- Asr-ı saadette toprak hukuku

Adsense kodları


Asr-ı saadette toprak hukuku

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Fri 1 October 2010, 04:35 pm GMT +0200
ASR-I SAADET'TE TOPRAK HUKUKUNUN TEŞEKKÜLÜ


Ali Bulaç
 

 

Alı Bülaç 1951 Yılında Mardin'de doğdu. İlk ve Orta öğreni­mini Mardin'de, yüksek öğrenimini İstanbul Yük­sek İslâm Enstitüsü (1975) ve İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nde (1980) yaptı. 1976'da Düşünce Dergisi ve Düşünce Yaymları'nı, 1984'te İnsan Yayınları'nı kurdu. 1987 yıhnda Za­man Gazetesi'nin kurucuları arasında yer aldı ve bir yıl Gazete'nin İstanbul Büro Şefliği görevini yürüttü. 1985-1992 yıllan arasında Kitap Dergi-si'ni, üç aylık araştırma dergisi Bilgi ve Hikmet'i yönetti. Çeşitli dergilerde, Milli Gazete, Yeni De­vir ve Zaman Gazetesi'nde çok sayıda yazı ve araş­tırmaları yayınlandı. 1988'de Türkiye Yazarlar Birliği "Fikir Ödülünü aldı. Evli ve dört çocuk ba­basıdır.

Bugüne kadar yayınlanan eserleri: Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (8. Bsm. 1993); Kur'an ve Sünnet Üzerine (3. Bsm. 1985); İslâm Dünyasında Düşünce Sorunları (A. Bsm. 1993.); Çağdaş Kavramlar ve Düzenler (13. Bsm. 1993); Gündemdeki Konular (3 Bsm. 1992); Ortadoğu Gerçeği (1988J; İslam Dünyasında Toplumsal Değişme (3. Bsm. 1993); Bir Aydın Sapması (3. Bsm. 1993.); İnsanın Özgürlük Arayışı (3. Bsm. 1992); Din ve Modernizm (3. Bsm. 1992);Nuh'un Gemisine Binmek (1992); İslam ve Fanatizm (1993); İslam ve Demokrasi -Teokrasi, Totalite-rizm-(1993).[1]

 

Giriş
 

Miladi 622 yılında Mekke'den Medine'ye yapılan hicretten sonra eski ismi Yesrib olan bu küçük şehirde İslâm'ın siyasi, sos­yal ve ekonomik alanlarda düzenli bir organizasyon şeklinde teza­hür etmesi islâm tarihinin önemli olaylarından biri, hatta en önemli olanıdır..

islâm tarihinde teşekkül eden toprak hukukunun, müetehid-lerin teorik çalışmaları veya şahsî öngörüleri sonucu değil de, İslâm devletinin bu ilk tatbikatım referans alarak vücud bulması. islâm'da toprak hukukunun mahiyetini ve şeklini araştıran her­kesi bu ilk dönemdeki tatbikata yöneltmek zorunda bırakır. Doğrusu da budur. Çünkü hukuk gibi diğer bütün faaliyet alanları ve ilimlerin beslenme ve ilham kaynağı Asr-ı Sa'adet'tir.

Toprak hukuku bağlamında şu söylenebilir ki, Asr-ı Saadet'le de toprağa ilişkin hukukî düzenlemeler teorik ve bir defalığına değil duruma ve vukubulan olayların mahiyetine göre yapılmıştır. Bir toprağın hangi hukukî statüye tâbi tutulacağım tayin eden şey, sözkonusu toprağın müslümanlarm eline geçiş şeklidir

Nitekim bu düzenleme de inen vahyin yol göstermesi doğrul­tusunda şekil bulmuş; savaş ve fetih hareketleri devanı ettikçe toprak üzerinde uygulanacak statü de inen ayetlerin öngördüğü veya Peygamber'in gösterdiği doğrultuda tespit edilmiştir.

Ayetler, toprağı ganimetler genel kavramı içerisinde çözüme bağlarken Hz, Peygamber bizzat uyguladığı sünnetlerin de bun­lar hakkında nasıl clavranılacağını yeri geldikçe açıklıyordu. [2]

 

Birinci Bölüm


TOPRAK TÜRLERİ


I. Mülk Ve Haracı Arazi
 

Fetihler sonucunda arazi hukuku genel anlamda üç kısma ay­rıldı:

a) Müslüman olup da toprakları kendilerinde kalan ve îslâm devletine öşür veren yerler, Taif gibi.

b) Savaş sonucu fethedilen ve topraklan müslümanlar ara­sında dağıtılan yerler, Hayber gibi.

c) Savaş yapılmadan teslim olan ve toprakları Fey hükmüne giren yerler, Beni Nadir gibi.

