- Asr-ı saadette devlet bütçesi

Adsense kodları


Asr-ı saadette devlet bütçesi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Sat 2 October 2010, 06:57 pm GMT +0200
ASR-I SAADET'TE DEVLET BÜTÇESİ


Doç. Dr. Celal Yeniçeri
 

Celal Yeniçeri 1942 yılında İstanbul Şile/Omçoğlu köyünde doğdu. İlkokulu köyünde bitirdi, 1963 yılında (Î.H.L) ve 1968 yılında da İstanbul Yüksek İslam Enstitü­sünü bitirdi. Askerlik görevini müteakip 1970'de ortaöğretimde Öğretmenliğe başladı ve 1985'de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim görevlisi olarak tayini yapıldı. 1973'de "el-lhtîyar" adlı eseri Türkçeye tercüme ederek yayınladı. 1980'de "İslâm İktisadının Esasları" adlı bir eserini daha neşretti. 1978'de (Atatürk Üniversitesi İslâmî İlahiyat Fakültesi)'ne bağlı olarak ve Prof.Dr. Salih Tuğ yönetiminde İslâm Hukuku'nda doktora yapmaya başladı ve 1983'de "İslâm'da Devlet Bütçesi Hukuku ve İlgili Müesse­selerin Ortaya Çıkışı" tezi ile Doktor unvanını ka­zandı. Bu çalışması 1984'te basıldı. Pek çok yayın­lanmış makaleleri bulunup halen "İslâm'da Ça­lışma Hayatının Düzenlenmesi" ve "İslâm Dü­şüncesinde Kainat ve İmkanları" mevzuları üze­rinde çalışmaktadır. 1989'da Doçentliğe terfi et­miştir. Eserleri:

- el-İhtiyar Metni Muhtar Tercümesi  İslâm İktisadının Esasları  İslâm'da Devlet Bütçesi. [1]

 

Giriş
 

İSLÂM'DA DEVLET
 

1- Devletin Ortaya Çıkışı
 

Devlet Bütçesi mevzuunu işlerken önce Devletten ve onun or­taya çıkışından bahsetmek gerekir. Çünki bir devlet olmadan Bütçeden söz edilemez. Bu devleti kuran Hz. Muhammed (s.a.v.) Miladi 571 tarihinde Mekke'de doğdu. Onun doğup büyüdüğü bu şehir, Oligarşik-Pederşahî bir teşkilata sahipti ki bunu bir devlet olarak kabul etmek mümkün değildir. Sadece Mekke bölgesinde değil Hz. Peygamberin dünyaya geldiği devirde Arabistan yarı­madasında esas manasiyle hiçbir devlet yoktu. Yemen'de Kinde Krallığı yerine de uzun zamandan beri bir kabile anarşisi kaim ol­muştu ve kıyı bölgeleri genellikle Iran, Bizans veya Habeş gibi ya­bancı bir himaye altında bulunuyordu.

Mekke Şehir Devletinde 20'ye yakın vazife vardı ve tevarüs yoluyla intikal eden bu vazifeler Kureyş Kabilesi içindeki Boylara taksim edilmişlerdi.[2] Hz. Muhammed'in ailesi uhdesinde ise sade­ce Zemzem kuyusu hizmeti vardı ki diğer görevler arasında bunun pek önemi yoktu. Diğer taraftan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in babası, oğlunun mirasçı olabileceği hiçbir idarî imtiyaza sahib olmamıştı. Dedesinin imtiyazları miras yoluyla amcası Ebu Talib'e, sonra da öteki amcası Abbas'a geçmişti. Sıralarındaki mevcut şartlar altın­da Hz. Muhammed'in kendi kabilesi içerisinde idari bir selahiyet elde etme imkanı yoktu. Bütün şehir söz konusu olunca bu imkan daha da azalıyordu.

Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamber olduktan sonra, Mekke devrindeyken bir devlet kurmayı düşünmedi. Çünki O, maddî bir iktidar peşinde değildi. Hatta, ona peygamberlikten vazgeçip putlara dil uzatmaması şartiyle Mekke Şehir-Devletinin başkanlığı teklif edildi ve o, bu teklin reddetti. Hz. Peygamber, Mekke'de sa­dece cemaatını çoğaltmayı düşünmekteydi. Eğer bir kabile veya bir bölge müslüman olursa siyasî iktidar kendiliğinden onun eline geçecektir ve devlet kurmak da tabiatiyle kaçınılmaz olacaktır. Ancak ona göre Devlet bir gaye değil sadece bir vasıtadır.

Hz. Muhammed (s.a.v.) Mekke'de müslümanlarm sadece dinî başkanlarıydı. Ancak bu başkanlığı, müslümanlarm her şeyin üs­tünde tuttukları muhakkaktır. Hicretten önce Hz. Peygamber, Mekke'nin Akabe mevkiinde gizlice Medinelilerle bir kaç kere bu­luştu ve bu buluşmanın ikincisine 12 Medineli katılıp ona biat et­tiler yani bağlılık yemininde bulundular. Bu, siyasî bir mukavele idi ki Medine'de kurulan İslâm Devletinin temeli buna dayan­maktadır ve Hz. Peygamber bu mukavele gereği M. 622 tarihinde hicret ettiği zaman Medine Şehir-Devletinin itirazsız başkanı ol­muştu. Akabe mevkiinde yapılan yeminin metni bilinmektedir, şöyleki:

«Refahda olduğu kadar sıkıntıda da, sevinçte olduğu kadar üzüntüde de dinlemek ve itaat etmek (başta gelir). Seni kendi nef­simizden üstün tutacağız. Ve emir ve kumanda hangimizde olursa ona muhalefet etmiyeceğiz. Nerede bulunursak bulunalım haki­kati beyan edeceğiz. Allah yolunda kimsenin ayıplamasından korkmıyacağız...»[3]

Hz. Peygamber, Medineye yerleşince eksik olan tek unsur ya­ni "ülke" kendisine verildi ve o, Medine'de bir Şehir-Devlet kur­mak ve idare etmek üzere dünyada ilk olarak yazılı bir "Anayasa" yapmak şerefini elde etti. Muhammed Hamidullah'm belirttiğine göre bu anayasa, başlangıçta sadece Medine Şehir Devleti için ha­zırlanmış olmakla birlikte yalnız Medine için millî ve mahallî bir anayasa mahiyetinde değildi; bilakis bu anayasa Islâmlaşmış başka bir bölgeye veya Medine'ye ilave olunan bir yere de tatbik edilebiliyordu.[4]

Hz. Muhammed, Musa Peygamber gibi kendisine bir vezir ta­yin etmedi.[5] Peygamberlik müessesesinin en sonunda yer alan peygamberin her türlü ortaktan uzak bulunması gerekir. Diğer taraftan o, vefatım müteakip başkanlığı üstlenecek bir halife de seçmedi ve böylece seçim sistemini doğuran şartları hazırlamış ol­du. Resûlullah, Yusuf peygamber gibi daha önce bir vezirlik göre­vinde de bulunmadı.[6]O, yukarda da temas edildiği gibi peygam­berlikten önce hiçbir idari vazifeyi üstlenmiş değildi.

