- Aziz Mahmûd Hüdayi Hazretleri

Adsense kodları


Aziz Mahmûd Hüdayi Hazretleri

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
rabia
Thu 20 May 2010, 02:57 pm GMT +0200
Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri Hayatı ve Dîvânı

İsmi Mahmud olup, şiirlerinde kullandığı “Hüdâyî” mahlası, şeyhi Üftâde [rahmetullahi aleyhi] tarafından kendisine verilmiştir. “Azîz” de isminin önünde, muhtemelen Celvetî şeyhi olması hasebiyle kendisine izafe edilen bir sıfat olarak kullanılagelmiştir. Babasının ismi Fazlullah Mahmûd b. Mahmûd’dur.

Seyyid Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin doğduğu yer ile alâkalı olarak iki farklı rivâyet mevcuttur. Hayatı hakkında bilgi veren kaynaklardan bir kısmı Ankara’nın Şereflikoçhisar ilçesinde doğduğunu söylerken , diğer bir kısmı da Eskişehir’in Sivrihisar kasabasında doğduğunu ifade ederler. Ekseri kaynaklara bakılacak olursa, Koçhisar’da doğduğu ihtimali daha kuvvetli gözükmektedir. Hüdâyî Hazretleri’nin doğum yerinde ihtilaf eden kaynaklar, dünyaya gelişiyle alâkalı da birbirinden farklı tarihler belirtmişlerdir. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin üç Türkçe eserini Külliyât-ı Hazret-i Hüdâyî ismiyle neşreden son Celvetî şeyhi Mehmet Gülşen, eserinin başına yazmış olduğu müellifi tanıtım yazısında onun 950/1545 yılında doğduğunu söyler.

Azîz Mahmûd Hüdâyî ilk tahsiline hayatının ilk yıllarını geçirdiği Sivrihisar’da başlamış, daha sonraki tahsilini daha müsait ve imkânları daha fazla olan bir çevrede devam ettirmek düşüncesiyle İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da müderris Nâzırzâde Ramazan Efendi’nin yanında kalmış, onun ilminden faydalanmış, bu arada Halvetî tarîkatı şeyhlerinden bazılarının sohbetlerine katılmış, onlardan istifâde ve istifâza etmiş, feyiz almıştır. Aynı zamanda bu süre zarfında İstanbul’da medrese öğrenimini tamamlamış, 978/1569 yılında hocası Nâzırzâde’nin Edirne müderrisliğine tayin edilmesi üzerine onunla beraber Edirne’ye gitmiştir. Orada hocasına muîd [müderris yardımcısı] ve mülâzim [stajyer] olmuş, Nâzırzâde’nin Şam ve Mısır kadısı olduğu dönemlerde da ona naiblik [vekil] yapmıştır. Bu muhitlerde bulunduğu süre içerisinde değişik Halvetî şeyhleriyle görüşmüş ve 981/1573 tarihinde Nâzırzâde’nin Bursa kadılığına atanmasıyla, Hüdâyî [rahmetullahi aleyh] de Bursa Ferhâdiye Medresesi’ne müderris ve aynı zamanda Mahkeme-i Suğrâ’ya nâib olmuştur.

Azîz Mahmud Hüdayî Hazretleri, otuz altı yaşındayken görmüş olduğu bir rüya ya da almış olduğu değişik gaybî işaretler sebebiyle bu iki vazifeyi terk etmiş ve öteden beri Bursa’da vaazlarını dinleyegeldiği Mehmet Muhyiddin Üftâde Hazretleri’ne intisap etmiştir. Üç yıl kadar onun hizmetlerinde bulunmuş ve Celvetî tarîki üzere onun terbiyesinde yetişmiştir. Üç yıl sonra şeyhi tarafından halife unvânıyla Sivrihisar’a gönderilmiş ve orada irşada başlamıştır. Altı ay kadar burada irşad hizmetinde bulunduktan sonra şeyhini ziyaret için Bursa’ya dönmüş ve birkaç gün şeyhinin yanında bulunmuştur. Bu arada Üftâde Hazretleri’nin vefat etmesi üzerine ailesiyle beraber, Rumeli üzerinden Üsküdar’a gelmiş ve burada Mehmet Paşa Camii yakınlarındaki bir hanede, yaklaşık on altı sene riyâzet ve mücâhede ile meşgul olmuştur. İsmâîl Hakkı Bursevî, Hüdâyî Hazretleri’nin yapmış olduğu bütün bu intikalleri, almış olduğu bir kısım ilâhî işaretler netîcesinde yaptığını söyler.

