saniyenur
Thu 19 July 2012, 11:22 am GMT +0200
Barış Ve Huzurun Reçetesi
Allah'ın Rasûlü Muhammed insanlara gerçek ve kalıcı bir sulh ile kalbî itminanı temin edecek reçeteyi sunmuştur. Umumiyetle İnşanoğlu bu dünya hayatının meşguliyetlerine boğulduğu ve sayısız problemle yüzyüze kaldığı için huzurlu anlarının çok kısıtlı olduğunu düşünür. Muhtelif sahalarda gece gündüz hayatın güçlüklerini göğüslemeye çalışırken, her adımda uykularını kaçıran ve hayatı çekilmez kılan meseleler ve engellerle karşılaşır. Bu sefil durumun hiçbir çıkışım da bulamaz. Kişi ilmî liyakat ya da meslekî eğitim uğrunda yoğun çaba gösterirken seçtiği sahada yükselmeyi hedef edinmiştir. Böylelikle huzur ve sükûn dolu bir hayat ve bu hayatın nimetlerini beklemektedir. Ancak bu kadar sıkı çalışmadan sonra önü açık olan ve çok iyi imkânlar sağlayan, rahat bir hayatı temin eden iyi bir mesleğe sahip olduğu halde söz-konusu kişi aradığı huzur ve zihnî rahatlığı hâlâ bulamamıştır. Kişi o nâdir unsurun arayışı içinde her yolu dener -tatillere çıkar, sosyal klüplere üye olur, faaliyetlere katılır ve türlü biçim ve tarzda çok güzel vakitler geçirir- ne var ki bütün bunlar kendisine bir tatmin getirmemiştir. Herkesin mutlu ve huzurlu bir hayat için temel ihtiyaçlar olarak mülahaza ettiği imkânları elinde tutan kişi hâlâ zihnini rahatlatabilirle arayışı içindedir. Halbuki işin başında bunu, elde edilecek maddî imkânların tabii bir neticesi olarak görüyordu.
Bir medeniyetin, bağlılarına hayatın bütün lükslerini, fizikî ve maddî nazlarını sunduğu halde onlara gerçek mutluluk ve zihnî huzuru sağlayamaması o medeniyetin hayata dengesiz yaklaşımının neticesidir. Çok güç ve karmaşık görünen problem aslında bir benzetmeyle kolayca açıklanabilir. Devlete karşı, sözkonusu devletin yasalarına ve hâkim otoritesine karşı açıkça başkaldırmış bir âsi o devletin sınırlan dahilinde hiçbir yerde katiyetle salim bir kafayla yaşayamaz, İstediği kadar lüks ve müreffeh bir yaşantısı olsun, elinde istediği kadar kullanabileceği imkânlar olsun, istediği kadar maddî haz içinde bulunsun, bir an için bile zihnî sükûnete kavuşması sözkonusu olamaz. Hatta polis ve yasalar peşinde olduğu için bir yerde uzun bir süre dahi kalamaz. O kaçmakta, yasalarsa amansızca kendisini takip etmektedir.
Maddî zenginlik kaynaklarının getirdiği haz ve imkânlar içine gömülmüş ve ruhunun ihtiyaçlarına karşı aldırmaz ve umursamaz bir tavır içinde bulunan bir şahıs da benzer konumdadır. Zira manevî Yasa kendisine uyması için sözkonusu şahsı sürekli biçimde sıkıştırmaktadır. Ancak belirtilen şahıs ne Yaratıcısının şuurundadır, ne de O'nun var olduğu fikrine pek itibar etmektedir. Kendini tümden fizikî benliğine ve bu benliğin ihtiyaç ve taleplerine vermiş, ruhunun talep ve ihtiyaçla-nndan ise devamlı kaçar haldedir. Bu anlamda o kişi kendi tabiatı içinde bir âsidir ve buradan uzaklaşarak huzurlu bir hayata kavuşması da mümkün değildir.