Kendisine bir vezir tayin etmemekle beraber Resûlullah, ve­zir ve yardımcılarının çokluğu ile övünmekte ve önceki peygam­berlerin kendisi kadar vezir ve yardımcılarına sahip bulunmadık­larını şöyle anlatmaktadır. «Benden önceki peygamberlere ancak yedi nakib, vezir ve necib verilmiştir. Bana ise 14 vezir, nakib ve necib verildi. Bunların 7'si Kureyş'ten, 7'si Muhacirlerdendir.»[7] Hz. Peygamber kendisine bir vezir tayin etmemekle beraber onun, vezir mesabesinde pek çok yardımcıları vardı. İbn Abbas (r.a.)'a göre; Ebû Bekir vr Ömer (r.a.) onun iki veziri idiler.[8] Diğer yönden onun daha 3 Akabe biatmdan başlamak üzere cemaatım teşkilat­landırdığım görmekteyiz. 73 kişinin katıldığı bu biatta Hz. Mu­hammed (s.a.v.) müttefik 12 kabileyi temsil etmek üzere Medineli Evs ve Hazrec kabilelerinden 12 nakib ve bunların üstünde de bir "nakîbu'n-nukabâ" tayin etti.[9] îbn Hişâm'm kitabında yer alan bir sözlerinde Resûlullah bu nakiblere; Hz. İsa'ya Havarilerin vekil oldukları gibi onların da kavimleri içerisinde birer vekil olduğu­nu, bildirmişlerdi.[10] Böylece 2. biatla temeli atılmış olan devletin, 3. biatla idarî teşkilatlanması başlatılmış oldu. Medine devrinde ihtiyaç duyuldukça diğer vazife ve memuriyetler ihdas edildi. Dinî ve idarî hizmetler, kâtiplik, malî ve askerî iş ve memuriyetler bun­ların başında geliyordu.

Nakiblerden ayrı olarak Hz. Peygamber, ilk defa 8. hicrî yılda Huneyn muharebesi esnasında her [11]kişiye bir "arif tayin etti. Bazı kaynaklarda "ariflik" askerî bir rütbe ve memuriyet olarak tarif ediliyor ise de[12] biz gerek nakiblerle ve gerekse de ariflerle çeşitli meseleler hakkında istişareler yapıldığını ve halk reyinin öğrenilmesinde onlara müracaat edildiğini görüyoruz.[13]

Hanbelî mezhebinden olan Ibn Kudame, kendi mezhebinin, Hz. Peygamberin Huneyn'deki tatbikatına bakarak; devlet baş­kanınca bir divan kurulması ve her kabileye bir arif tayin edilmesi gerektiği kanaatmda olduğunu, yazar.[14] Bütün bunlar, ariflerin askerî teşkilat içerisinde yer aldıkları kadar sivil idarede de vazife gördüklerini gösterir. Öte yandan Mâverdî, nakiblerin vazifeleri arasında fey ve ganimet gelirlerini hak sahiplerine dağıtmalarım da sıralamaktadır.[15] Böylece toplum daha Hz. Peygamber devrin­de en küçük birimine kadar bir teşkilat içerisine alınmış oluyordu. Gerek zekat ve gerekse de diğer gelir çeşitlerinin hak sahiplerine ulaştırılması zarureti böyle bir teşkilatlanmayı gerekli kılmış ola­bilir. [16]

 

2- Devletin Yapısı
 

Medine Şehir-Devleti ilk kurulduğu yıllarda federatif yapı­daydı. Daha sonra Necrân, Bahreyn, Hadramut, Uman ve Yemen gibi eyaletler, Hz. Peygamberin devletine bağlanınca, şehir-dev-let bir nevi "konfederal" bir yapıya dönüştü. Şu kadar varki Hz. Peygamber tek ve sürekli başkan olma durumundaydı. Her eya­let, iç işlerinde serbest olan vali (âmil) ler tarafından idare edili­yordu. Buna göre M. Hamidullahin dediği gibi "ademi merkezi­yet" ve "dolaylı idare" usulü, kaide olarak görünüyor.

Hz. Peygamberin, Medinelilerle 3, Akabe biati sırasında, her kabileye idarî işlerini yürütmekle vazifeli bir nakib ve bir de bu nakibler üzerinde, daha geniş selahiyetleri olan ve onları denecli-yecek bir mevkide bulunan bir "nakîbu'n-nukabâ" tayin ettiğini gördük. Bu son Akabe biati hicretten bir yıl kadar Önce olduğuna göre bu baş nakîbin bazı mevzularda hicret öncesi, Resûlullah ile danışmalar yapmaya mecbur kalabileceğini düşünebiliriz. Hz. Peygamberin bu tatbikatı daha sonra da devam etti ve müslüman olan her yeni kabile içerisinden Resûlullah kendisine nâib olan bir başkan seçiyor veya eski kabile reisini aynı görevde tutuyordu, iç işlerinde muhtar olan kabile veya bölgeye duruma göre merkezî hükümet müdahale edebiliyordu.

