- Ayasofya dile gelse

Adsense kodları


Ayasofya dile gelse

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sun 29 April 2012, 04:51 pm GMT +0200
Ayasofya dile gelse

Şubat 2007 17.SAYI

Onca yıla ve acıya rağmen ayakta kalmaya çalıştım ben. Çünkü ağır görevlerim vardı. İnsanların benden beklentisi çoktu. Onların amaç ve inancının temsilcisi olmamı istediler. İnançlarını benimle bütünleştirip, dünyaya duyurmak istiyorlardı. İlk önce batı, Hıristiyanlığın simgesi olmamı ve sonra doğu, Müslümanlığın sesi olmamı arzu etti.
Kimileri doğum tarihimin, İmparator I. Konstantinos (324-337) döneminde olduğunu söylese de aslında oğul Konstantinos (337-361) zamanına denk gelir. Ahşap çatılı bir yapı olmamdan dolayı, bir ayaklanma sonucu meydana gelen yangında kolayca yanıp kül oldum.

Sonra, İmparator II. Theodosius (408–450) beni ikinci kere yeniden inşa ettirdi. Nika ihtilali sırasında çıkan yangında bir kez daha aynı alevli sonu yaşadım. 415 yılında yapılan o halimden kalan birkaç kalıntıyı görmek isterseniz batı avluma bakabilirsiniz.

Hz. Meryem’e ithaf edildi

Bu iki denemeden sonra, artık talihin yüzüme güleceğini umut etmiştim. Çünkü İmparator Justinianus (527-565) benim hakkımda çok iddialı idi. Hz. Adem’den beri görülmemiş bir ihtişamda ve sizlerin görebileceği kadar yaşabilecek sağlamlıkta bir Ayasofya yaptırmak istiyordu. Bunun için kolları sıvayıp, ilk iş olarak Aydınlı Anthemios ve Miletli İsidoros’u beni inşa etmeleri için çağırdı. Sonra, İmparatorluğun bazı eski mabetlerinden ve şehirlerinden sütunlar ve mermerler getirtti. Kullanılacak malzemelerin çok önemi vardı; çünkü Justinianus beni Hz. Meryem’e ithaf etmişti.

Nihayet beş yıl sonra, 537’de büyük bir törenle açılışım yapıldı. İmparator Justinianus, en önemli kapım olan Kral kapısına gelince, “Ey Süleyman bu eserle seni geçtim” diyecek kadar heyecanlandı. Çünkü zamanın en büyük mabedini yaptıran kişi olarak Hz. Süleyman kabul ediliyordu. Düşünün bir kere, ne kadar büyük ve azametli olduğumu.

Mimarimin esası kiliselerde tatbik edilen bazilika planına göre yapılmış olmakla beraber, Aydınlı ve Miletli mimarlar cesaret gösterip, çok iddialı bir şey denemeye karar verdiler. Orta mekanımın üzerini, çapı yaklaşık 32 metreyi bulan, basık büyük bir kubbe ile örtme yoluna gittiler. Bu büyük kütle baskısını destekleyebilmek için, kademeler halinde inen ve ufalan yarım kubbeler, yan duvarlardaki payandalar ve kemerlerle tonozlar yapıldı. Yıllar içerisinde gerek kubbemde ve gerekse duvarlarımda, depremler sonucunda bazı çöküntüler meydana gelse de, inşaatımda kullanılan Horasan harcının plastik özelliği sayesinde, yapısal deformasyonlara uyum sağlıyor ve sınırlı hasarla kurtuluyordum. Bugün bile Marmara depreminde bu harcın gücüne İstanbul tanık oldu.

77 metre uzunluk ve 71 metre genişliği bulan boyutlarım, büyüklüğümün kanıtı olsa da, özelliklerim bununla bitmiyor. O zamanlar gelip bir de iç süslemelerimi görseydiniz, siz de bana hak verirdiniz. Mozaiklerle yapılmış resimler, renkli mermerler, fildişi levhalar, altın, gümüş ve diğer kıymetli taşlar görenleri hayran bırakırdı. Bazı tarihçiler, gümüş kaplar ve süslerimin ağırlığının 20.000 kilo olduğunu yazarlar. Hatta Bizans’a gelen Rus elçileri, hükümdarlarına beni şöyle anlatmışlardı: “Acaba gökte miyiz?’ diye düşündük, çünkü yeryüzünde böyle bir ihtişamı insan tasavvur edemez. Gördüklerimizi size tarif etmekten aciziz!..”

