- Avrupa Müslümanlığı

Adsense kodları


Avrupa Müslümanlığı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Mon 10 October 2011, 04:38 pm GMT +0200
Avrupa Müslümanlığı: İslâm'ın Yeni Uç Beyi


Haziran 2006 - 90.sayı

Halil AKGÜN kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.

Avrupa’da yaşayan müslümanlar, İslâm’ın bu yüzyıldaki uç beyleri misyonuna sahipler. İsteseler de istemeseler de, onlar Avrupa’da İslâm dini ve medeniyetini temsil ediyorlar. Bu bilinçle hareket etmek hem onlara güç kazandıracak, hem de Avrupa’daki İslâm imajının düzelmesine yardımcı olacaktır.

Müslümanların Avrupa kıtasındaki varlığı sekizinci yüzyıla geri gider. Güney Avrupa’da yaşayan müslümanlar, 1492 yılında yahudilerle beraber Avrupa’dan kovuldular. Avrupa kültürüne büyük katkıları olan müslüman topluluklar topraklarından sürüldüler, aşağılandılar, öldürüldüler. Fakat İslâm’ın Avrupa’daki varlığı ortadan kalkmadı. Bugün Avrupa’da (Balkanları da katarsak) 25 milyon civarında müslüman yaşıyor. Bu müslümanlar, tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de yaşadıkları toplumlara önemli katkılar sağlıyorlar. Avrupa’daki kalifiye müslüman iş gücünü bir an için çektiğinizi düşünün. Avrupa’da düzen diye bir şey kalır mı?

Fakat kendi iç sorunları için günah keçisi arayan bazı Avrupalılar, uzun bir süredir müslümanları hedef gösteriyor. Müslüman göçmenlerin entegre olmadığından, kültürel alt gruplar haline gelip gettolaştıklarından, Avrupa’nın “pür ve saf” kimliğini bulandırdıklarından şikayet ediyor. Göç ve entegrasyon tartışmalarının arkasına sığınan çevreler, müslümanlara yönelik ayrımcılığa ve yer yer şiddet eylemlerine zemin hazırlıyorlar.

Bu süreçte Avrupa’daki aşırı sağ ve milliyetçi partilerin ana tezleri, topluma adım adım nüfuz ediyor. İşsizlik, güvenlik, göç, entegrasyon, eğitim, çok kültürlülük, AB’yle ilişkiler ve dış politika konularında daha korumacı ve göçmen ve müslüman karşıtı politikalar taraftar buluyor. Müslümanların kutsal değerlerine saldırmak, ifade özgürlüğü ve demokrasinin adeta bir şartı olarak kabul ediliyor. Fakat kimse bu yaklaşımların Avrupa toplumlarında açtığı yaraları görmek istemiyor.

Avrupa ulusalcılığı yükseliyor


Avrupa’da son yıllarda müslüman azınlıklara karşı işlenen nefret suçları, ayrımcılık ve kısaca “İslamofobia” adını verdiğimiz İslâm korkusu, “Avrupa ulusalcılığının” ötekileştirme algısının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Fransız Katolikleriyle Fransız laiklerinin Fransa’daki müslüman topluluğa karşı ortak yahut benzer tavırlar göstermesi, bu ulusalcılık türünün pek çok dinî ve siyasi ayrımı aşabildiğini gösteriyor.

Avrupalı ve Amerikalı kimi aydınlar bir müddettir Avrupalıları müslüman göç dalgasına karşı harekete geçmeye çağırıyor. Onlara göre Avrupa’nın elli yıl içinde müslüman bir kıta haline gelmesi işten bile değil. Böyle bir şeyin demografik, siyasi ve sosyal açıdan nasıl gerçekleşeceği konusunda kimse ikna edici bir şey söyleyemiyor. Fakat pek çok Avrupalı “diaspora İslâmı”nın, “el-Kaide İslâmı”ndan daha az tehlikeli olmadığına kesin olarak inanmış görünüyor. Ne yazık ki bu, İslâm’ın Batı’nın “modern ötekisi” olarak yeniden kurgulanmasına imkan sağlayan bir yaklaşım.

Müslüman karşıtlığının artık normal kabul edildiği Avrupa’daki göç ve entegrasyon tartışmaları giderek önem kazanıyor. Avrupa’da yaşayan göçmenlerin varlığı yeni bir olgu değil. Avrupa, geçen yüzyılın başından beri göç alıyor. Almanya’daki Türkler, doğal bir süreç sonucunda yahut iltica gibi siyasi gerekçelerle değil, iki ülke arasındaki resmi anlaşmalar çerçevesinde bu ülkeye gittiler. Fransa’daki Kuzey Afrikalı müslüman göçmenler, Cezayir Kurtuluş Savaşı’na kadar göçmen statüsünde bile değildiler; çünkü Cezayir, Fransız topraklarının bir parçasıydı.