Hüdâyî bu zaman diliminde tabir ettiği bir rüyâ vesîlesiyle devrin Osmanlı padişahı I. Ahmed’le tanışmıştır. Sultanın Hüdâyî’ye önce iltifat sonra da intisap ettiği söylenir. Aslında Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin yaşadığı dönem Osmanlı Devleti’nde altı pâdişâhın hüküm-fermâ olduğu bir zaman dilimine tekâbül etmiş ve Hazreti Hüdayî onların hepsiyle değişik münasebetler içerisinde bulunmuştur: Tavsiyelerde bulunmuş, onları hayra yönlendirmiş, ihtiyaç hissettikleri ve yardım talebinde bulundukları zaman da onlara yol göstermiştir. Fakat ümeraya olan yakınlığını hiçbir zaman sû-i istimal etmeyi düşünmemiş, başkaları tarafından edilmesine de fırsat vermemiş; devlet erkânına karşı hep müstağnî kalmasını bilmiştir. Zira pek mâlum ve pek mühim bir kaziyyedir ki, ulemanın kadri ümeranın ayağına gitmemesinde; ümeranın kıymeti de sürekli ehl-i hâlin kapısını aşındırmasındadır.

Burada yeri gelmişken Hazreti Hüdâyî hakkında anlatılan pek çok menkıbeden birisine yer vermek istiyoruz: Hazret-i Pir bir gün Sultan Ahmed Han’ın sarayında iken abdest tazelemek ister. İbrik ve leğen getirilir. Padişâh hazretleri şeyhine hürmeten hulûs-u kalble ve bizzat su döküp Valide Sultan da havlu takdîm eder. Tam o esnâda Valide Sultan’ın içinden “Cenab-ı Pir’in bir kerametlerini görseydim.” şeklinde bir mülâhaza geçer. O esnada Hazreti Şeyh şöyle buyururlar: “Acayip! Bazı kimseler bizden keramet isterler. Padişah-ı rûy-ı zemîn su verip, tâcü”l muhadderât vâlideleri havlu tutmak kadar kerâmet mi olur?”

Hüdâyî Hazretleri 1002/1593 yılında Cuma günleri vaaz etmek üzere Fatih Câmii Şerîfi’ne tayin edilir. Dört yıl kadar bu vazîfeyi devâm ettirdikten sonra, bu mesleği bırakıp, Üsküdar’daki bir mescidde sürekli ikâmet etmeye ve oradaki halka yararlı olmaya başlar. Bu arada yine Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Câmii’nde Perşembe günleri; inşâsı yeni tamamlanmış bulunan Sultan Ahmed Camii’nde de her ayın ilk Pazartesi günü vaaz u nasihattâ bulunmaya devam eder.

Azîz Mahmûd Hüdâyî bütün hayatı boyunca gerçekleştireceği misyonunun en önemli kısmını Üsküdar’da bulunduğu işte bu süre içerisinde îfâ etmiştir. Şeyh Üftâde’nin halîfesi ve Celvetiyye Tarikatı’nın kurucusu olarak, ehl-i sünnet çizgisine sıkı sıkıya bağlı olan tarîkatını burada neşretmiş, hem de vermiş olduğu hutbeler, tefsir ve hadis dersleri, tavsiyeleri, kerâmetleri, menkıbeleri ve hepsinden daha önemlisi hüsn-ü hâliyle toplumun her kesiminden insana sînesini açmış, Allah’ın izniyle onlar üzerinde müessir olmuş ve böylece birçok kimse onun tavsiyelerini benimseyerek hak yola sülûk etmiştir.

Mehmet Gülşen, Azîz Mahmud Hüdâyî’nin üç defa hacca gittiğini ve Mihrimah Sultan’ın kızı Ayşe Sultan’la evlendiğini nakleder. Fakat târihî realiteler ışığında böyle bir evliliğin gerçekleşme imkânının olmadığı gözükmektedir. Hüdâyî birden fazla izdivaçta bulunmuş ve on çocuk babası olmuştur. Fakat ne kadar mûcib-i dikkat bir tablodur ki, bu Hak dostu kendisi daha hayattayken bütün erkek evlâtlarını kaybetmiştir. Soyu da kızları vasıtasıyla devam etmiştir.