Osmanlı’nın zarif ve düşünceli eli

Bu altın çağım, IV. Haçlı seferlerinde Latinlerin işgali (1204) ile ne yazık ki son buldu. Neyim var, neyim yoksa talan edilmişken, bir süre eski sahibim Bizans’ta huzuru aradımsa da mali durumu benimle yakından ilgilenecek kadar iyi olmadığından, rahatlığı ancak Osmanlı Hükümdarı Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethetmesi ile buldum.
29 Mayıs 1453’te, Topkapı’dan şehre giren Fatih Sultan Mehmet Han, fethin ardından beni ziyarete geldi. Bu arada, önümde toplanan büyük rütbeli papazlar ve halk, şehrin yağma edileceği zannı ile padişahın atının ayaklarına ağlayarak kapandılar. Fakat beklentilerinin tersine, Fatih Sultan Mehmet Han onlara “Kalkınız ve müsterih olunuz. Ben Sultan Mehmed; hepinize söylüyorum ki, bu andan itibaren ne hürriyetleriniz, ne de hayatlarınız hakkında gazab-ı şahanemden korkmayınız. Kimsenin malı yağma edilmeyecektir. Kimseye zulüm yapılmayacaktır. Hiç kimse dini inanışlarından dolayı cezalandırılmayacaktır” dedi. Sonra içeri girerek şükür secdesine kapandı. Secdenin ardından kıldığı iki rekat namaz esnasında, okunan ilk ezanın sesleri, yıpranmış taştan bedenime dalga dalga çarparak semaya yükseldi. İşte o andan itibaren benim için çok uzun sürecek farklı bir dönem başlamıştı artık...
Osmanlı İmparatorluğu’nun fetihlerinde, ordu içeri girdikten sonra burçlara bayrak çekilirken, surların üstünde ezan sesleri yükselir ve şehrin en büyük kilisesi derhal camiye dönüştürülür ve sonra ilk cuma namazı da orada kılınırmış. İlk önce bu usulden olduğu üzere, beni harap durumda iken şehrin en büyük kilisesi olduğum için Fatih Sultan Mehmet Han’ın emri ile cami yapıp, yoğun bir bakıma aldılar. İlk cuma namazını bende kılarak beni şereflendirdiler. Ellerinden geldiği kadar misafirperverliklerini göstermeye çalıştılar. Tamir edip, kendi sanat anlayışlarına göre çinilerle, hatlarla süslediler, minareler eklediler. Latin istilasından geriye kalan resimlerimi, namaz kılınabilmesi için badana ile örttüler. Yanı başıma ilim yuvası olmamı sağlayacak bir medrese bile yaptılar. Yıldırım Beyazıd’dan Kanuni Sultan Süleyman’a, II.Selim’e, III. Murad’a, I Mustafa’ya, III. Ahmed’e, I. Mahmud’a, II. Mahmud’a ve Abdülmecid’e kadar herkes benimle ilgilendi. Yetim ya da öksüz kalan bir çocuğa gösterilen hassasiyet gibi Osmanlı’nın zarif ve düşünceli eli üzerimden hiç düşmedi.

1931’de ise restorasyon çalışmaları için, ibadete ara verildikten sonra, 1935’ten itibaren müze olarak hayatıma devam ettim. Hala, müze olarak İstanbul’a hizmetimi sürdürmekteyim.

İşte yıllara yayılmış yaşamım şimdilik böyle geçti. Bundan sonra gelecek ne getirir bilemem. Ama tek bildiğim, benim yüzümden kaynaklanan olumsuzlukların beni üzdüğüdür. İstemem kimsecikler kavga etsin, şu taştan bedenim için. Herkes bir şeyler istiyor, yalnız bana sormuyorlar “Sen ne istersin?” Ben, insanlığın güzel ahlak ve anlayışla yüceldiğini, korku yerine kalplerde huzurun kol gezdiğini görebilmek isterim. Beni mutlu edecek şey, insanları mevcudiyetimle memnun etmek ve maneviyata giden nur yolda bir araç olmaktır.

Yalnız bazen gönlümden geçer ki; şu göğe uzanan minarelerimle birlikte dileklerim de  Yaratan’a yükselip kabul olsa. Arkamdan doğan güneşle, İstanbul uyansa derin uykusundan. Hatırlasa uğruna verilen mücadeleleri ve ispatlasa buna layık Şehr-i İstanbul değerinde ve kudretinde olduğunu. Keşke bir kıpırtı görebilsem yıkılmadan önce. Gökyüzü ile yeryüzünü bu köklü diyarda bıkmadan usanmadan birleştirdiğime değdi diyebilsem. Çünkü yoruldum artık bu ağır kubbeleri sırtımda taşımaktan.

İlknur GÜNEY