İngiltere’deki Hindistan alt kıtası kökenli göçmenler, bu ülkeye İngiliz sömürge döneminden beri gelmekteler. İskandinav ülkelerindeki göçmen azınlıklar, diğer Avrupa ülkelerindeki göçmenlerin (tabir yerindeyse) “taşması” sonucunda bu ülkelere gelip yerleştiler. Bu göçmen grupların büyük çoğunluğu yaşadıkları ülkelerde kanunlar çerçevesinde legal olarak bulunmaktalar. Kısacası Avrupa’daki göçmen nüfus, birdenbire ve bilinmeyen bir takım sebeplerle ortaya çıkmış değil.

Peki bugün ne değişti? Göç ve göçmenler olgusu uzun süredir var olduğu halde göç ve entegrasyon tartışmaları neden birdenbire bu kadar önem kazandı? Bu panik ve öfke hali nereden kaynaklanıyor?

Vasıfsız işçiden eşit vatandaşa


Bugün farklı olan, Avrupalıların bu azınlıkların farkına varmış olması. Dün Almanca konuşup konuşmaması sorun olmayan ve sıradan işçi olarak görülen Türkler, Alman toplumu için bir tehdit oluşturmuyordu. Şimdi aynı toplulukların entegrasyonu ulusal bir mesele olarak takdim ediliyor. 1960’lı yıllarda “misafir işçi” olarak gelen ve özne olmaktan çok, ucuz iş gücü kaynağı olarak görülen Türkler, bugün toplumun karşısına doktor, mühendis, yönetici, iş adamı, siyasetçi olarak çıkıyor. Bu Almanya’daki bazı çevreleri öylesine rahatsız etmiş olmalı ki, “vicdan testi” diye ne Almanya’nın ne de başka bir ülkenin hukuk tarihinde görülmüş bir uygulama Türklere reva görülebiliyor. Avrupa’nın hesap hatası tam da bu noktada kendini ele veriyor: Kimliksiz, kültürsüz, dinsiz, insansız bir iş gücü yok. Kökeni ve kimlik gücü ne olursa olsun, her göçmen bir “özne” olarak var.

Avrupa’daki göç ve entegrasyon tartışmaları bugün bu gerçeği kavramanın doğurduğu telaş psikolojisi içinde yapılıyor. Pek çok Avrupa ülkesinde Fransız, Alman yahut Hollandalı kültür kodlarına uymayan bir “müslüman alt-kültürün” yeşermesi, demokratik değerlere karşı bir tehdit olarak algılanıyor. Bunun şaşırtıcı sonuçlarından biri şu: İlk nesil göçmenlere göre ikinci ve üçüncü nesil müslüman azınlıklar daha fazla entegre oldukları halde, daha fazla dışlanıyorlar. Öte yandan ilk nesil göçmenler entegre olmadıkları halde daha mutlular; son kuşaklar ise entegre oldukları halde daha mutsuzlar. Çünkü şu ana kadar uygulanan entegrasyon-asimilasyon politikaları, göçmenleri ve azınlıkları kimlik sahibi bir özne olarak görmeme fikrine dayanıyordu.

Avrupa’nın biricikliğinin sonu


Fakat asıl sorun, azınlıkların sayısal artışı yahut asimile olmamalarından çok, Avrupa’nın ben-tasavvurundaki kırılmadan kaynaklanıyor. Avrupa merkezci bir tarih ve siyaset anlayışını, kültür politikasını ve en nihayetinde dünya sistemini sürdüremeyeceğini anlayan Avrupa, şimdi bir telaş psikolojisiyle hareket ediyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın eski emperyal ve merkezi konumuna yeniden geri döneceği var sayılmakta, en azından ümit edilmekteydi. Bu olmadı. Nüfusu gittikçe yaşlanan Avrupa, bugün Amerika, Japonya ve şimdi Çin ekonomisi karşısında rekabet gücünü yitirmiş durumda. Avrupa, “tarihsel biricikliğini” yitirdiğinin farkında. Avrupa’da yaşayan müslüman ve diğer azınlıklar, bu tarihî kaybı ve kaymayı hatırlatan bir işaret, hatırlatıcı, belki de bir uyarıcı. Avrupa siyasetinin ulusalcılığa doğru kayması, bu fiilî duruma verilen bir cevap aslında. Tarihsel biricikliği yitirmek, aynı zamanda “vazgeçilmezlik” iddiasından da feragat etmek anlamına geliyor.