Merkezden tayin edilen kabile başkam, gördüğü işle ilgili her çeşit iktidar ve yetkiyi elinde toplardı. O, kabile mescidinin imam­lığım yapar, çıkan ihtilaflarda hakem olur, harp vukuunda kabi­lesinden teşkil ettiği birliklere komutanlık yapar ve yine onun va-sıtasiyle merkezî hükümetin gönderdiği vergi tahsildarları mü­kelleflerle temasa geçerlerdi. Ayrıca bu başkan, tam bir serbesti içinde kendi emri altındaki vazifelileri seçer ve tayinler yapardı.

îslâmî idare altına giren şehir ve eyâlete bazan merkezden bir vali gönderilir ve bazan da o yerden birisi tayın edilir ve genellikle eski başkan aynı vazifede tutulurdu. İki kardeş tarafından idare edilen Uman (Umman), islâm'a katıldığında her iki başkan aynı makamlarında bırakılmış ve Resûlullah onlar nezdine bir müşavir temsilci göndermekle yetinmişti. Necrânin hıristiyan olarak kalmasına müsaade edilmiş ve fakat bu bölge halkı, müslü­man valiler gönderilmesine razı edilmişlerdi. Yemen'de ise kar­maşık bir idare mevcuttu. Yerinde bırakılmış eski kabile başk ın-ları, Medine'den gönderilmiş devlet memurları, Amr b. Hazm adında bir umumi vali, yerli idareciler hepsi bir arada vazife gör­müştür.[17]

Makrizî'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber, Amr b. Hazm'i; İslâm esaslarını, Kur'ani öğretmek ve zekât vergilerini toplamak vazifeleriyle Necran'a göndermiştir.[18] Hıristiyan Necran bölgesi­ne bu görevlerle vali tayini mümkün görünmüyor ise de imam Ebû Yusufun da Amrin bu bölgeye tayin edildiğini kaydetmesi Makrizî'yi haklı çıkarmaktadır.[19] Yemen eyaleti Iran Kisrasına bağlı olan Bazan tarafından idare ediliyordu. Bazan'm müslüman olması üzerine Hz. Peygamber onu Yemen valiliğinde bıraktı. Bu valinin ölümü üzerine ise Resûlullah onun oğlu Şehri sadece San'a'ya vali yaptı ve Yemenin diğer kesimlerine başka valiler ta­yin etti.[20] Makrizî'nin ifadesine göre Resûlullah (s.a.v.) Yemeni beş bölgeye ve Hadramut'u da üç bölgeye ayırdı ve her birine birer vali gönderdi.[21] Böylece büyük eyaletler, idaresi daha kolay küçük bölgelere ayrılmış oluyordu. Muaz b. Cebel ise Hz. Peygamber ta­rafından Yemen'e çok yönlü memuriyetlerle gönderildi. Adlî, malî, öğretim-eğitim ve teftiş işleri onun görevleri arasında yer alıyor. Bazı kaynaklarda Muaz'ın gönderildiği Yemen1 deki el-Ce-ned bölgesinden bahsedilir ki onun tüm Yemen'e şâmil yukardaki vazifeleri arasında özellikle bu bölgenin valiliğini de üstlendiğini söyliyebiliriz. Nitekim Taberî, Hz. Ebû Bekir'in valilerini sayar­ken onu adı geçen bölgenin valisi olarak gösterir.[22] ibn Hordaze-beh de kitabında el-Cened'i ayrı bir valilik olarak gösteriyor.[23] Böylece Muaz, üstlendiği vazifelere bakılırsa, Yemen'deki diğer valilerin üstünde bir selahiyete sahip görünüyor, islâm'a yeni katılan bazı şehirlerin eski başkanlarının derhal değiştirildiği de olmuştur. Meselâ Hz. Peygamber Mekke'yi fethedince önceki baş­kan Ebu Sufyanin yerine daha genç yaşta olan Attab b. Esid'i vali yapmıştır.[24]