Hz. Peygamber Hayber'i fethedince onu gaziler arasında ga­nimet olarak taksim etti. Bu yeni tatbikata göre, beşe ayrılan bu toprakların 1/5'i Allah'a ve Resulüne ayrılır, geri kalan 4/5'i de mülk arazi olarak müslümanlar arasında dağıtılırdı. Ancak Hz. Ömer sonraki dönemlerde savaş yoluyla fethettiği arazileri tak­sim etmekten kaçındı ve Fey hükmünde kabul etti. Oysa Fey, müslümanlarlarm savaş yapmadan kazandıkları topraklar idi. Nitekim Hz. Peygamber Beni Nadir'in mallarına bu hükmü uygu­lamıştı.[3] Fey ve ganimet malları hakkında varid olan şu hadisi zikredelim:

«Üzerlerine at ve deve koşturmadığınız halde, (savaş yapma­dan) küffar beldelerinden herhangi bir beldeye geldiğiniz ve aha-lisiyle bir mal üzerine sulh yapıp orada ikamet ettinizse onlardan aldığınız fey olur, ki onun sarf yeri müslümanların tamamıdır. Allah'a ve Resulüne asi olan beldeye gelip de atlar koşturmak ve savaş yapmak suretiyle onlardan aldığınız mallara gelince onla­rın beşte bir'i Allah'ın ve Resâlünündür. Sonra, geri kalan beşte dördü ise sizindir»[4]

Ganimet malları mücahidler arasında taksim edilirken, Fey malları mücahidlere dağıtılmaz, mülkiyeti (rakabesi) devlette ka­lır. Onlardan cizye ve haraç alınır.[5] Şu nokta özellikle önemlidir:

Fey, elde ediliş tarihinden kıyamete kadar gelecek mü'mirilere aittir.[6]

Özetlersek, Fey mallan toplum adına mülkiyeti devlete ait olan mallardır. Hz. Ömer, savaşta fethedilen araziyi de Fey hük­müne sokmuş ve süren uzun tartışma ve müzakerelerden sonra Ashab ona uymuştur. Fey olan arazi haracı arazidir. Özel mülk konusu yapılamaz, ilerde de göreceğimiz gibi, Hz. Ömer Buceyle Kabilesine mülk-ganimet olarak verdiği araziyi üç sene sonra tek­rar ellerinden almıştır. Ancak devlet haracı araziden müslüman-lara ikta'larda bulunabilir. [7]

 

II. İkta
 

Haracı arazi üzerinde iki ikta şekline rastlanabilir.

a) Temliki ikta', b) Istiğlalen tkta'[8]

Birincisinde toprağın (rakabesi) ferde geçer, ikincisinde dev­lette kalır. Hz. Peygamber zamanında çeşitli iktalar yapılmıştır. Bu iktalann belli başlı özellikleri temliki ikta' olmamalarıdır. An­cak Asr-ı Saadette arazî vergilerinin kişilere ikta' edildiğine rast­lamak hemen hemen mümkün değildir, çünkü bu dönemde vergi­yi devlet memurları toplardı.[9] Verginin ikta'ına daha çok Osman­lılarda rastlanır ki, bu da iltizam usulüne yol açmış ve reayanın bir avuç insafsız mültezimin eline terkedilmesi sonucunu doğur­muştur. Asr-ı Saadet'te iktalar yapıldığında herkese işleyebilece­ği kadar toprak verilmesine büyük özen gösteriliyordu.. Nitekim işleyemiyecek kadar toprağa sahip olanların ellerinden fazla top­rakların alındığı ve işleyecek durumda olan topraksız müslüman-lara dağıtıldığı kaynaklarda zikredilmektedir.

ikta' sahibi muhtecir gibidir, işlemekten aciz olan kimseye toprak ikta' edilmez. Kendisine toprak ikta' edilen kişi, bu yerde üstün hak sahibidir. İcar ile gelirinden istifade edebileceğine ce­vaz verilmiştir. Mülkiyeti Beyt'ül-male ait olan arazinin satışı, rehnedilmesi, her türlü ferağ işlemleri ve vakfı hukuken muteber değildir. Mülkiyeti devlete ait olduğundan, hiçbir fert o yer üzerin­de mutlak malik değildir.