İnsan ve insanlık tarihinin şöylece bir tetkiki bile insanın sahip olduğu ruhî ve manevî hayatı ile hayvanlardan ve âlemdeki diğer unsurlardan farklı olduğunu gösterir. Fizikî ve maddî ihtiyaçları itibariyle insanoğlunun hayvanlar ve kâinattaki diğer unsurlarla aynı düzeyde olduğu doğrudur; Diğerleri gibi fizikî kanunlara uymak durumundadır. Bedeni gıda ve barınak İhtiyacı duyduğu gibi neslinin devamı için dahi hayvanlar gibi tabiatın kanunlarına bağlıdır. Doğumdan itibaren, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık ve ölüme değin bütün hayatı boyunca kati biyolojik kanunlann denetimi altındadır. Bu açıdan insanoğlu kâinatın küçük bir cüzüdür ve onun diğer bütün unsurları gibi tabiî kanunlann kaydı altındadır.
Buna göre, fizikî olarak, kişi tabiat kanunlan-nın (yani âdetullah'ın) itaatkâr bir kuludur. Diğer bir ifadeyle, fizikî bedeni gözönüne alındığında kişi Müslüman olarak isimlendirilebilir, zira Arapça İslâm kelimesi âlemlerin Rabbi karşısında "teslimiyet", "boyun eğme", ve 4Jitaat" gibi mânâlara gelmektedir. Âlemdeki herşey Allah'a ve Onun Şeriatine toptan teslimiyet ve itaat içindedir. Hiçbir şey kendine çizilen yoldan bir santim dahi kayamaz. İnsanoğlu da dahil olmak üzere herşey bu Şe-riatin sıkı kaydı altındadır. Kur'ân bu Kanunun işleyişim şu sözlerle ifade eder:
"Andolsun, onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim (sizin yararınıza çalışmak için) boyun eğdirdi?' desen; 'Allah' derler. O halde nasıl Allah'ın (birliğinden) döndürülüyorsunuz?" (29: 61).
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." (45:13).
"Güneş de, ay da (belli) bir hesap iledir. Necm (bitkiler, yıldızlar) ve ağaçlar (Allah'a) secde etmektedirler. Göğü yükseltti ve mîzânı koydu. Tartı(mîzan)da taşkınlık edip dengeyi bozmayın." (55: 5-8).
Bu âyetlerde kâinatın Yaratıcısının koyduğu Tabiat kanunlarının işleyişi tarif edilmiştir. Herkes bu kanunlara tâbi ve onlara itaat etmek durumundadır. Bir diğer ifadeyle, tabiatı gereği herkes 'Müslümandır', zira herkes tabiat kanununa bağlı olup fizikî varlıkları ve varlıklarının hareket ve işlevlerine Yaratıcılarının kanunları tarafından sıkı biçimde hük-medilmektedir.
İslâm aynı zamanda "barış" anlamına gelir. Bu şu demektir: 'Tabiatın kanunlarına uyanlar bedenen ve zihnen kurutuluşu gerçekten elde ederler. Bütün kâinat tabiat kanunlarına tama-mıyle teslim olması sebebiyle sulh ve güvenlik içindedir. Şayet insanoğlu da bedenî ve zihnî sulhe varmak istiyorsa beden ve zihin olarak bütün benliğini Rabb'ine ve Onun kanunlarına vermek zorundadır.
Ancak insanın konumu hayvanlardan ve cansız varlıklardan farklıdır. Bedenî ve fizikî hayatı tümden tabiat kanunlarıyle kayıtlıyken ruhu ise ahlâk ve maneviyatın tesir sahası içindedir. Hayvanlar ve kâinattaki diğer unsurların aksine insan düşünme yeteneği ve akıl ile donatılmış ve hür irade verilmiştir. Diğer yaratılmışların aksine insan iyi ya da kötü kendi fiil çizgisini kendi tercihiyle belirlemek serbestisindedir. Ve bu tercih sebebiyle kişi yeryüzündeki faaliyetleri için Hesap Günü Allah katında sorumlu olacaktır.
Kur'ân insanın hür iradesine ve bunun neticesine şu beyanıyla işaret eder: "Nefsini temizleyen iflah olmuş, onu kirletip örten, ziyana uğramıştır." (91: 9-10).