Herki bahislerde ele alınacağı gibi, vilayetlere vergi tahsil me­murları merkezden gönderiliyor ve bunlar, gönderildikleri bölge ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra artanı merkeze naklediyorlardı. Mâverdî, Ferrâ' ve diğer bir kısım müelliflerin belirttiklerine göre, merkezden vergi tahsildarları gönderilmediğinde "genel vali" ha­raç ve zekât gibi vergileri toplar, bu maksatla memurlar tayin eder ve her iki vergi çeşidinden gereken yerlere harcamada bulu­nur.[25] Her bölgenin kendi gelirinin öncelikle gene o bölgede sarfı esas kaide olmakla beraber, bazan ihtiyaç sebebiyle vilayet gelir­lerinin bir bölümünün merkeze nakli istenmekteydi. Öte yandan valiler, kendi maaşlarını kendileri kararlaştıramazlardı, onların maaşları tamamiyle merkez tarafından tesbit ve tayin edilirdi. Onlar ancak kendilerinin tayin ettikleri memurlara maaş ödiye-bilirlerdi. Vilâyetlerdeki merkezden gönderilen kadı, beytülmal müdürü gibi yüksek devlet görevlilerinin maaşlarını da merkez tayin ederdi. Ancak tabiatiyle bunlara vilâyet gelirlerinden maaş ödenirdi. Böylece malî bakımdan vilayet veya eyâletler yarı muh­tar durumundaydı.

Valileri doğrudan Hz. Peygamber (s.a.v.) tayin ediyordu. Da­ha sonra da valilerini bizzat halifeler tayin ettiler. îlk zamanlarda "vezirlik" makamı ve böyle bir unvanla anılan bir devlet görevlisi yoktu. Daha önce de temas edildiği gibi resmî olmamakla beraber Hz. Peygamberin vezir derecesinde yardımcıları vardı. Hulefa-i Râşidîn de peşi sıra birbirlerinin veziri durumundaydılar. Vezir­lik, müslümanlarca bilinmiyen birşey değildi. Çünki Kur'ân, Önceki peygamberlerden ikisinin; Hz. Harun ve Yusuf un aynı za­manda vezirlik yaptığını anlatır. Harun, devlet başkanlığı görevi de olan ağabeyi Musa peygamberin vezirliğini yapmıştı.[26] Hz. Yusuf da Mısır kiralından, ülkeyi gelecek kıtlık senelerinden sela­mete çıkarması için vezirlik makamına getirilmesini istemişti: ki bu, Kur'ân'da şöyle anlatılır :«era memleketin hazineleri üzerine (memur) et. Çünki ben onları iyice korumaya muktedirim ve (ida­re, hesap ve diğer bütün tasarruf şekillerini) bilenim»[27] Tam sela-hiyetle vezir olan Hz. Yûsuf, kendi adım taşıyan sûrede anlatıldı gına göre, yedi bolluk senelerinde her türlü i'mar ve ziraî faaliv it­leri sürdürerek gelecek kıtlık seneleri için ihtiyatî tedbirler aldı ve ülke ambarlarını zahireyle doldurdu. [28]

 

3- İdare Şekli
 

Hz. Muhammed (s.a.v.)'e kadar olan tarih devresinde "cum­huriyet" idaresine rastlanmaz. Geçmiş kırallardan bahseden Kur'ân, iyi ve kötü kırallardan misaller verir, iyilerin örnek alın­ması, kötülerden ise kaçınılması istenmiştir. Mezopotamya'da Hz. ibrahim'i ateşe atan Nemrut ve Mısır'da kavmi ile birlikte Hz. Musa'ya rahatlık vermiyen Fir'avn idarî zulmü temsil etmekte­dirler. Kasas sûrelerinde bahsi geçen Karun ise iktisadî zulmün mümessilidir. Aynı zamanda devlet başkanlığını üstlenmiş olan mesela Davud ve Süleyman peygamberler iyi örnekleri temsil ederler. Allah Teâlâ, Davud peygambere idaresinde âdil olmayı emretmiştir:

«Ey Davud! Biz seni yer yüzünde bir halife yapdık. O halde in­sanlar arasında hak (ve adalet) ile hükmet, (Hükümlerinde) hevâ (:heves) e tabi olma ki bu seni Allah yolundan saptırır. Çünki Allah yolundan sapanlar (yok mu) hesap gününü unuttukları için onlara pek çetin bir azab vardır.»[29]

Kur'an'an ifadesine göre Davud'a Süleyman peygamber mirasçı olmuştu.[30] Fakat bu, devlet başkanlığının babadan oğula intikal edeceğini göstermez, sadece tarihî bir vakayı haber verir. Öte yandan Nuh peygamberin oğlu, salih ameller işlemediği için Allah tarafından babası ailesinden kabul edilmemiştir.[31]

Devlet başkanlığını miras oluyla üstlenenlerden âdil ve iyi krallar geldiği gibi seçimle başkan olanlardan da âdil olmıyanlar bu makama gelebilmişlerdir. Şu kadar varki seçimle gelenler gene aynı usulle uzaklaştırılırlar. Kur'an'daki hükümet şekli üzerinde duran Muhammed Hamidullah bu mevzuda şöyle diyor: «Hükü­met şekli şartlara ve halkın tercihine bağlıdır. Allah indinde bir monarşi veya bir oligarşi, müşterek saltanat veya başka bir devlet rejimi veya şekli tercih sebebi değildir... Kıralhğm tevarüs yoluyla geçmesinin kaide olduğu hususunda kimse bir hak iddia edemez. Hükümdarlık asla özel bir mülkiyet konusu değildir, fakat bir ki­ralın seçim ve tercihinin yapılmasında esas olan, adayın istidat ve mahareti, bilhassa hakkı ve adaleti gözetme melekesidir»[32]

Kur'an'da kıralhk değil ancak hakimiyetin kötüye kullanıl­ması kötülenir. Mülk ve hakimiyetin gerçek sahibi ise Allah'dır ve devlet başkanı milleti O'nun bu hakimiyeti adına idare eder. Mülk ve hakimiyetin onun olduğunu bildiren pek çok ayet vardır.[33]

islâm'da hukuka tabi olmak bakımından devlet başkanı ile halk arasında herhangi bir fark yoktur. Hatta «Hz. Peygamber bi­le herhangi bir müslüman gibi bu kanuna tabi olacak bir fert idi. En az on sarih vakanın şehadetiyle sabittir ki, müslim olsun, gayri müslim olsun herhangi mütevazi fert dahi Muhammed (s.a.v.)'e karşı hukukî bir dava açabiliyordu. O, devlet gelirleri üzerinde herhangi bir müslümandan fazla bir hakka da sahip değildi.»[34]

Peygamberi halk değil ancak Allah tayin eder. Son peygam­ber Hz. Muhammed'in usulü, kendisim Allah'ın Resulü olarak tasdik edenlerden «sadakat yemini: biat» istemek olmuştur ki siyasî cemaatı meydana getiren bu yemin olmuştur. Allah'a, onun Resulüne ve Islâmî hukuka uyacaklarına dair hem erkeklerden ve hem de kadınlardan kesin söz alınmıştır:

«Ey Peygamber! mü'min kadınlar; Allah'a hiçbir şeyi eş tut­mamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri, evlatlarını öldürmemen, elleriyle ayaklan arasında bir iftira düzüp getirme­meleri, herhangi bir iyilik hususunda sana asî olmamaları, şar-tiyle sana bey'atleşmeye geldikleri zaman bey'atlerini kabul et. Onlar için Allah'dan mağfiret isteyiver. Çünkü Allah çok yarlıga-yıcı, çok esirgeyicidir.»[35]

Hz. Peygamber, nasıl sadakat ve itaat antlaşmasına başvur-muşsa, siyasî iktidarda onun yerini alan halifeler de kendilerinin başa geçişlerini dinî hukuk temeline oturtabilmek için buna, en yüksek derecede ihtiyaç duymuşlardır.

