneti tamamen terkedip, sadece Kur'ân'la yetinmişlerdir. "[25]
İmam Şafiî, el-Ümm isimli eserinin yedinci bölümünde "haberleri tamamen reddeden grubun sözlerini anlatma babı" diye özel bir bâb tahsis etmiştir. Orada, onların sözlerini zikretmiş ve bu gruptan, kendisiyle konuşan bir adamın diliyle, onlara birtakım deliller getirmiştir. Adam, kendisine şunları söylemiştir:
Sen, bir Arapaın; Kur'ân da mensup olduğun milletin diliyle inmiştir. O'nu ezberlemeye sen daha müsait ve daha dirayetlisin. O'nda, Allah'ın farz olarak indirdiği birtakım hükümler mevcuttur. Şayet birisi, Kur'ân'm bir harfini değiştirse sen, onu tevbeye davet ediyorsun; adam tevbe ederse kurtuluyor, yoksa öldürüyorsun.
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân'da: "Bu Kitabı, sana, her şeyin bir açıklaması olarak indirdik," (Nahl, 89) buyurmaktadır.
Bu durumda, senin veya bir başkasının, Allah'ın farz kılmış olduğu bir konuda, bazen: "Bu farz, umûmîdir," bazen: "Bu, husûsîdir," bazen: "Bu emir, farzdır," bazen de: "Buradaki emir, delâlet içindir," demeniz, nasıl caiz oluyor?
Sizdeki bu durum, hadislerde daha çok görülmektedir. Bir râvi, diğerinden bir veya birkaç hadis rivayet ediyor. Rivayet zinciri, Hz. Peygamber (s.a.v)'e kadar uzanıyor. Ben, seni ve senin yolunda olanları, karşılaştığınız ve görüştüğünüz veya sizinle karşılaşanlardan benim gördüğüm hiçbir kimseyi, sözü karıştırmak, unutmak veya hadisinde hata etmek gibi kusurlardan temize çıkardığınızı görmedim. Yine sizin, hadis râvilerinin çoğu için: "Falanca, şu hadiste, filanca bu hadiste hata etmiştir," dediğinizi gördüm. Hatta birisi, sizin kendisiyle helâl ve haram hükmü verdiğiniz özel durum bildiren bir hadis için: "Rasûlullah (a.s) bunu söylemedi; ancak siz veya size, bunu rivayet eden hata etmiştir yahut size bildiren yalan söylemektedir," diyecek olsa, sizin onu tevbeye davet etmediğinizi ve onun hakkında: "Ne kötü söz ettin," demekten başka bir şey yapmadığınızı biliyorum.
Peki, zahiren aynı mânâ ve hükmü bildiren Kur'ân hükümleriyle vasfettiğiniz kimselerin verdiği haberleri birbirinden ayırmak caiz midir? Onlarm haberini, Allah'ın Kitabı yerine koyabilir misiniz? Hem siz, onların bir kısmını alıp bir kısmını bırakıyorsunuz.
Hüdarî (1345/1927), kitabında devamla der ki: Sonra hasmı, şöyle dedi: "İçinde, zikrettiğim bu durumlar bulunan haberleri alırken; size, bu haberleri kabul etmenizi kim emrediyor ve onları reddedene karşı deliliniz nedir?"
"Bu durumda ben, içerisinde şek ve vehim bulunan hiçbir haberi kabul etmiyorum. Ancak tek bir harfinde şek ve şüphe etmek caiz olmayan, doğruluğunu, Allah'ı ve Kitabı'nı şâhid tuttuğum haberleri kabul ederim. Yoksa, tam ilim ve yakın ifade etmeyen bir şeyi, öyley-miş gibi kabul etmek caiz mi olacaktır1?"
Hüdarî demiştir ki: "Anlatılan bu sözden ve getirilen deliller den anlaşıldığına göre imam Şafiî'nin muhatabı, sadece râvilerinde hata ve unutmanın bulunabilmesi sebebiyle, kesin ilim ifade etmeyen haberleri reddetmekte, mütevâtir sünnet gibi ilim ifade eden bir yolla sabit olan sünneti reddetmeyip onunla amel etmektedir."