Hüdâyî Hazretleri 88 yaşları civârında iken 1038/1623 yılında Üsküdar’da irtihâl-i dâr-ı bekâ eylemiş ve aynı ilçedeki zâviyesindeki türbeye defnedilmiştir. Hazret’in kabri bugün, onun: “Bize gönül verenler, bizi sevenler, bizi bilerek türbemizin önünden geçenler denizde boğulmasınlar, ihtiyarlıkta fakirlik görmesinler, imanlarını kurtarmadan ölmesinler!” duasına nâil olmak kasdıyla ülkemizin her tarafından gelen binlerce kişi tarafından ziyâret edilmekte ve insanlar o büyük ruhu vesile ve şefaatçi kılarak Rabbilerine tazarruda bulunmaktadırlar.

Bursevî, Hüdâyî’nin tatlı dilli, orta boylu, seyrek sakallı bir zât olduğunu ifâde etmiş, tarihçi Nâimâ da, onun için “tatlı dilli, güzel söz söyler” beyanında bulunmuştur.

Hüdâyî merhum sonraki nesillere Arapça ve Türkçe olmak üzere otuza yakın eser bırakmıştır. Almış olduğu kuvvetli medrese eğitimi, eserlerinin çoğunu Arap lisanıyla kaleme almasına vesile olmuştur. Biz bu mütevazı çalışmamızda kısaca, sade bir Türkçe ile yazdığı şiirlerinden oluşan, sayısı az da olsa Arapça birkaç münâcaatla, Farsça birkaç kıt’anın yer aldığı dîvânından bahsetmeye çalışacağız.

Seyyid Azîz Mahmud Hüdâyî Divanı
Edipler, edebiyatı, “Duygu, düşünce ve hayallerin okuyucuda heyecan, hayranlık ve estetik zevki uyandıracak şekilde sözlü ifade edilme sanatıdır.” şeklinde tarif ederler. Tasavvufî düşünce de bir zaviyeden bakıldığında mevcûdiyetini edebiyatın bu güzelliğinden istifâdeyle sürdürmüş ve devamlılığını bu şekilde muhafaza etmiş gibi gözükmektedir. İlk ve en büyük sûfi Peygamber Efendimiz’in [aleyhi ekmelü’t-tehâyâ] Arap Edebiyatı’nın Kurân’dan sonra en şâheser bölümünü oluşturan vecîz ve belîğ ifâdelerinden başlayarak, tasavvufun bir müessese hâline geldiği zaman dilimlerine ve ondan da günümüze gelinceye kadar olan vetîrede mutasavvıfların ifadelerine bakılacak olursa, onların nesir ve nazımlarında edebiyatın bu büyüleyici güzelliği apaçık görülecektir. Rasülüllah [sallallahü aleyhi ve selem] Efendimiz her ne kadar kendisi şiirle iştigal etmemiş olsa bile, hak düşünceye hizmet eden, iyiyi, güzeli sevdiren şiire sahip çıkmıştır. Şiirin nesirden de öte ayrı bir cazibesi ve müessiriyeti olduğundandır ki, sûfilerin pek çoğu hislerini öteden beri şiir inşâd ederek dile getirmişlerdir. Sûfîlerin şiirleri birer hakîkat tablosu ve her biri bir gönlün sesi-soluğudur.

Şeyh Azîz Mahmûd Hüdâyi’nin şiirleri de, Anadolu’da Yunus Emre’yle başlayan Tasavvufî Halk Edebiyatı’nın gelişmesinde önemli bir yer tutar. Genel olarak bir tespitte bulunmak gerekirse, Hüdâyî Hazretleri’nin yazmış olduğu şiirlerin mevzuunu, diğer mutasavvıf şairlerin şiirlerinde olduğu gibi, Yüce Allah’ın lütufları ve kudreti, benlik, nefis ve terbiyesi, vahdet ve kesret, hakikat yolları, ibadet, aşk, fenâ ve bekâ, dünyânın câzibedâr güzelliklerine meyletmemek gibi tasavvufa ait temel konuların teşkîl ettiği söylenebilir.