Avrupa’daki mevcut göç ve entegrasyon tartışmalarında, Avrupa iç siyasetinin dinamikleri önemli bir rol oynuyor. Avrupalı aydınlar ve siyasetçiler göçü bir sorun, radikal entegrasyon ve asimilasyonu da toplumsal uyumun bir ön şartı olarak görüyorlar. Oysa onlar başka bir sorunun cevabını (yanlış yerde) arıyorlar. “Göç dalgasını durduralım!” demek sorunu çözmüyor; çünkü göç alan ülkeler, ucuz iş gücü açığını kapatmak ve ekonomik canlılığı sürdürebilmek için göç kapısını açık tutmak zorundalar. Nüfusu giderek yaşlanan Avrupa’nın böyle bir şeyi göze alması zaten mümkün değil.

Göçmen ve vatandaş: Önce adalet


Avrupa’da sağlıklı bir göç ve entegrasyon tartışması, eşit vatandaşlık hakkının kabul edilmesine bağlı. Bugünkü göç ve entegrasyon süreçleri, 20. yüzyılın başındaki modellerden önemli farklılıklar arz ediyor. Küreselleşme, göçmenlik kavramını köklü bir şekilde dönüştürdü. Bugünün göçmenleri, geldikleri coğrafya ve kültürle eskisinden daha kolay ve hızlı irtibat kurabiliyorlar. 19. yüzyılda ülkeler ve kıtalar arası göç, bir kültür havzasını terkedip diğerine dahil olmak anlamına geliyordu. Bugün ise iki dünyadan da vazgeçmeyen, iki dünyayla da irtibatlı kimlikler giderek yaygınlaşıyor.

Öte yandan İslâm dünyasından gelen müslüman göçmenler ve onların çocukları, yeni entegrasyon modellerinin geliştirilmesini zorunlu kılıyor. Din ayrımına dayalı bir göçmen ve entegrasyon tanımlaması, mühtedi Avrupalı müslümanları ve ikinci ve üçüncü nesil göçmen çocuklarını kuşatmıyor. Bilakis, onlara karşı bir ayrımcılığa dönüşüyor. Çünkü İslâm giderek Avrupa’nın yerleşik dinlerinden biri haline geliyor. İslâm bugün Avrupa demografisinin belirleyici unsurlarından biri haline gelmiş durumda. 400 milyonluk Avrupa’da 25 milyona yakın insanın mensubu olduğu İslâm’ı, ekzotik, mistik, ötede, doğulu, enteresan, vs. bir fenomen olarak görmek artık mümkün değil.

Bu noktada Avrupa’nın göç ve entegrasyon sorunlarını eşit vatandaşlık kavramından hareketle yeniden ele alması gerekiyor. Eşit vatandaşlık, tanımı gereği, bireylerin din, dil, etnisite, sosyal statü ve cinsiyetlerine bakmaksızın, kanunlar önünde eşit hak ve sorumluluklara sahip olması anlamına geliyor. Anayasa ile güvence altına alınan bu statü, vatandaş ve legal göçmen statüsündeki bütün bireyler arasında adalet ve eşitlik ilkelerinin uygulanmasını zorunlu kılıyor. Çoğu Avrupa ülkesinde bunun anayasal ve kanunî zemini var. Fakat neticede kanunların içini dolduran insanlardır ve kanun-ötesi katkıların sağlanması kaçınılmazdır. Eşit vatandaşlığın hukukî bir norm olmanın yanısıra toplumsal ve psikolojik bir karşılığının da bulunması gerekir.

Avrupa, İslâm ve gelecek

Bunun için Avrupa ülkelerinin müslümanların varlığını anormal, istisnaî yahut sorunlu bir durum olarak değil, doğal bir olgu olarak kabul etmesi gerekiyor. Avrupa’da yaşayan müslümanlar, bulundukları toplumlarda çalışan, vergisini ödeyen, kanunlara saygılı insanlar. Bu insanların Avrupa sokaklarını kirlettiğini, manzarasını bozduğunu düşünmek, ancak ırkçılıkla ve ayrımcılıkla izah edilebilir. Avrupa’da yaşayan müslümanlar “vasıfsız işçi” olma günlerini çoktan geride bıraktılar. Onlar da en az bir İngiliz, Alman yahut Hollandalı kadar eşit vatandaşlık haklarına layıklar. Onlara bu fırsatı vermek, Avrupa’nın sosyal düzeni ve entegrasyonu için de büyük önem taşıyor.

Aynı şekilde Avrupa’da yaşayan müslümanlar, İslâm’ın bu yüzyıldaki uç beyleri misyonuna sahipler. İsteseler de istemeseler de, onlar Avrupa’da İslâm dini ve medeniyetini temsil ediyorlar. Bu bilinçle hareket etmek hem onlara güç kazandıracak, hem de Avrupa’daki İslâm imajının düzelmesine yardımcı olacaktır. Örnek haline gelen ve parmakla gösterilen müslüman doktor, mühendis, iş adamı, gazeteci, avukat, öğretmenler, İslâm’ı yaşayarak anlatmanın en açık seçik delili olacaktır. Bunun için Avrupa’da yaşayan müslüman kardeşlerimize çok önemli görevler düşüyor.