Bu sebepten satışı da yasaklamıştır.[10] Ebu Hanife dışındaki ekseri hukukçular bu arazinin kiraya verilebileceğini kabul eder­ler. Menfaatim hibe edebilir fakat satamaz.[11] Temliki olan iktalar da üç sene çalıştınlmazsa bu topraklar kendisine ikta edilenlerin ellerinden alınır. Devlet belli durumlarda bu topraklaramüdaha-le hakkını elinde bulundurmaktadır.[12] Fey arazi olan ve eski sahip­lerinin elinde bırakılarak kendilerinden cizye alınan haracı arazi­ler de müslüman olmayanlar (zımmîler) tarafından satılamaz­lar.[13]

 

III. Mevat Arazi
 

Genel kabul gören görüşe göre, Ölü (mevat) arazi şöyle tarif edilir: Bir müslüman veya zimmîye ait olmayan ve uzaklığı bir köy kenarındaki evden yüksek sesle bağırmak suretiyle duyulamaya-cak kadar uzak olan ve ihya edilmiş olmayan araziye denir.[14] Ölü araziyi ihya edebilmek için Ebu Hanife'ye göre, devlet başkanının iznini almak şarttır.[15] imam Şafii dışında kalan diğer hukukçula­ra göre, bir kimse mevat olan toprağı üst üste üç sene işleyemezse toprak elinden alınır ve bir başkasına devredilir.[16] Mecelle'de de mevat arazinin mutlak mülkiyet olamayacağı kaydedilir.[17] Yine Ebu Hanife'ye göre, bir kimse devlet başkanının iznini almadan arazi ihyasında bulunursa aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, ona malik olamaz. Belki zilyet olarak elinde kalabilir.

Bu tür mülkiyetlere el koyabilmek için zamanın geçmiş olma­sı (mürur-u zaman) Önemli bir faktör değildir: Atiyy b. Kays şu ola­yı anlatır: Bir kısım halk halife Ömer'den Şam'da bulunan Enzire topraklarım atlarını otlatmak, beslemek için istediler. Bu yerler onlara verildi. Halkın bazısı oraları ektiler; durum Halifeye ileti­lince ektikleri yerleri ellerinden aldı ve ektiklerinden dolayı da tazminata mahkum etti.[18] Haklı sebeplere isnad etmeyen ikta işlemleri üzerinden uzun sürenin geçmesi onu meşru kılmadığı gibi kişi menfaati amme menfaatine tercih de edilemez.[19] ilk zamanlarda arazi muayyen defterlere kaydedilmediğinden her türlü ihtilaflarda menkul mallardaki gibi şahit dinleniliyordu. Malı ellerinden çıkan, başkası tarafından işgal edilen arazinin maliki hak talebinde bulunur, geri almak isterse tek delili şahit idi.

Ca'fer b. Muhammed şöyle nakleder: Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatıma Halife Ebu Bekir'e gelerek; -Fedek'i bana ver. Zira babam onu bana vermişti, dediğinde, Ebu Bekir (r.a.) ondan şahit istedi. Bunun üzerine Ümmü Eymen ile Hz. Peygamberin azadlı-sı Kibah, Hz. Ebu Bekir'in katma gelerek şahitlik ettiler. Hz. Ebu Bekir: «Bu dava ancak bir erkek, iki kadının şahitlik etmesiyle is-bat olunur» diye cevap verdi.[20]

Hz. Ebu Bekir, eğer Hz. Fatıma iki kadın ve bir erkek şahit ge­tirseydi usulen Fedek arazisini ona devredecekti. Ancak Fedek arazisinin Peygamberin arazisi olduğu ve Hz. Peygamber'in de kendisinden sonra mirasçı bırakmadığı bilinmektedir. Çünkü «Peygamberler miras bırakmaz," hadisi vardır. Bizim için bu Ör­nekte önemli olan Halife Hz. Ebu Bekir'in takıp ettiği usuldür. Mürur-u zaman haklı olmayan mülkiyeti meşru kılmaz.[21]

 

IV. Vakıf Arazi
 

Anadolu'da Osmanlılardan beri çok geniş toprak parçalarının vakıf toprakları olduğu malumdur. Vakfedilen arazi veya taşın­maz mal kıyamete kadar vakfedildiği gayeyi gerçekleştirmek üze­re kullanılır. Vakıf arazi üzerinde özel mülkiyet hukuken sözko-nusu olamaz.