Yunus Emre, halk edebiyatımızın öncüsü olması ve şiirlerinin halk arasında büyük teveccühe mazhar olması hasebiyle kendisinden sonra gelen pek çok şair üzerinde müessir olduğu gibi, Hazreti Hüdâyî üzerinde de etkili olmuştur. Onun,

“Mecnûn ister Leylâ’yı,
Vâmık özler Azrâ’yı,
N’idem gayrı sevdâyı,
Bana Allah’ım gerek.

Bülbül güle karşı zâr,
Pervâneyi yakmış nâr,
Her kulun bir derdi var,
Bana Allah’ım gerek.


gibi bazı dörtlüklerinde Yunus’un şiirinin şekli, rengi ve deseni açıkça görülür.

Şimdi isterseniz, hiç olmazsa bir fikir edinebilmek için Hazreti Hüdâyî’nin divanında kısa bir seyahat gerçekleştirelim. Hüdâyî Dîvânı’nın başında bulunan, “Tevhîd ile olur her derde derman / Hakk’a tevhîd ile ermiş erenler / Tevhîd ile olur her müşkîl âsân / Hakk’a tevhîd ile ermiş erenler.” kıt’asıyla başlayan tevhîd ilâhisi, mevzûu ve üslubu itibariyle divanın genel muhtevası hakkında da bilgi verir mahiyettedir. Şöyle ki, şiirlerinde sade bir Türkçe kullanan Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, tasavvufî tema ve kavramları işlerken, o hususlardaki mülâhaza ve mütalaalarını aktarırken şiirin kendisini gaye telakkî etmemiş; bilakis şiiri, duyup zevkettiği ma’rifet-i ilâhiyeyi, kalbine mâlettiği hakâik-ı İslamiye’yi başka gönüllere ulaştırmak ve insanlar için lüzumlu, zarurî hissettiği birtakım nasihat ve tavsiyelerde bulunmak için bir araç olarak görmüştür ve o istikamette kullanmıştır. Aynı asrı paylaştığı diğer bazı şairlere nazaran çok daha sade bir dil kullanması ve lirik bir üslûptan ziyade, eğitici ve öğretici bir üslubu tercih etmesi, onun, şiiri anlaşılmamak, anlaşılmasını zorlaştırmak suretiyle ona sun’î bir kıymet atfetmeye çalışmak yahut şiirle sadece bir sanat gayesi gütmek gibi basit ve anlamsız düşüncelerden uzak olmasından kaynaklanmaktadır.

Yine tasavvufun önemli konularından biri olan ‘âlem’den ibret alınması meselesi Azîz Mahmud Hüdâyî’nin, şiirlerinde sık sık işlediği bir husustur. Tevhîd şiirinde:

“Âleme ibret gözüyle bakanlar,
Çerâğın nur-ı Mevlâ’dan yakanlar,
Yerden gökten geçüp, Arş’a çıkanlar,
Hakk’a tevhîd ile ermiş erenler.
Aldanma sakın bu kâinâta,
Geç ak u karadan bak nur-u Zat’a,
Ermek istersen bâkî hayata,
Hakk’a tevhîd ile ermiş erenler.”


derken, irşad ambalajlı bir üslûp içerisinde nazarların dünya hayatından, ukba hayatına çevrilmesinin lüzumunu ifade etmeye çalışır. İfade etmek gerekir ki, bu büyük tasavvuf şairinin tevhîd şiirinde işlediği husus, sadece kelime-i tevhîdi söyleyip de mücmel olarak Cenab-ı Hakk’ın birliğine inanma şeklindeki bir iman değil, marifet-i İlâhiye’yi zevk ederek, Cenab-ı Allah’ın birliğini vicdanında duyma şeklindeki bir iman olsa gerektir. Evet, unutulmamalıdır ki, Cenab-ı Hak ancak tevhîd ile bilinir ve yalnızca tevhîd ile Hakk’a erilir.