Fakat İmam Şafiî, yukarıdaki görüşü eleştirip reddederken, bazı hatalarım anlayan hasmı: "Bir grup var ki, bizatihi sünneti reddetmekte, bir başka grup da Kur'ân'm açıklaması olmayan sünneti kabul etmemektedir," diye açıkça itirafta bulunarak şöyle devam etmiştir:
"Bu konuda insanlar iki gruba ayrılmıştır. Bir grup, Allah'ın Kitabı'nda bir açıklama olan konuda başka haberi kabul etmemektedir."[26] İmam Şafiî araya girerek:
"Böyle düşünen kimseye ne gerekir? Bu anlayış, onu nereye götürür?" diye sorunca, hasmı:
"işin aslı halledilmiş olmaktadır; bunun için pek sıkıntısı olmayacaktır," demiştir. Bunun üzerine İmam Şafiî:
"Peki, Kur'ân'da, namaz emri geçiyor. Başka haber kabul edilmezse, namazdan ne anlayacağımız ve ne kadar kalacağımızı kim belirtecek? Kur'ân'da, zekât emrediliyor. Peki, zekât neye denir, zekât için en az miktar nedir; bunu kim belirtecek? Kur'ân'da, namaz için kesin ve açık bir vakit belirtilmemiştir. Bir mükellef, biri gündüz, biri gece, günde iki rek'at namaz kılacak olsa kendisine ne gerekir ve ona ne denir?" diye sorunca hasmı:
"Allah'ın Kitabı'nda ne emrediliyorsa farz olan odur; başkası gerekmez ve istenmez," demiştir.
Sonra hasmı, yukarıdaki sözüne devamla: "Bir başka grup da ancak hakkında Kur'ân'da bir açıklama bulunan konularda gelen haberleri kabul etmektedir," demiştir.
Bu iki görüşün bâtıl olduğu açıktır.
Hüdarî demiştir ki: "İmam Şafiî, bize, bu görüşe sahip olan kimseyi açıklamadı. Tarih de bu şahsiyet hakkında açıklama yapmıyor. Ancak İmam Şafiî, Kur'ân'm dışında gelen özel haberi reddedenlerle yaptığı münazarada, bu görüşe - yani haberleri tamamen reddeden mezhebe- sahip kimsenin, Basralı olduğunu açıklamıştır. O zaman Basra, kelâm ilminin yayıldığı bir merkez idi. Mu'tezile mezhebi burada ortaya çıkmış, imamları burada yetişmiş, kitapları bu beldede yayılmıştı. Ayrıca bunlar, hadisçilerle çekişmeleriyle tanınırlar. Herhalde, bu görüşün sahibi de onlardandır." İbn Kuteybe'nin (276/889), Te'vilu MuhtelefVl-Hadis isimli eserinde gördüklerim de bu kanaatimi kuvvetlendirmektedir. O, kitabının başında şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ, seni, tâatıyla hoşnut, bereketiyle himaye etsin. Seni, hakk yolda rahmetiyle muvaffak ve ona ehil yapsın. Gönderdiğin yazıyla, bana, tesbit ettiğin bazı şeyleri bildiriyor sun. Onlar, kelâmcıların hadisçileri ayıplamaları, onları küçük düşürmeleri, kitaplarında onları fazlaca kötülemeleri, yalan şeyleri nakletmek ve çelişik haberleri rivayet etmeleri yüzünden onlara ağır konuşmaları gibi hallerdir. Sonuçta, ihtilâf vâki oldu. Birbirini ayıplama çoğaldı. Aradaki bağlar koptu. Müslümanlar, birbirine düşman oldu. Birbirini küfürle suçlamaya başladı ve her grup, fikrini destekleyen bir hadise dayanıp kendi görüş ve mezhebine bağlandı."