Vakıf, Asr-ı Saadetten beri süregelen bir uygulamadır. Hz. Ebu Bekir Mekke'deki evini, Zübeyr b. el-Avvam evlerini, Hz. Ömer ve Hz. Osman da Hayber'deki mülklerini vakfetmişlerdir.[22] Konumuza açıklık getirmesi bakımından Hz. Osman (r.a.) Hayber'deki arazisini vakfederken yazdırdığı vakıfnameyi aşağı­ya alalım:

«Esirgeyen bağışlayan Allah'ın adı ile. İşte, şu Osman b. Af-fanın sağlığında Hayber'deki malından tasaddukta bulunduğu­na dair bir belgedir. O mala îbn-u Ebi'l-Hukeyk malı denilir. Bu­nu (oğlu) Eban b. Osman'a kafi bir tasaddukla vermiştir ki, asla satılamaz, hibe edilemez, mirasla intikal edemez. Bu işleme Hz. Ali b. Ebi Talib ve Usame b. Zeyd şahid olmuş, Üsame (belgeyi) yazmıştır».

imam Malik de vakıf işlemi ile rakabe vakfın mülkünden çık­mamasına rağmen satamaz, hibe edemez, miras yolu ile vereseye intikal edemez, der. îmanı Malik'in görüşü ve Hz. Osman'ın vakfi­yesinden de anlaşılacağı gibi bu tür araziler satış, hibe ve miras konusu yapılamayacaklarından özel mülkiyet konusu da olamaz­lar. Bu yolda ortaya çıkan özel mülkiyet, vakıf hukukunca meşru olmayan bir mülkiyettir ve devletin görevi bunları gasıplarm elin­den alıp esas gayelerine hizmet eder hale getirmektir. Vakıf arazi üzerinde mütevellinin emri ve izni olmaksızın kendi malı ile ağaç dikerse, bina yaparsa, bu ağaçlar ve binalar vakfa bağış sayılır, iş­leri yapan kimse masraflarını almak için mütevelliye başvurama-yacağı gibi, ağaçlan ve binaları sökemez de.[23]

Bugün için Anadolu'da ve diğer yerlerde birçok arazi ve taşın­maz mal vakıftır. Kendi gayeleri dışında kullanılamayacak olan vakıflar üzerinde yapılabilecek en olumlu işlem, bunları eski sta­tülerine döndürmekti. Kapsamlı bir çalışma bunu kolaylıkla sağ­layabilir. Ancak, Osmanlılardan beri süregelen birtakım vakıflar var ki, bunlar «Vakf-ı gayr-ı sahih» hükmündedir. Sahih olmayan bu vakıflar, Fey olan arazinin üzerinde kurulmuştur. Halbuki bi araziler rakabesi devlete ait olmak suretiyle kimseye de temliki anlamda ikta edilmemiştir. Bu durumda islâm devleti sahih olmayan bütün vakıfları bu günkü işleticilerin elinden almak ve uygun göreceği şekilde ya ikta etmek veya devlet harcamaları için bir kaynak olarak kullanmak durumundadır.

Bir çok vakıf malı Cumhuriyetten beri ya işgal edilmiştir ya da gayr-ı müslimlere satılmıştır. Böylesi işlemler de tamamen muteber değildir.[24]

 

V. Toprak Tevziinde Sınırlama
 

Asr-ı Saadet'te yapılan toprak kesimleri (ikta'lar) günün şart­larına ve kendilerine ikta yapılan ailelerin ihtiyaçlarına göre belli düzenlemelere tâbidir. Bu konuda bazı sınırlamalara gidildiğini görüyoruz. Çifçilere işleyebileceklerinden fazla toprak dağıtılma­sı olayına Hz. Peygamberin döneminden Osmanlının orta zaman­larına kadar rastlanamaz. Aşağıda nakledeceğimiz örnekler bu konuya bir açıklık getirmesi bakımından önemlidir.

Bilal b. el-Haris el-Müzeni babasından, o da Hz. Peygam-ber'den şunu rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.v.) babasına bir ye­rin tamamını vermişti. Hz. Ömer (r.a.) halife olunca Bilal'e:

«Şüphesiz Allah'ın Resulü, insanları oraya sokmamak için o yerleri sana vermiştir. Sen ondan işleyebileceğin kadarını al, arta kalanını geri ver,» demiştir. Bilal vermek istemez ve «vallahi bir­se vermem» deyince, Hz. Ömer de rızası olmadan onun işleyemedi-ği miktarı alır, müslümanlar arasında taksim eder.[25]

Bu olaydan şunu anlıyoruz:

Hz. Peygamber (s.a.v.) Bilal'e işlemek üzere toprak verir. Ancak Bilal bunu işlemez veya işleyemez. Bu durumda Hz. Ömer işleyemediği toprağı elinden zorla alır. Üstelik mülkiyet hakkı bizzat Peygamber tarafından verilmiş ve tescil edilmiş olmasına bakılmaksızın. Çünkü Hz. Ömer toprağın işlenmek üzere Hz. Pey­gamber tarafından verildiğini biliyordu. Bu gibi durumlarda dev­let başkam daha büyük zararlara açık kapılar bırakmamak için şeklen meşru bir kimliğe bürünen mülkiyet hakkına müdahale et­me yetkisine sahiptir. Aşağıda nakledeceğimiz olay, meşru görü­len mülkiyete hangi durumlarda ve şartlarda devletçe müdahale edileceğine daha açık delil olacaktır.