Hüdâyî’nin tevhîd ilâhisinden başka şiirlerinde de vahdet-i vücûdu ihsas eden ifâdeler görülebilir. Fakat o, hiçbir şiirinde bu mevzûyu Yunus Emre kadar açık işlememiştir. Buna sebep olarak da Hazreti Hüdâyî’nin dinin getirdiği prensiplere son derece bağlı, aynı zamanda Ehl-i Sünnet düşüncesinin çok sağlam bir takipçisi olması ve vahdet-i vücut gibi mevzuların insanlar tarafından yanlış anlaşılmaya müsâit bulunması gösterilebilir. Evet, büyük insanların büyüklüğünün emarelerinden birisi de, Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki ifadesiyle, onların düz yığınları iltibasa sevkedebilecek, başkaları için fitne unsuru olabilecek ve bir kısım laubalilere mesnet teşkil edebilecek beyan ve tavırlardan uzak durmalarıdır. Nitekim o büyüklerden bazıları kaleme aldıkları bazı nazım ve nesirleri, yanlış anlaşılabilir düşüncesiyle ya yırtıp atmış ya da yakıp kül etmişlerdir.

Hüdâyî’nin dîvânında, bunlardan başka, Cenâb-ı Hakk’a arz-ı hâl ederek niyaz ve talepte bulunduğu pek çok münacaat da yer almıştır. Meselâ, onlardan birinde: “Fazlın ile çünkü ihsan eyledin / Ehl-i İslâm ile ehl-i îman eyledin / Nice lütf u nice ihsan eyledin / Sen inayet eyle Allah’ım meded.” diyerek, Rahmeti Sonsuz Rahmân ü Rahîm’in ihsan etmiş olduğu nîmetlere karşı şükür hislerini ifâde eder, O Zü’l-Cemâl’in inâyetine sığınır ve biricik Rabb’inden istimdatta bulunur. Hazreti Hüdayi bir başka dörtlüğünde de şükür hislerini tam bir tevhîd mülâhazası çerçevesinde şöyle dile getirir: “Alan Sen’sin veren Sen’sin kılan Sen /Ne verdinse odur dahî nemiz var / Hakîkat üzre anlayıp bilen sen / Ne verdinse odur dahî nemiz var.”

Hazreti Hüdayi’nin bu dörtlüğü oğullarının sünnet düğünü münasebetiyle “dünyaya meyletti” diye kendisine ta’rizde bulunanlara karşı söylediği de rivayet edilmiştir. Bu ve benzeri şiirlerinde de görüldüğü üzere Aziz Mahmud Hüdâyî’nin nazımlarında tavizsiz, dupduru bir tevhid telakkîsi nümâyandır.

Hazreti Hüdâyî şiirlerinin bazılarında da, kâinatın, nurundan yaratıldığı Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’e [aleyhissalâtü vesselâm] olan medh ü senasını, mutlak inkiyadını ve tam teveccühünü ilân eder. O naatlardan birisinde içinin sesini;

“Kudûmun rahmet-i zevk ü safâdır yâ Rasûlallah,
Zuhûrun derd-i uşşâka devâdır yâ Rasûlallah.
Nebî idin dahi Âdem dururken mâ-i tîn içre,
İmam-ı enbiyâ olsan revâdır yâ Rasûlallah.”
Hüdâyî’ye şefaat kıl, eğer zâhir eğer bâtın
Kapuna intisâp etmiş, gedâdır yâ Rasûlallah.”


diyerek dillendirmiştir. Nitekim öteden beri İslam’ın rûhî hayatı demek olan tasavvufta, Efendiler Efendisi’ne geda olmak ve bunu her daim dillendirmek mertebeler üstü bir mertebe ve pek yüksek bir payenin ilânı kabul edilegelmiştir. Öyledir çünkü Kasîde-i Bürde sahibinin de işaret ettiği gibi, Allah dostlarını birer yıldız kabul edecek olursak, Peygamberimiz o yıldızlara bir ışık kaynağı ve bir nur menbaıdır. Bir başka ifadeyle Şemsü’s-Şümûs, Güneşler Güneşi’dir O. Şair, yine Rasûlüllah’tan [sallallahü aleyhi vesellem] şefaat dilendiği bir başka şiirinde de:

“Nice bir hasret oduna yanalım,
Yâ Rasûlüllah şefaat kıl meded,
Kevser-i vahdetten içir, kanalım,
Yâ Habîballah şefaat kıl meded.”
der.

Hüdâyî’nin dîvânında Türkçe şiirlerin yanısıra Arapça şiirler, Türkçe-Farsça mülemmâlar da bulunmaktadır. Örnek verecek olursak, bir mülemmasında o;

“Lekad ebda’tenâ bi’l kâfı ve’n-nûn,
Teâlâ şânüke ammâ yekûlûn,
Olalım lütf-u ihsanına makrûn,
Kulun Mevlâ’dan artık ya kimi var.”
der.