Hüdarî, devamla der ki: "İbn Kuteybe, sonra, birbirine muhalif grupların tutunduğu hadisleri sıralayıp peşinden, kelâm âlimlerinin beliğlerinden Nazzâm (221/835) ve Câhız'dan (255/869) rivayet edilenlere benzer, sünnet ehline yapılan şiddetli itirazları kaydetmiştir. Sonra, ikinci bölümde, kelâmcılara yaptığı kınamaları ve ayıpladığı noktaları zikretmiş, bu hareketine kelâmcıların, kıyası iyi bildikleri, sağlam düşürtce ve geniş mütâlâa vasıtalarına sahip olduklarını iddia etmelerine rağmen insanların en fazla ihtilâfa düşen grubu olmalarını sebep göstermiştir. Öyle ki; Ebû Hu-zeyf Hallâf (230/844), Nazzâm'a (221/835) muhalefet etmekte, en-Naccâr ikisine ters düşmekte, Hişam b. el-Hakem (148/765) Naccâr'ın aksini söylemekte, aynı şekilde Sümâme b. Eşref (213/828) bir öncekilere zıt bir görüş ileri sürmekte ve bu, böyle devam edip gitmektedir. Sonuçta, her birisinin, dinde kendi görüşüyle amel ettiği bir mezhebi ve bu mezhep üzerinde kendisine tâbi olan taraftarları oluşmuştur.
İbn Kuteybe, daha sonra Nazzâm'ı kötü bir dille vasfetmiş, ashabının kendini kötülediği noktalan saymış ve icmâya ters düştüğü bazı fıkhı meseleleri zikretmiştir. Meselâ, Nazzâm'a göre kinaye lafızlarıyla yapılan boşama geçerli değildir; söyleyen, boşamaya niyet etse bile hüküm aynıdır. Hangi hâlde uyunursa uyunsun uyku, ab-desti bozmaz v.s.
Sonra Nazzam'ın kusurlu bulduğu Sahabe fakihlerinden ileri gelen zevatı zikredip, onlar hakkındaki yanlış değerlendirmeleri düzeltmekte, peşinden Ebû Huzeylî'yi ele alıp onu da kötü bir şekilde tanıtmakta, arkasından TJbeydullah 6. el-Hasenî (Ö.168)'yi değerlendirmektedir. Bu şahıs: 'Hangi mezhepten olursa olsun, bütün müçtehidler, görüşlerinde isabet etmişlerdir,' demektedir."
İbn Kuteybe, daha sonra ehl-i rey'e geçiyor; onların da çelişkilerini dile getiriyor ve ilk olarak Ebû Hanîfe'yi (r.h) ele alarak nas-lara muhalif olarak hükme bağladığı bazı meseleleri zikrediyor. Sonra Câhız'a (255/869) geçiyor, onun da ehl-i sünnete karşı sarfettiği alaylı ifadelerini ve onların birçok rivâyetleriyle alay edişini kaydediyor.
Sonra hadisçileri ele alıyor; onları, müslümanlara has Övgülerle vasfediyor ve şu değerlendirmeyi yapıyor: "Hadisçilere hücum edenler, onları, zayıf hadisleri naklettikleri ve zararlı olan garip hadisleri topladıkları için ayıplamaktadırlar. Halbuki hadisçiler, zayıf ve garip hadisleri doğru kabul ederek nakletmiş değillerdir. Bilakis, birbirinden ayırmak ve her ikisini de belirtmek için çürüğü ile sağlamını, sahihi ile zayıfını biraraya getirmişlerdir. Onların yaptığı budur."[27]
Daha sonra, kelâmcıların, birbirine veya Kur'ân'ı Kerîm'e zıt zannetikleri hadisleri incelemeye ve muhaliflere cevap vermeye geçmektedir ki, kitabını yazma sebebi de budur.
Hüdarî (1345/1927) demiştir ki: "Bundan anlaşılıyor ki, bazı şaşkın ve gafil kelâmcüar, İmam Şafiî'nin (204/819) risalesini yazdığı asırda veya ondan az önce, hadisçilere düşmanlığa başlamışlardır. Kelâmcıların çoğu da Basra'da idi. Bu durum, imam Şafiî (r.h) ile münazaraya giren şahsın da bunlardan birisi olduğunu te'yid etmektedir.
Sonra Hüdarî şu neticeyi çıkarıyor: Bu görüş, hadisçilerin de-lillerindeki kuvvetini ortaya çıkarmakta ve sünneti, Kur'an'dan sonra islâm Hukuku'nun temellerinden birisi olarak kabul eden mezhebi desteklemektedir."