Hem maddî ve hem de manevî olmak üzere insan hayatının her iki unsuru da değişik önem taşır. Bedenî varlık gözönüne alındığında, kişi aynı diğer yaratıklar gibidir. İstese de, istemese de tabiat kanunlarına tâbidir (yani bir Müslümandır). Ancak hayatın manevî boyutu itibariyle hayır ya da şer yollarından birini seçmekte hürdür. Kendi serbest iradesinin rol oynadığı bu alanda İlahî Rehberiyeti benimseyen kişi kendi iradesiyle Allah'ın Şeria-tine teslimiyet ve itaatin meyvelerini, Kur'ân'da (55: 5-8 ve 91: 10-11) da beyan buyrulduğu üzere tam bir huzur-sükûn ve zihnî tatmin biçiminde elde edecektir. İlahî Rehberiyeti reddederek kendi hevâ ve hevesine ve başkalarının şeytanî yollarına uyan, böylelikle kendi kendine zulmeden kişi ise, ne yaparsa yapsm ve ne kadar maddeten zengin olursa olsun katiyetle salim bir kafaya sahip olamayacaktır. Sahip olduğu yüksek teknoloji veya ay ve güneş ötesine geçmeyi başaran araştırmaları ona zerre kadar kalbî ve zihnî huzur ve tatmini sağlayamayacaktır. Zira o kendi fıtratına zıt bir eylem içerisindedir. Bu nedenle inançsızlık (yani, küfür) aynı zamanda zulüm "gücün haksız ve acımasız biçimde kullanılması" kelimesiyle eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Bir şeyi âdil olmayan bir tarzda ya da kendi tabiatına, gerçek irade ve özündeki tavra aykırı olarak zora koşmak zulüm olarak nitelendirilir. Böyle adaletsizlikler icra edildiği anda çatışma ve çekişmeyi gündeme getirecek, bu da huzuru bozarak düzensizlik ve karmaşaya yol açacaktır. İslâm ise beraberinde adalet, barış ve nizamı getiren bir teslimiyettir.
Görüldüğü üzere materyalistler hep problemlidir. Çünkü (a) kendi nefsine hâkim olan tabiat kanununa (30: 30) karşı gelerek bizzat kendi fıtratıyla çelişkiye düşmektedir; (b) âlemlerin Rabbine açıkça başkaldırını ştır (6:14), (c) âlemdeki her unsur Allah'ın Kanunu ile tam bir ahenk ve uzlaşma içindeyken materyalist, genel hayat modelini açıkça İhlâl etmektedir. Aşikârdır ki âlemin unsurları yekdiğeriyle uyum içinde olmasa kâinatta hiçbir şekilde istikrardan söz edilemezdi.
Yaratıcısı ve çevresiyle, bizzat kendi fıtratıyla savaş halinde olan kişi nasıl salim bir kafaya sahip olabilir? Beden ve ruhu açısından tam bir huzur ve tatmine ulaşmak için kişinin önündeki tek uygun ve pratik yol, bariz olduğu veçhile, kendi nefsi, Yaratıcısı ve çevresiyle barış içinde yaşamaktır.
Kendi hür iradesiyle îlâhî kanuna itaat içinde bütün benliğini Allah'a teslim etmeli ve nefsinin ıslahı, olgunlaşması ve yükselmesi için Allah'ın, Elçisi vasıtasıyla gönderdiği prensiplere uymalıdır. Böyle davrandığı takdirde kişiye hem bu dünyada ve hem de öte dünyada bedenî ve zihnî mutlak huzur ve itminan ile beraber gerçek mutlu ve kazançlı bir hayat garantilenecektir.
Kişi bir kere Hakikati tanıyınca; gerek maddî ve gerekse manevî sahada bütün benliğiyle Âlemlerin Rabbi'nin Emrine teslim olarak Doğru Hayat Yolunu seçer; fizikî özünde olduğu kadar nefsinde de olgunlaşma ve yükselme için İlâhî Rehberiyeti arama ve izlemeye başlarsa hayatını artık şu üç aslî prensip üzerinde temellendirme ve düzenleme ameliyesine girişir:
1- Bütün huzur ve sükûnun kaynağı ve sebebi olan Mutlak Varlık ile yakın bir ilişki kurmak.
2- Tüm benliğiyle O'na güvenmek.
3- Ne darlıkta ümitsiz olmak ve ne de bollukta aşırıya kaçmak.
Şimdi bu üç prensibi tek tek açıklayacağız.