“Hâzin-i esrâr-ı lâhût ol ki sultanlık budur,

“Kenz-i lâ yefnâ”ya mâlik ol beğim hanlık budur.”
mülemmâsını ise Kanûnî Sultan Süleyman’a nazîre olarak yazdığı söylenmiştir.

Sultan III. Murad’ın vefâtı üzerine de;

“Yalancı dünyaya aldanma yâ hû,
Bu dernek dağılır, divan eğlenmez.
İki kapılı vîrânedir bu,

Bunda konan göçer, mihmân eğlenmez.”


dörtlüğüyle başlayan şiiri inşâd ettiği ifade edilir.

Bu büyük gönül eri, kalb ve ruh insanı Azîz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin bir defasında Üsküdar’dan Sirkeci’ye müridleriyle beraber kayıkla geçerken şiddetli bir fırtınaya yakalandıkları ve o esnada şu dörtlükle başlayan şiirini söylediği; onun Cenab-ı Semî ü Basîr’e bu şekilde tazarruunun hemen akabinde denizin sakinleştiği, dalgaların küçüldüğü ve kayığın dört tarafının sütliman olduğu da yine onunla alâkalı olarak bize ulaşan meşhur rivâyetler arasındadır:

“Allâhümme yâ Hâdî,
Âsân eyle yolumuz.
Sehl-i ubûru’l-vâdi,
Tiz geçür, tut elimiz!”


O zamandan beri kayıkçılar arasında boğazın o kısmında en fırtınalı havalarda dahî sâkin bir yolun bulunduğu / bulunacağı düşüncesi hâkim olmuş ve kayıkçılar o yola “Hüdâyî Yolu” diyegelmişlerdir.

Netice-i Kelâm

Azîz Mahmud Hüdâyî Dîvanı’nın bütünü hakkında, tasavvuf ve şiire yakın alâka duyanlara bir fikir verebilmek maksadıyla yaptığımız bu çok cüz’î iktibaslardan da anlaşılacağı üzere, şair şiirlerinde sade bir dil kullanmıştır. Ortaya koyduğu bütün nazımlarında dinin temel esaslarına sâdık kalmış; heyecan dolu hislerini olduğu gibi aksettirmekten ziyâde, ahlâk-ı âliye-yi İslamiyeye ve nihayet dine müteallik bazı güzellikleri irşad eksenli bir üslûpla seslendirmeye çalışmıştır. Her gönül erinin olduğu gibi onun da gayesi duyduklarını duyurmak, gördüklerini görünür kılmaktır.

Yaklaşık 255 kadar ilâhi tarzında Türkçe şiirin yer aldığı, bunlardan başka Türkçe, Arapça ve az da olsa Farsça rubâî ve kıt’aları ihtivâ eden Hüdâyî Dîvânı, edebiyat sahasında önemli bir yer tutmasına rağmen, değişik tabakalardan şairlerin hayatlarını kaleme alanlar, maatteessüf onu şairler arasında çok zikretmemişlerdir. Dolayısıyla Hüdâyî Dîvânı da hakettiği ilgiyi görebilmiş ve bulabilmiş değildir. Nitekim Hazreti Hüdayi bu tür bir ilgisizliğin -kadirnâşinaslık demek daha doğru olabilir- tek kurbanı da değildir. Sözleri mücevher kıymetinde olup da gün yüzü görmemiş, nice nâsirler, nice nâzımlar vardır bizim dünyamızda! Mesela, bir Alvarlı Lütfî Hazretleri’ni, kardeşi Vehbi Efendi’yi, bir Es’ad Efendi’yi bir-iki nazmıyla bile olsa kaç tanemiz biliriz? Ve daha niceleri...

Ümit ederiz ki, geleceğin vefalı ve hakşinas nesilleri, o mümtaz şahsiyetlerin güzîde eserlerini bulundukları tozlu rafların arasından çıkarıp bütün insanlığa, en güzel bir şekilde takdim etsinler. Son yıllarda bu istikamette gösterilen gayretlerin ümitlerimize birer fer olduğunu söyleyip geçelim.