Ebu Süfyan evinin etrafında durur, ayağını yere vurarak:

- Şu arazi ta yukarı kısımlara kadar benimdir, der. îbni Fer-kad der ki: Bu durum Halife Hz. Ömer'e akratılmca, Hz. Ömer Ebu Süfyan'a şöyle der:

- Etrafını duvarla çevirmedikçe, araziyi ekip biçmedikçe bu arazi kimsenin olamaz. Önemli olan ihyadır.[26]

Bu olaydan da kolayca anlaşılabileceği gibi Halife Ömer (r.a.), toprağa sahip olma hakkını onu işleme ile sınırlandırmıştır ki, bu durum yukarıda naklettiğimiz olayla bir tetabuk (uyum) halinde­dir.

Yine Abbasiler döneminde "Mesrukan" denilen yer Ebu Bek-re ailesinin alinde bulunuyordu. Resmî kayıtlarda sözkonusu top­rak 100 cerib iken Halife el-Mansur'un memurları tarafından ölçüldüğünde 1000 cerib olduğu ortaya çıktı. Memurlar bu 1000 ceribden ancak 100 ceribini Ebu Bekir ailesine bırakarak geri ka­lan 900 ceribi ellerinden aldılar.[27]

Bu iki örnekten anlaşılan şu ki; Bir kişinin elinde işleyemeye­ceğinden fazla veya haksızca bulundurduğu toprağa devletçe el konulmaktadır. Bu da, mülkiyet hakkını toplumsal hayatta tamamen ilga etmek veya sosyalist doktrinin Öngördüğü şekilde devletin mülkiyetine geçirmek anlamına gelmez. Böylesi tutum­larda önemle korunan ilke veya sağlanmak istenen fayda, topra­ğın îslâm hukukunun örgördüğü şekilde dağılımını sağlamak ve toplum içinde fertler arasında doğması muhtemel ekonomik den­gesizliklere ortam hazırlamamaktır. Kapitalist hukuk anlayışı içinde sermaye ve toprak sahibi bir kişinin, dilediği kadar toprağa malik olmasında herhangi bir sakınca görülmemiş; tersine, ser­maye birikimi için kaçınılmaz bir yol kabul edilmiştir. Sosyalizm ise kapitalizmin tamamen dışında ve karşısında bir anlayış geti­rerek toprağın ve toprak üzerindeki her türlü tasarruf, yararlan­ma ve mülkiyet hakkının ancak devlete ait olabileceği fikrini be­nimsemiştir.

Dikkat edilecek olursa birbirinden son derece farklı gözüken bu her iki sistemde netice itibariyle ortaya çıkan durum, toprakta çalışan insanların köleleştirilmesidir. Kapitalist anlayış, toprak mülkiyetini sınırsız ve mutlak anlamda fertlere veya toprak ağa­larına verirken, sosyalist anlayış, bunu devlete ve devletin ege­men sınıfını oluşturan seçkinlerin yönetimine vermektedir. İslâm hukuku çerçevesinde toprak üzerinde özel mülkiyete sahip olmak mümkündür; belli durum ve şartlarda kişilere toprak üzerinde Özel mülkiyet hakkı tanınmıştır. Çoğu durumda özel mülkiyet fet­hedilen toprakların "Fey" sayılmayıp Ganimet hükmünde tcliikkî edilmesi veya devletin kararı ile ölü toprakların işletme açılması halinde gerçekleşebilir. Eğer toprak fetih sonucu elde edilmişse ve devlet gelirlerini bütün müslümanlara tahsis etme politikasını takip etmişse (fey) bu durumda fert devletçe kendisine ikta edilen arazinin ancak gelirine sahip olabilir. Toprağın mülkiyeti yine devletindir. Bu arada devletin temliki iktalarda da bulunabilece­ğini daha önceleri zikretmiştik. Ancak burda bizi ilgilendiren asıl husus, devletin ister ganimet taksiminde, ister iktalarda veya ölü toprakları ihya işleminde, fertlere toprak dağıtınca onlara ancak ihtiyaçlarına yetecek ve işleyebilecekleri kadar toprak vermesi il­kesine büyük bir önem ve dikkat göstermesidir.