Gördüğün gibi Hüdarî, İmam Şafiî'nin (r.h): "Bazı imamlar sünnetin delil oluşunu inkâr ediyor, bunlar Basralıdır" sözünden, bu kimselerin, Mu'tezile fırkasına mensup olduğunu anlıyor ve bu kanaatini de Ibn Kuteybe'den naklettiği sözlerle destekliyor.
Ben derim ki: Aslında, İmam Şafiî'nin ve onunla mücadeleye giren kimsenin sözünde, kesin ve zannî olarak, bazı imamların bizatihi sünnetin delil oluşunu inkâr ettiğini ifade edecek bir mânâ yoktur. Bu kimselerin inkârı, ancak sünnetin Kur'ân gibi her yönüyle tam olarak tesbit edilmesinin mümkün olmayışından kaynaklanmaktadır. Bu durumda o kimse, haber-i vahidi ve mütevâtiri reddetmektedir. Ona göre bunlar, tam ve kesin ilim ifade etmemektedir. Bu sebeple, Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olan hadisler, ister Kitab'ı açıklasın, isterse onda olmayan bir hükmü tek başına ortaya koysun, aynıdır.
Mütevâtiri reddedeni ele alalım: Gerçekten, İmam Şafiî ile münazaraya giren kimse, onun getirdiği deliller ile ikna olduktan, sonra, bu konuda ashabının iki görüşe sahip olduklarım, bunlardan birisinin, Kur'ân'da bir açıklama bulunan konularda gelen haberleri kabul etmediğini söylemiştir. İmam Şafiî, kendisine:
"Böyle düşünene ne gerekir?" dediğinde, adam:
"Bu, onun işlerini büyük ölçüde halleder," demiş. Bunun üzerine İmam Şafiî, adama :
"Peki, namazın ne ve nasıl olduğunu, t-ek'atlarının, en azının ve en çoğunun ne kadar olduğunu, vakitlerini v.s. bize kim bildirecek? Kur'ân'da, namaz emri ve vakitlerini bildiren kapalı beyânlar olduğu halde, sünnet olmadan, bu durumları nasıl tesbit edeceğiz?" şeklinde, daha önce geçen sorulan sorunca muarız, ilk inadından vazgeçerek bu görüşe sahip olanların, mütevâtir sünnetle sabit olan namazın rek'atlarımn adedi konusunda'bir şey diyemediklerini itiraf etmeye mecbur kalmıştır.
Kitab'ı açıklayan hadisleri inkâr edene gelince, daha önce geçtiği gibi bu adamın iddiası şudur: Kur'ân'm tesbiti, kafidir. Tek harfini inkâr eden kâfir olur. Kat'î ve kesin olan bir şeyin başka bir şeyle açıklanması mümkün değildir. Sünnetin tesbiti zannî olduğu için delâlet yönünden lafızlar arasında fark vardır. Ve onun sübûtunu inkâr, küfrü gerektirmez. Bu durumda mütevâtir ve Kitab'ı açıklayan sünnetle amel etmek caiz olmayınca, haber-i vâhid ile müstakil hüküm bildiren sünnetle amel hiç caiz olmaz.
Bu anlayış, bütün haberleri red mânâsı taşımaktadır. Bu kimseye göre râviler, tevatür adedine ulaşsalar bile kendilerinde hata, yanılma ve yalan ihtimali olduğu için bütün haberleri reddetmektedir. Anlaşılıyor ki bu kimse, bizatihi sünneti ve onun delil oluşunu inkâr etmiyor, yanılıyor ve onun tesbitindeki şüphelere takılarak bütün rivayetleri inkâr ediyor. Bu adam, Hz. Peygamber (s.a.v)'in zamanında yaşasaydı, O'nun sözünü işitip fiilini görseydi, bu inkâra gidemezdi.
Bundan sonra, İmam Şafiî (r.h) ile onunla münazaraya giren şahsın sözlerinden yukarıdaki görüşümüzü ifade eden parçalar sunacağız:
Üstad Hüdarî, şunu ifade etmiştir: "Anlatılan söz ve getirilen delillere bakacak olursak; muarız, sünnetin delil oluşunu inkâr etmemektedir."
