hafiza aise
Mon 2 May 2011, 10:54 am GMT +0200
Atike Binti Abdulmuttalib'in Rüyası
Bu arada Mekke'de, Efendimiz'in halası Atike Binti Abdulmuttalib'in gördüğü riiya konuşulmaya başlanmıştı. Gerçi o, gördüğü rüyayı kardeşi Abbas'a anlatırken:
- Ey kardeşim! Bu gece öyle bir rüya gördüm ki, kavminin başına büyük bir musibet geleceğinden korkuyorum, diyecek ve endişesini dile getirecekti. Onun, rüyadan bahsederken bile renginin solduğunu gören Abbas:
- Ne ola ki, nedir o, diye sorunca da:
- Bana, kimseye anlatmayacağına dair söz verinceye kadar sana
onu anlatarnam; zira bu, insanlar arasında duyulursa o zaman bize eziyet eder ve hoşumuza gitmeyecek şeyler konuşmaya başlarlar, diye de kardeşini uyarmıştı.
Amca Abbas da aynı kanaatleydi; ancak, başlarına gelecek musibet öncesinde önemli bir uyarı mesajı olduğuna inandığı bu rüyayı, yakın arkadaşı Velid İbn Utbe'ye anlatmaktan kendini alamayacaktı.
ayrılıp Efendimiz'in yanına gelmiş, görüp duyduklarını Allah Resülü'ne anlatmışlardı. Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/163-164
o da babası Utbe'ye aktaracak ve böylelikle rüya, kısa zaman içinde Kureyş'in dilinde pelesenk haline geliverecekti.
Ebu Süfyan'ın ulak olarak gönderdiği Damdam'ın Mekke'ye gelişinden üç gün önceydi. O akşam rüyasında .Atike Binti Abdulmuttalib, devesinin üzerinde Mekke'ye gelen ve Ebtah'ta durup da insanlan yüksek sesle savaşa çağıran bir adam görmüştü. Adam:
- Haydi savaş için hazırlanıp hemen yola çıkın! Çıkın ki, başınıza gelecek gadri ve devrileceğiniz yeri kendiniz görün, diyordu. Bir anda, etrafında büyük bir kalabalık toplanıvermişti. Ardından aynı adam, Kabe'ye geldi; insanlar da onu takip ediyorlardı. Ne gariplik ki, adamın devesi Kabe kadar büyümüştü ve adam da, gür sesiyle yine devesinin üzerinde aynı cümlesini tekrar ediyordu. Bir müddet sonra deve, Ebu Kubeys dağı kadar oluverdi; adam yine devenin üstündeydi ve aynı cümleyi tekrarlıyordu:
- Haydi savaş için hazırlanıp hemen yola çıkın! Çıkın ki, başınıza gelecek gadri ve devrileceğiniz yeri kendiniz görün!
Sonra, yerden büyükçe bir kayayı söküp aldı ve onu, Ebu Kubeys dağından aşağı doğru fırlatıverdi. Kaya, bir anda paramparça oluvermişti. Sonra da, bu kayadan ayrılan her bir parça, Mekke evlerinden mutlaka birine isabet etmiş ve içine girmişti.
Korkuyla uyanan .Atike Binti Abdulmuttalib, uzun zaman gördüğü rüyanın tesirinden kurtulamamış ve onu, kardeşi Abbas ile paylaşma lüzumunu hissetmişti. İşte, Mekke'de dile dolanan rüya bu idi.
Kabe'yi tavaf maksadıyla evinden çıkan Abbas, Ebu Cehil'le karşılaşacaktı. Yanında bir grup insanla .Atike'nin gördüğü rüyayı konuşuyorlardı. Abbas İbn Abdulmuttalib'in gelişini görünce:
- Ya Eba Fadl! Tavafını bitir de gel; seninle konuşacaklarım var, dedi Ebu Cehil. Tavaf bitip de yanlarına geldiğinde, alayvan bir tavırla döndü ve:
- Ey Muttaliboğulları! Aranızdaki bu kadın peygamber de ne zaman türedi, dedi.