Kur'an'm genel ilkelerinden ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in tat­bikatından hareketle teşekkül eden toprak hukukunda niçin bu hedeflerin gözetildiğine daha yakından bakmakta yarar vardır:

Yeryüzü nimetlerinin insanlar için yaratıldığına işaret eden Kur'ân-ı Kerim, insanın bir takım kontrol mekanizmaları olmak­sızın güvenilemiyecek bir varlık olduğunu, zaman zaman isyana, zulme ve nankörlüğe sapabileceğini [28]belirterek, mülk üzerinde her türlü hakimiyet, kontrol ve tasarruf hakkının ancak Allah'a ait olabileceğini beyan eder. Her türlü kayda ve şarta bağlı olmayı reddeden (yani mutlak anlamda ferdin hakları ilkesinden hareket edilerek geliştirilen hukuk felsefelerine göre) tamamen ferdin kontrol ve hakimiyetine terkedilmiş mülkiyetin zulme yol açabi­leceği geçmiş çağlardan beri müşahede edilmektedir. Sınıflı top­lumlarda sınıflar arasındaki dengesizliğe, adaletsiz mülkiyetin yol açtığı bilinen bir husustur.

Kur'ân-ı Kerim mülkiyet konusuna şöyle değinir: «Yoksa on­ların mülkten bir hisseleri mi var? (Eğer) öyle olsa (idi), insanlara bir çekirdeğin zerresini bile vermezler di.»[29] tbni Kesir'e göre eğer insanlara "mülk"ten (mutlak ve sınırsız anlamda) hisseler tanın-saydı alabildiğine cimriliğe sapar ve başkalarına hiç bir şey ver­mek istemezlerdi, insanda fıtri bir temayül olan cimriliğin top­lumsal hayatta ve onun önemli parçası ekonomik ilişkilerde geniş halk kitleleri aleyhine işleyen bir mekanizmaya dönüşmemesi için bir takım etkin tedbirlere ihtiyaç duyulacağı kolayca kabul edilebilir. Belki islâm'a liberal gözlüklerin arkasından bakanlar, bu ve buna benzer ayetleri anlamakta güçlük çekebilirler, ama ay­nı ayeti destekleyen ve daha açık izah eden hadislere, islâm'ın ilk dönem uygulamalarına bakıldığında, islâm'ın hiç de liberal kapi­talizme benzemediğini göreceklerdir.

Son tahlilde mülkiyet hakkı Allah'ındır. Ümmetin hür irade­siyle işbaşına getirilen devlet başkanı (halife), zayıfların sığmağı ve mazlumların yardımcı sidir.[30] Gayri meşru yollardan kazanı­lan, toplumda iktisadi dengesizliği körükleyen ve olağanüstü za­manlarda muhtaçlara ulaştırılaimyan mülkiyete devlet başkanı çekinmeden el koyabilir. «Hiç kimse mülkünde tasarruftan men olunamaz. Meğer ki diğerlerine zararı fahiş ola. O halde men olu­nabilir.»[31] Mecellede mülkiyet üzerinde tasarruftan el çektirme, topluma fahiş zararlarla sınırlandırılmıştır. Fakat fahiş zararı ol­mayan ve bazan kazanılmış bir hak gibi görünen mülkiyete de el konulduğu Asr-ı Saadet tabikatmda görülmektedir. Yine Mecelle'de genel bir kaide olarak: «Zarar-ı âmmı def için zarar-ı has ihtiyar olunur.»[32] denilmektedir. [33]

 

VI. İslâm'la Toprakların Yeniden Tevziî
 

Özellikle toprak konusunda liberal bir tutum içinde görünen bazı bilginlere göre[34] cahiliye döneminde Özel mülkiyet vardı. Ve Hz. Peygamber hiçbir özel mülke müdahale etmeden eski statüyü devam ettirmiştir. Bu bir iddiadır ve doğruluğunu tartışmakta ya­rar vardır. Önce şunu kaydedelim: islâm, cahili düzenleri duruma göre kökten değiştirmek, duruma göre de ıslah ve yeniden tanzim etmek üzere gelmiştir.