Ancak Üstad, daha sonra hasmın, İmam Şafiî'nin delilleriyle ikna olduktan sonra söylediği şu sözüne takılmıştır: "Bu konuda insanlar iki gruba ayrılmaktadır: Birisi, Kur'ân'da açıklama bulunan bir konuda, hiçbir haberi kabul etmemektedir..."
Ben derim ki, hasmın bu sözünden: "Vakıada, Allah'ın Kita-bı'ndan başka hiçbir delil yoktur. Çünkü O, hükümleri açıklamada, diğer bütün delillerden bizi müstağni kılmaktadır. Bizatihi sünnete gelince; aslen ister açıklayıcı olsun, ister müstakil hüküm ortaya koysun, o, bir delil değildir," mânâsı anlaşılmaz. Gerçi Hüdarî böyle anlamıştır ama asıl mânâ şudur: "Vakıada, sünnet bir delildir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'i görmeyen bir kimse için mütevâtir haber dahil, bütün haberlerde, râvilerin hata ve yalan ihtimali sebebiyle haberin, Rasûlullah (a.s)'dan geldiği tam kesin olmadığı için onunla herhangi bir hüküm ortaya koymak sahih değildir. Bu durumda o kimseye, mecburen, sübûtu kesin, tek kaynak olan Kitab'a dayanması ve sadece ondaki açıklamalara güvenmesi gerekmektedir. O zaman Allah (c.c), tam tesbit yapmaktan âciz kaldığı için o kimseyi, sünnet gibi başka bir açıklayıcı ile mükellef tutmaz. İnsan ancak bildiği ile mükellef olur." Tabiî ki bu hükümler, muarızın zan ve iddiasına göredir. Muarızın: "Allah'ın Kitabındaki açıklamalarla mükellefiz," sözünün mânâsı: "Bizim için uymamız gereken Allah'ın Kitabında olanlardır. Sünnetin beyânlarına gelince, onu tam olarak elde etme ve öğrenme imkânımız bulunmadığı için ona tâbi olma yükümlülüğü üzerimizden düşmektedir," demeye gelir.
Eğer sen: "İmam Şafiî (r.h), Hüdarî'nin nakletmediği delilleri serdederken, sünnetin delil olduğunu gösteren birtakım âyetler zikretmiştir. Bu, ancak hasım, bilhassa sünnet hakkında çekişmeye girerse yapılır. Halbuki hasım, onunla sünnetin bazı yönlerinde mücadeleye girmiştir," dersen, derim ki: "İmam Şafiî (r.h), bununla, Peygamber (s.a.v)'e ait haberle amelin vâcib ve râvilere güvenmenin gerekli olduğunu isbata zemin hazırlamayı kasdetmiştir. Şöyle ki; hasma önce şunu isbat etmiştir: Sünnetin delil ve kaynak oluşu, sadece Hz. Peygamber (s.a.v)'le aynı asırda yaşayanlara has değildir. Bilakis o, onlara ve onlardan sonra kıyamete kadar gelecek kimselere bir delil ve kaynaktır. Sonra hasma, Cenâb-ı Hakk'ın, Sahabemden sonra gelenlere, sünnetle ameli vâcib kılmasını ve sünnetin tesbitini ancak rivayet yolu ile öğrenebileceğimizi açıklamıştır."
Bunu, âyetleri zikrettikten sonra, cidalin asıl maksada çevrilmesi göstermektedir. Ayetleri dinleyen hasım şöyle demiştir: "Kur'ân-ı Kerimde bize farz kılınan, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bize emrettiğini almak ve nehyettiklerinden de vazgeçmemizdir."