Evet, her ne kadar Hazreti Hüdâyî bir şair olarak hakkıyla iştihar etmediyse de yaşadığı zaman diliminde her hâli ve kavliyle olduğu gibi şiirleriyle de bir hayli müessir olmuş yüksek bir şahsiyettir. Zaten, sohbeti hep Cânan olanların sözlerinin müessir olmaması da düşünülemez.

Bu arada istidrâdî olarak ifade edelim ki, Hüdayi’nin şiirlerinden pek çoğu bestelenmiş ve dergâhlarda okunmuştur. Bizzat kendisinin yaptığı iki tane bestesi olduğu da söylenir. Bir ilahisinin, çağdaşı olan Sivasî’nin mevlidinin kenarına dercedilmiş olması, bu tarz ilâhilerin mevlid âyinlerinde okunduğuna bir delil olsa gerektir. Ayrıca, Hüdâyî’nin gazelleri Vahyî, Sarı Abdullah Efendi, Şerhî ve Sipâhî tarafından tahmîs edilmiştir. Osmanlı Sultanlarından III. Mustafa, Hüdâyî’nin

“Alâ’ ey gevher-i kân-i risâlet
Sana bin bir salât ile tahiyyet.”


beytini bir levhaya yazdırmış, vefât ettikten sonra da türbesinin başucuna asılmıştır. Bursa’lı İsmâîl Hakkı da, Hüdâyî Dîvânı hakkındaki mülâhazalarını şu şekilde dile getirir: “Hüdâyî’nin üç yüze karîb ilâhiyyâtı vardır ki; cümle hakâyıkı anda remz ve cemî esrârı derceylemiştir. Bir vechile ki, bu vadide, onun fevkinde kelâm-ı manzûm cârî olmak bir ârife mukadder değildir”

Hüdâyî Dîvânı 1287/1870 târihinde Külliyyât-ı Hüdâyî nâmıyla Sahhaf Nurî, 1338-1340/1919-1921 yılında son Celvetî şeyhi Mehmet Gülşen tarafından Külliyyât-ı Hazreti Hüdâyî adıyla Arap harfleriyle, 1970 yılında Kutbu’l Ârifîn Seyyid Azîz Mahmûd Hüdâyî; Hayatı, Menâkıbı ve Eserleri adıyla Kemâlettin Şenocak tarafından Türkçe harflerle yayınlanmıştır. Dünyanın değişik yerlerindeki yazma nüshalarının sayısı kırka ulaşmaktadır. Bir neşri de Ziver Tezeren tarafından yine Türkçe harflerle 1985 yılında yapılmıştır.

Bize, “Bizi müttakîlere önder eyle!” duasını ta’lîm edip, hedefimizi hep yüksek tutmamızı emir buyuran Rabbimiz’den, bizleri de lütf u keremiyle, gönül zincirinin Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri gibi altın halkalarından birisi kılması biricik niyazımızdır.

Kaynaklar
1 Bursalı Mehmet Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333.
2. İsmâîl Hakkı Bursevî, Silsilenâme-i Celvetiyye, İstanbul 1291.
3. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatlar, İstanbul 1997.
4. Evliyâ Çelebi, Seyâhatnâme, İstanbul 1314.
5. Mehmet Gülşen, Külliyyât-ı Hazret-i Hüdâyî, İstanbul 1953.
6. Abdülbâkî Gölpınarlı, İslâm Ansiklopedisi, “Celvetiye”.
7. Kemâlettin Şenocak, Kutbu’l Ârifîn Seyyid Azîz Mahmûd Hüdâyî; Hayatı, Menâkıbi ve Eserleri, İstanbul 1970.
8. Tansel Fevziye Abdullah, “Seyyid Azîz Mahmûd Hüdâyî”, A.Ü.İ.F. Dergisi, S. 15, Ankara 1967.
9. Gölpınarlı Abdülbâkî, “Edebiyat”, İslâm Ansiklopedisi, MEB., Ankara 1976.
10. Tezeren Ziver, Seyyid Azîz Mahmûd Hüdâyî; Hayatı, Şahsiyeti, Tarîkatı, Eserleri, İstanbul 1984.
11. Tezeren Ziver, Seyyid Azîz Mahmûd Hüdâyî Dîvânı, İstanbul 1985.
12. Yılmaz H. Kâmil, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, İstanbul 1984.

 Mustafa Yılmaz