- Sen, neden bahsediyorsun? N e peygamberi, diye karşılık verdi Abbas.
- .Atike'nin gördüğü rüya, dedi Ebu Cehil. Tavırlarıyla Abbas, olaydan haberinin olmadığını söylemeye çalışıyordu. Bu soruyu da:
Bedir'e Doğru
- Ne görmüş ki, diye cevaplayınca, Ebu Cehil ciddileşmeye başlamıştı:
- Ey Muttaliboğullan, diyordu. Erkeklerinizin, peygamberlik iddiasında bulunduğu yetmiyormuş gibi şimdi bir de kadınlannız mı peygamberliğe başladı! Tutmuş Atike, üç gün içinde başımıza büyük bir bela geleceğini söyleyip duruyor! Şayet, gerçekten söylediği doğru ise, üç gün geçtikten sonra bunu göreceğiz. Ancak, söyledikleri gerçekleşmezse işte o zaman biz, Araplar arasındaki en yalancı aile diye üzerinize öyle bir hüküm veririz ki, ömür boyu bu hükümden kurtulamazsınız!
Oradan aynlan Abbas, gerçeği bildiği halde bilmiyormuş gibi davrandığı için kendini ayıplıyordu. Akşam olup da Muttaliboğullan başına toplandığında, bu davranışının ne kadar tepki topladığını daha net görecekti. Ebu Cehil'le arasında geçen konuşmalan duyan yanına geliyor ve:
- Şu pis ve fasık adamın, erkeklerinize dil uzattığı yetmiyormuş gibi şimdi de kadınlara söz söyleyip hakaret ediyor ve bunun karşısında sen, sesini çıkarmıyorsun ha, diyorlardı. Bilhassa Atike Binti Abdulmuttalib'in, sırnnı serişte eden kardeşine olan kızgınlığına diyecek yoktu. O kadar üstüne gelmişlerdi ki, Abbas söz verdi; gidip Ebu Cehil'in karşısına dikilecek ve ağzının payını verecekti.
Üçüncü gündü. Her şeyi göze alan Abbas, kendince tedbirini almış ve doğruca Kabe'ye gelmişti. Tam tahmin ettiği gibiydi; Ebu Cehil de oradaydı. Keskin nazarlarla Abbas süzüyordu. Tam, yanına yaklaşıp da Ebu Cehil'e hak ettiği cevabı verecekti ki, devesinin üzerinde Batn-ı Vadi tarafından bağırarak gelen Damdam İbn Amr'in sesi araya giriverdi. Belli ki, çok önemli gelişmeler vardı. Dikkat çekebilmek için, Ebu Süfyan'ın kendisine öğrettiği gibi devesinin kulak ve burnunu kesmiş, üzerindeki palan ve eğeri parçalamış ve kendi gömleğini de parçalamayı ihmal etmemişti. Beklendiği gibi herkesin dikkati bir anda ona yönelivermişti; artık Mekke, dikkat kesilmiş ve Damdam'ın anlatacağı şeyleri merakla beklerneye durmuştu:
- Ey Kureyş topluluğu, diyordu. Felaket var, felaket! Ebu Süfyan'la birlikte Şam'a gönderdiğiniz mallannıza Muhammed ve ashabı el koydu! Ona yetişebileceğinizi de sanmıyorum. İmdat! İmdat!
Damdam'ın sözleri, Ebu Cehil'e de Abbas'a da her şeyi unutturmuştu:
- Muhammed ve ashabı, bu kervanın da İbn Hadrami'nin kervanı gibi olacağını mı sanıyor, diyorlardı. Ortalık, bir anda gerilmiş, zaten günlerden beri tedirgin bekleyen Kureyş, bir anda savaşa kilitlenivermişti.