İmam Şafiî (r.h), diyor ki: Ben, adama:
"Bu farz, bize, bizden öncekilere ve sonrakilere aynı mıdır?" dedim. Adam: "Evet," dedi. Ben: "Bu, bize, Rasûlullah (a.s/ın emrine uyma konusunda bir farzdır. Bu durumda Allah Teâlâ, bir şeyi farz kılınca bize, onu alacağımız kaynağı da göstermiştir, diyebilir miyiz?" dedim, adam: "Evet," dedi. O zaman ben:
"Peki, Allah Teâlâ'nın, Rasûlullah (a.s)'ın emirlerine uyma konusundaki farzını yerine getirmek için sen veya Hz. Peygamber (a.s)'i görmemiş bir başkası, Rasûlullah (s.a.v)'dan gelen haberlerden başka bir yol bulabilir mi? Aksi takdirde, bu emire nasıl imtisal edilecektir?" dedim.[28]
İbn Haz m (456/1062) da el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm kitabında, sünnetin delil oluşunu isbat ederken, bu usûlden hareket etmiş ve delil olarak önce şu âyeti zikretmiştir:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere ve aranızdan seçtiğiniz idarecilerinize de itaat edin. Herhangi bir konuda çekişmeye düştüğünüzde, onu, Allah'a ve Rasûlü'ne götürün. Eğer, Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız; böyle hareket edin." (Nisa, 59)
Daha sonra şöyle demiştir: "Açıktır ki; bir meseleyi Allah ve Rasûlü'ne götürmek, onu, Kur'ân'a ve Hz. Peygamber (s.a.v)'den gelen hadislere arzetmektir. Bütün ümmet, bu hitabın, Hz. Peygamber (s.a.v)'in zamanında yaşayanlarla, bizden önce ve Efendimiz'den sonra gelenlere yönelik olduğu gibi bize ve bizden sonra kıyamete kadar gelecek insan ve cin, herkese ait olduğu ve aralarında hiçbir fark bulunmadığı konusunda ittifak halindedir."
Kesin olarak bilmekteyiz ki, bizim, Rasûlullah (a.s) ile yüzyüze görüşme imkânımız yoktur. Hatta bir bozguncu çıkıp da: "Bu hitab, sadece Rasûlullah (a.s) ile karşılaşıp görüşmesi mümkün olanlara aittir " diyecek olsa bile bu fitnecinin, Allah Teâlâ hakkında, bunu söyleme imkânı olmadığı açıktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v)'den başka, hiçbir kimsenin, Allah Teâlâ ile konuşmasına -bu mânâda-imkân yoktur. Öyleyse bu düşünce bâtıldır. Gerçekte, yukarıda zikrettiğimiz âyette geçen bir dâvayı Allah ve Rasûlü'ne götürmekten maksad, ancak onu Allah'ın kelâmı olan Kur'ân'a ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in asırlar boyu, bize kadar nakledilen sünnetine (sözlerine) arz etmek ve meseleyi bunlarla halletmektir.
"Hem âyette, Hz. Peygamber'le karşılaşma veya konuşmadan bahsedilmemektedir ve buna delil de yoktur. Ayette geçen, sadece 'dâvayı götürme' emridir. Malumdur ki, bu götürme, bir hakem tayin etmedir. Allah Teâlâ'nın ve Rasûlullah (a.s)'ın emirleri, yanımızda mevcuttur. Hepsi, bize nakil yoluyla gelmiştir. Ayet-i kerîme, aramızdaki meseleyi bunlara arzedip onlarla çözmeyi emretmektedir. Herhangi bir zorlama yapmadan ve âyetin zahirine ters düşmeksizin, anlaşılan budur."
Bununla birlikte aradaki ihtilâf, sadece Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet ve nakil yoluyla gelen haberlerle amelin vâcib olup olmayışındadır. Yoksa, bizatihi sünnette değildir. Bunu, şuradan anlıyoruz:
imam Şafiî (r.h), âyetlerle istidlal etmeden önce hasmın, sünnetin hüccet oluşunu kabul etmeyen görüşünü iptal etmiş ve ona bunun gereğini itiraf ettirmiş, o da İmam'ın anlattıklarıyla ikna olup görüşünden vazgeçmiştir. Ancak muhâtab, bu konuda daha fazla delil istemiş, o da bu konudaki ilgili âyetleri ve gerektirdiği hükümleri zikretmiştir.
Allah kendisinden razı olsun ve ilmi ile ümmeti menfaatlendir-sin, İmam Şafiî'nin konuşması şu minvalde devam etmiştir: Muhatabıma dedim ki: "Kim, Allah'ın Kitabı'nın indiği dili ve Allah'ın hükümlerini iyi bilirse, bu bilgisi onu, sâdık ve sağlam kimselerin, Hz. Peygamber (s.a.v)'den naklettiği haberleri almaya ve O'nun, Allah'ın hükümlerindeki farklı beyânlarını kabule ve bu arada Rasûlullah'ın konumunu anlamaya götürür. Çünkü sen veya bir başkası -bizzat Rasûlullah'ı (a.s) - görerek, O'nun husûsî ve genel hüküm bildiren haberlerini, kendisinden dinlemediniz ve buna, rivayetten başka bir yol da yoktur."