Cahiliye döneminde olup-biten bütün zulümler islâm tarafın­dan telafi edilir. Cahiliyenin statüsü olduğu gibi muhafaza edile­rek islâm'ın öngördüğü adalet ve hakkaniyeti gerçekleştirmek mümkün değildir.[35] Nitekim Hz. Peygamber cahiliye devrinde olan ahidlerin İslâm'da olmadığım buyurur. Sözgelimi cahiliyede hamile olan dişi develerin satışı geçerli iken, islâm'ın gelişi ile bu satış yasaklanmıştır.[36] Faiz, kumar, rüşvet, karaborsacılık, vb. bütün akidler ve işlemler örnek gösterilebilir. Müslüman olan bir kimse müslümanlarm lehine olan onun da lehine, müslümanlarm aleyhine olan onun da aleyhinedir. Çünkü islâm önceki dinlere ait olan (bozuk ve gayr-ı adil) esasları yıkmıştır.[37] Aşağıda sunacağı­mız örnek iddiamızı destekleyecek mahiyette görünmektedir:

Taif müslümanlarm eline geçtikten sonra, Hz. Peygamber, Taif i muhasara eden Sahr'ı çağırtmıştı. Sahr'm Medine'ye geldi­ğini haber alan Selimoğulları Peygambere gelerek şöyle dedi:

- Ey Allah'ın Resulü, biz gayr-ı müslim iken Sahr, bütün ku­yularımızı almıştı. Artık müslüman olduk, kuyularımızın iade edilmesi lazım.

Hz. Peygamber, Sahra kuyuları iade etmesini emreder. Ve: «Bir kabile müslüman oldu mu malına sahip olur.» buyurur. Sahr da bu emri yerine getirir.[38]

Konuya ilişkin imam Şafii şöyle der: Bir kimse emanla düş­man ülkesinde bazı menkul veya gayr-i menkul mallar kazanabi­lir veya düşman ülkesinde mülkü olan birisi hicret edip islâm ülkesine girer, sonra bu yerler islâm orduları.tarafından fethedi-lirse, o yerdeki arazinin tamamı savaşa katılanların hakkıdır. Zira ülke savaşla fethedilmiş olup o yerde devlet başkanının tak­dir ettiği muamele icra edilir.[39]

Hz. Ömer (r.a.) Irak fatihi Sa'd b. Ebi Vakkas'a gönderdiği mektupla şöyle der:

«- Her kim savaştan önce davetine uyar da müslüman olursa, o kimse müslümanlardan bir fert sayılır. Müslümanlar için zaruri olan hak ve vecibeler onun için de tahakkuk etmiş olur. Onun da İslâm'da bir payı vardır. Her kim savaş ve hezimetten sonra islâm davetine icabet ederse o da müslamanlardan bir ferttir. Ancak onun malı müslümanlarmdır. Zira müslümanlar onun malını o müslüman olmazdan önce elde etmişlerdir.»[40]

İslâm orduları tarafından fethedilen yerler hakkında uygula­nacak statü belli hukukî kurralar ve maslahatlar gözetilerek tesbit edilir. Bu konuda devlet başkanına belli bir yetki ve inisiyatif tanınmıştır. Bu genel esaslar dahilinde devlet başkanı, dilerse Hz. Peygamber'in Hayber fethinde yaptığı gibi ganimet mallarını tak­sim eder, dilerse Hz. Ömer'in Irak ve Şam arazilerinde yaptığı gibi fey hükmüne sokup bütün müslümanlann harcamalarına ayırır.

Yeni müslüman olan biri Hz. Ömer'e gelerek. « Ben müslüman oldum. Arazimin haracını kaldır» der. Halife de:

«Senin toprağın silah zoruyla alınmıştır. Müslümanlann feyi-dir.» cevabını verir. Benzeri bir olay Hz. Ali'ye de isnat edilir.[41] Ancak Hz. Peygamber zamanında fethedilmiş arazinin statüsü değiştirilemez. Diğer yerlerde halife tercihinde serbesttir.[42] Hali­fe Hz. Ömer'in Sevad arazisini fey yapması gibi. Ekseri hukukçu­lara göre sahiplerinin müslüman olması haracı değiştirmediği gibi mülkiyetlerine geçmesine de imkan vermez; îmam'm kontro­lüne geçer. Devlet onu yeniden ikta edebilir.[43]

Yukarıda sıraladığımız örneklere dayanıp muhtemel olan şu sonuca varabiliriz: islâm, eskiden hakim olduğu yerlerde tekrar hakim durumu geçerse, şu iki tutumdan birini takınabilir:

1- Bütün arazileri, yeraltı servetlerim ve taşınmaz malları es­ki statülerine kavuşturur. Yani Hz. Peygamber'den hilafetin ilga­sına kadar olan dönem içinde tesbit edilen hukuki statüyü canlan­dırır. Bu durumda Mekke, Medine ve Hayber arazisi (genel olarak Arap Yarımadası) mülk-öşür arazisi olur. Irak, Şam ve Mısır ara­zileri de mülkiyetleri devlete ait olmak üzere haraci, Anadolu arazisi miri arazi kabul edilir. Bu durumda Arap yarımadası dı­şında kalan topraklar üzerinde yapılan iktalar temliki iktalar değilse mevcut ferdî mülkiyet hükümsüz durumda kalır.