O da: "Evet, böyledir," dedi. Ben:
"Sen, söylediğin şekilde hareket edince, onları bir kere daha tekrar ettim," dedim. O:
"Rasûlullah'ın haberlerini kabul konusunda, ortaya konan delil karşısında beni bu şekilde mi buldun? Senden daha fazla delil isteyişim, kendim için değildir. Hem sana muhalefet edene karşı delil ortaya koyuyor, hem de birinin kendi sözünden vazgeçip senin sözüne dönmesi, bana hoş geliyor," dedi.
İmam'ın, "Çünkü sen, Hz. Peygamber (s.a.v)'i görmedin," sözünü düşünürsen, ortaya şu çıkar: Gerçekten hasım, eğer bizatihi Hz. Peygamber (s.a.v)'i görseydi ve sözünü işitseydi, gördüğü ve duyduğu hükümlerle amel etmenin kendine vâcib olacağım itiraf etmiştir. İmam Şafiî (r.h) de Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilen özel ve genel hükümlerin, bizatihi onu görmek yerine geçtiğini, dolayısıyla onlarla amelin vâcib olduğunu söylemiştir.
Eğer hasım, bizatihi Rasûluîlah (a.s)'ı görme durumunda da sünnetle amelin vâcib olduğunu inkâr etmiş olsaydı, bu durumda, o delilleri serdetmeden önce, âyetlerle delil getirmek gerekirdi. Fakat durum, bu noktada değildir. Hasmın, âyetleri delil getirmesi konusunda İmam Şafiî ile münakaşaya girmesi, sünnetin delil oluşunu inkâr için değil, sadece -özellikle- bu âyetlerin, sünnetin delil oluşuna delâlet edip etmediğini anlamak içindir. İmam Şafiî'nin (r.h), Cimâu'l-İlm kitabının başında zikrettiği şu sözler, sünnetin delil oluşunda hiçbir çekişmenin olmadığım göstermektedir. Orada demiştir ki: 'İnsanların ilim ehli dediği veya kendisini ehl-i ilim gösteren hiçbir kimsenin, Allah Teâlâ'nın, Rasûlullah'ın emrine ittibâ ve hükmüne teslim olmayı farz kıldığında muhalefet ettiğini işitmedim. Gerçekten, Allah Teâlâ, O'ndan sonra gelen herkese, kendisine uymayı emretmiştir. Allah'ın Kitabı.ve Rasûlü'nün (s.a.v) sünnetinden başka hiçbir kimsenin sözü bağlayıcı değildir. İkisinin dışındaki sözler, ancak onlara tâbidir. Onlara uyarsa kabul, uymazsa reddedilirler. Allah Teâlâ'nın, Hz. Peygamber (s.a.v)'in haberlerinin kabulü konusundaki farz emri, bizimle, bizden önceki ve sonrakilerle aynıdır."
"Rasûluîlah (a.s)'ın haberlerinin kabulünün farz ve gerekli olması konusunda, sadece bir grup ihtilâf etmiştir. İnşaallah, onların sözlerinden ileride bahsedeceğim."
İmam Şafiî (r.h), bu sözlerinde, birkaç meseleyi dile getirmiştir:
1- Rasûluîlah (a.s)'m emrine ittibâ ve hükmüne teslim olmak vâcibdir.
2- Hiçbir halde, Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün sünnetinden başka, herhangi bir söz bağlayıcı değildir. İki kaynak dışındaki sözler, onlara tâbidir.
3- Allah Teâlâ, İmam Şafiî'nin asrında, ondan Önce ve sonra yaşayan herkese, Rasûluîlah (a.s)'m haberlerini kabul etmeyi farz kılmıştır.
Sonra, senin de gördüğün gibi İmam, muhalefeti anlatırken, son meseleyi tek başına zikretmiş ve "Haberlerin kabulünün farz ve gerekli oluşunda, sadece bir fırka muhalefet etmiştir," demiştir.
Şayet, birinci şıktaki hüküm -yani, ittibâ ve hükmüne teslim olma- ihtilâf konusu olsa'ydı, o zaman: "Rasûluîlah (a.s)'ın emrine ittibâ, hükmüne teslim ve ondan gelen haberleri kabul etmenin farz ve gerekli oluşunda sadece bir fırka ihtilâf etmiştir," derdi. Hatta böyle de demeyip sadece: "Rasûluîlah (a.s)'dan gelen haberleri kabul etmenin farz oluşu, bize, bizden önceki ve sonrakilere birdir; ancak bir fırka hariç..." demiş olsaydı, hepsinden daha kısa olurdu.
Fakat bu kısa ibare, bütün zikrettiği meselelere de sirayet edeceği için bu durumu defedecek uzun ve ayrıntılı ifadeleri tercih etmiştir. Çünkü ihtilâf, bu son şıkta olmuştur. Yoksa, Rasûluîlah (a.s)'m emrine ittibânm vâcib olmasında ihtilâf yoktur.
Sonra, konuyu daha da açarak şöyle demiştir: "Sonra kelâmcı-lar, Rasûluîlah (s.a.v)'ın haberlerinin tesbiti konusunda farklı görüşlere ve gruplara sahiptir. Bunlardan başka, fıkıhçılar da bu konuda farklı gruplara ayrılmıştır.
Bazıları ise tamamen taklid, basit görüş, gaflet ve acilen bir yere baş olma hastalıklarına mübtelâ olmuşlardır. Tanıdığım, her grubun sözlerinden bir kısmını, asıl hallerini gösterecek bir misal olsun diye, sana nakledeceğim, inşaallah."
Bir noktaya dikkat çekelim: İmam'ın: "Sonra kelâmcılar, Rasûluîlah (a.s)'dan gelen haberlerin tesbitinde farklı görüşler ileri sürdüler" sözüne baktığında, aradaki hilafın, sadece haberlerin tesbitinin mümkün olup olmadığında olduğunu, yoksa sünnetin delil olmasında olmadığını görürsün.
Bu konu, böylece açıklanmış oldu; bir de şu nokta var: İmam Şafiî (204/819), Risâle'sin&e yaptığı gibi sünnetin delil oluşu konusunda açıklama yaparken "haber" kelimesini kullanmayıp, sadece "sünnet", "Rasûlullah'm emri", "fiili" veya benzeri bir kelimeyle ifade etmektedir. Sünnetin geliş yolu hakkında konuşmak istendiğinde ise burada yaptığı gibi "Rasûlullah'dan nakledilen haber" ifadesini kullanmaktadır. Buradaki ifadelerinde, sünnette ihtilâfı gösterecek bir tabir bulamazsın. İhtilâf olduğu yerlerde "sünnet" değil, "haber" tabirini kullanmaktadır.
Kitabımızın ikinci bölümünde, İmam Şafiî'nin, müslümanların icmâına dayanarak sünnetin delil oluşu konusundaki açıklamasını nakledeceğiz.
[24] Târihu't-Teşrîi'l-îslâmî, 202, 203; Üstad Abdulvehhab Hallaf, Mecelletü'l-Kânun ue'l-İkti-sad'da 5, "islâm'da Üç Asıl Delil" adı altında yayınlanan değerli araştırmasında bu konuya değinmiş (s. 600). Üstad Muhammed Ebû Zehra, "Mülkiyet ve Akid Nazariyesi" adlı kitabının mukaddimesinde, aynı görüşe yer vermiştir (s. 26). Fakat Ebû Zehra, İmam Şafiî'nin sözünden anlaşılanın, "Mutezileden bazıları. Kur'ân'ı açıklayıcı olmayan sünnetle hüküm çıkarmayı inkâr etmektedir," şeklinde olduğunu kaydetmiştir.
[25] Hudarî, a.g.e.; 195-199.
[26] Şâfıî, el-Ümm, VII, 202; Cimâu'l-İlm, 28-29.
[27] İbn Kuteybe, a.g.e., 62-71.
[28] Bu münazaranın detayı için bkz. el-Ümm, VII, 251, Cimâu'l-İlm, 18-21.