2- «Bu ülkeler bir kere islâm hakimiyetinden çıkmıştır» fik­rinden hareket edilerek, islâm devletinin uygun göreceği yeni bir statüye kavuşturma cihetine gidilir. O da Hz. Peygamberin Hay-ber'de yaptığı gibi mülk-öşür arazisi olur, ya da Hz. Ömer'in Se-vad'a yaptığı gibi fey-arazi kabul edilir. Bu durumda da topraklar üzerinde yeni bir dağıtım şekli ortaya çıkar ki, bu da mevcut mül­kiyet düzeninin yeniden gözden geçirilmesini gerektirir.[44]


[1] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/115-116.

[2] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/117.

[3] Sahih-i Müslim, 5/379, Hds. No: 1757.

[4] Sahih-i Müslim 5/378, Hds. No: 1756.

[5] Yahya b. Adem, Kitabü'l Haraç, s. 18.

[6] İmam Ebu Yusuf, Kitabü'l-Haraç, s. 56.

[7] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/118-119.

[8] Tecrid,6/260.

[9] Doç.Dr. AH Şafak, îslâm Arazi Hukuku, İstanbul 1977, s. 343.

[10] Ibn Rüşd, Bidayetii'l Milctehid, 1/228.

[11] Tecrid, 7/260.

[12] Dr. Süleyman Ateş İslâm ve Toprak, İlah. Fakt. Derg. . XVII, s. 218.

[13] Malik b. Enes, el-Müdevvene, 4/273, Nak. A. Şafak, a.g.e., s. 159.

Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/119-120.

[14] Abdullah b. Mahmud b. Mevdud, el-îhüyar, Kahire (t.y.) 3,66.

[15] Şevkanî, Neylü'l-Evtar, Mısır, 1380, 3. Basım, 5/320, Maverdi, Ahkamu's-Sultaniye, İstanbul 1976, s. 98, (Dr. A. Şafak, Çev.)

[16] el-îbtiyar, 3/67.

[17] Mecelle, 1272.

[18] Ebu Ubeyd, Kitabü'l-Emval, s. 400.

[19] Doç.Dr.Ali Şafak, a.g.e., s. 216.

[20] Belazurî, Fiituhıt'l-Büldan, M.E.B. bask. 1/54.

[21] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/120-121.

[22] Kettanî'den nakl. Doç.Dr.A.Şafak, a.g.e., s. 260.

[23] Ali Haydar, Şerhi K. Arazi, s. 152, Nakl. A. Şafak, a.g.e., s. 267.

[24] İstanbul'da eski gayri menkullerin 2/3'ü vakıf malıdır veya vakıf arazisi üzerine kurulmuştur. Bunların üzerindeki mülkiyet haklarına hiçbir şe­kilde müdahale edilemeyeceği elbette söylenemez.

Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/121-122.

[25] Yahya b.Adem, Kitabü'l-Harac, s. 89.

[26] İmam Şafiî, el-Ümm, 3/269.

[27] Belazurî. Futuhul Büldan 2/206.

[28] en-Nisa, 89.

[29] en-Nisa, 53.

[30] İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kuram'l-Azim, 1388, Beyrut 1/513

[31] Aclunî, Keşfu'l-Hafa, 1/156

[32] Mecelle, 1194

[33] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/123-126.

[34] Ebu'1-A'lâ el-Mevdudî, İslâm ve Toprak Meselesi, İrfan, y. İstanbul.

[35] Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, 7/73, hsd No: 1035.

[36] Kamil Miras, a.g.e., 6/462, hds. No: 996.

[37] Ebu Ubeyd, Kitabü'l-Emual, s. 129.

[38] Ebu Ubeyd, a.g.e., 280, Meulana Numan Şibli, Asr-ı Saadet, 2/73.

[39] İmam Şafiî, el-Ümm, 7/334

[40] İmam Ebu Yusuf, Kitabii'l-Haraç, s. 57 (A.Özek Çev.)

[41] Ebu Ubeyd,a.g.e.,s. 211

[42] İmam Ebu Yusuf, a.g.e., 60.

[43] Yahya b. Adem, Kitabü'l-Haraç, Kahire, 1384 s. 62.

[44] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/126-128.