Hz. Muhammed (s.a.v.) kendisinin yerine geçecek olan her­hangi bir kimseyi tayin ve vasiyyet etmedi ve başkan seçme işini tamamen topluma bıraktı. Böylece o, dünyada ilk defa cumhuri­yet idaresini gerçekleştirmiş oluyordu. Herkesin bildiği gibi ilk dört halife seçim veya şûra usulüyle seçildiler. Daha sonra bu usulleri değiştiren halife Muaviye, başkanlığın,miras yoluyla ge­çişini bir esas olarak ortaya koydu ve bu hep böyle devam edegeîdi.

Başkanlığın kılıç kuvvetiyle ele geçirilmesi kabul edilemiye-cek olan bir husustur. Seçim esastır. Seçimin şekli ise şartlara ve zamana göre değişir. Başkan, tüm millet fertleri veya danışma meclisi tarafından seçilebilir. Hz. Peygamber, bu hususu bir sözle­rinde şöyle dile getirir: «Şayet müslümanlara danışmadan birisi­ni reis tayin edebilseydim, îbn Umm'iAbd (Abdullah b. Mes'ud)'i tayin edebilirdim»[36] Bu, bize başkan seçiminin danışma ve halk reyine müracaatla yapılacağını gösterir. Başkan olmanın bir ta­kım kaideleri ve hukuku vardır. Devlet başkanlığının kanunsuz yollardan ele geçirilmesi Resûlullah'm ifade ettiği gibi, bir piş­manlık doğuracaktır. Ebu Ubeyd'in kaydına göre, Hz. Peygam-ber,Ebu Zerrin bu mevzudaki sorusuna şöyle cevap verir: «Devlet başkanlığı (imaret) muhakkak bir emanet, kıyamet günü ise bir hasret ve pişmanlıktır. Ancak onu hak ile geçiren ve idarî mevzu­da üzerlerine düşenleri yapanlar, böyle olmayacaktır.» Onun aynı eserdeki diğer bir sözleri ise şöyledir: «Devlet başkanlığı, onu he­lal yoldan ve hak ile ele geçiren için ne iyi şeydir. Onu haksız yere ve helal olmıyan bir şekilde elde eden için ise ne kötü şeydir. Bu du­rumda başkanlık onun için hasret ve pişmanlık olacaktır.»[37]

Devlet teşkilatı içerisinde aşağıdan yukarıya doğru itaat ol­madan bir devletten söz edilemez. Kur'an'da müslümanlann, baş­kanlarına itaat etmeleri istenir:

«Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, onun Resulüne ve sizden olan Emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişir­seniz, onu Allah ve Resulüne döndürün, eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız. Bu hem hayırlı hem netice itibariyle daha güzeldir.»[38]

Önce devlet başkam da dahil olmak üzere herkes Allah ve Resulüne itaat edecek ve sonra, halk ayrıca başkanlarına, emir sahiplerine itaat edeceklerdir. Bunun için de emir sahiplerinin or­tak hukuka uymaları şarttır. Bu durumda, devlet başkanının iste­mediği bir şey halk için meşru olmaz. Hz. Peygamber bu mevzuda şu kaideyi ortaya koydular: «Kişi için ancak başkan (imam) ımn razı olduğu şey vardır.»[39]

Devlet başkanı, gerek Allah'ın ve gerekse de halkın kanunlar-ca belirlenen haklarına uymadığı zaman itaat edilme hakkım kaybeder ki Resûlullah (s.a.v.) bunu şöylece ifade ettiler:

«Yaratana karşı suç teşkil eden mevzuda yaratılana itaat yoktur.»[40]

 

4- Hükümet İdaresi Ve İstişare
 

İstişare, cumhuriyet idarelerinin vazgeçilmez unsurunu meydana getirir. Danışma meclisi olmadan demokratik bir idare­yi düşünmek mümkün olamaz. Danışmak, devlet başkanlarının da hata yapabilecekleri görüşünden kaynaklanır, islâm'da hata, haksızlık ve kanunlara muhalefet kimin tarafından yapılırsa ya­pılsın kabul edilmez. Devlet başkam hukuka aykırı bir tasarrufta bulunamaz ve millet menfaatma ters düşen kararlar alamaz. Öte yandan akıl, bilgi ve maharetleri birleştirmede daima fayda var­dır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) ilâhî irâdeye ters düşecek bir hatada bulunmaz. Eğer o, bir kanun ve bir hüküm ifade edecek olan yanlış bir iş yapacak olursa Allah teâlâ onu vahiy yoluyla düzeltir. Eğer başkalarını zarara sokan bir hatası olmuşsa Resûlullah onlara haklarını Öderdi. O, ömrünün son günlerinde bir gün Mescid'e ge­lip şöyle demişti:« Şayet herhangi birinizin sırtına vurmuş isem, işte kısas için sırtım; şayet ben herhangi birinize hakarette bulun-muşsam öc almak için işte benim şeref ve haysiyetim; Şayet ben herhangi birinizin malını almış isem işte benim mallarım.»[41]

«Kıral asla hata yapmaz.» sözünün islâm'da hiçbir geçerliliği yoktur. Hatta Peygamberler bile müşterek hukuka uymak ve ida­relerinde âdil olmakla mükelleftirler ve bundan sorumludurlar. Allah Teâlâ Kur'an'da; «Kendilerine (peygamber) gönderilenlere de mutlaka soracağız, onlara gönderilen (peygamberlere her hal­de soracağız.»[42] diyor. Daha önce temas edildiği üzere Allah nasıl ki Hz. Davud'a âdil olmasını söylemişse aynı şekilde Hz. Muham-med'e de âdil olmasını ve emredildiği gibi doğru davranmasını em­retmiştir: «İşte bunun için sen (onları îslâm'a dâvet et. Emrolun-duğun üzere dosdoğru harekette sebat et, onların hevâ heveslerine uyma ve de ki; ben Allah'ın indirdiği bir kitaba inandım, Aranız­da adalet etmekle emrolundum. Allah, sizin Rabbiniz olduğu gibi bizim de Rabbimizdir. Sizin işleriniz size bizim işlerimiz bize ait­tir. Sizinle aramızda bir hükümleşme de yoktur, Allah, sizi de bizi de bir araya getirecektir ve gidiş onadır.»[43] Hz. Peygamber, getir­diği hukuka uymada çok titiz davranmış ve hiçbir sapma yapma­dan ona tamı tamamına uymuştur. Bu bakımdan ona hiçbir ada­letsizlik izafe edilememiştir. Eğer, o, âdil değilse başka kim âdil olabilir!

Hz. Peygamberin herkes için ortaya konulan hukuka uyması bir esas olduğuna göre ondan sonra iş başına gelecek olan idareci­lerin aynı hukuka uymaları elbetteki bir esas ve bir mecburiyettir. Kur'an'ın yanı sıra o, kendisinden sonra halkın idaresini üstlene­cek olanları, hukuka uygun davranmaya davet etmiş ve onların bundan mesul tutulacaklarını bildirmiştir:

«İnsanlara başkan olan, onların çobanıdır ve idarelerinden sorumludur. »[44]

İdarede herkes, işgal ettiği mevkiye göre bir mesuliyet taşır. Hz. Peygamber, âdil devlet başkanlarının, öteki dünyada en yük­sek mevkide bulunacaklarını, böyle olmıyanlarmsa her türlü mevkilerini kaybedip Allah'a çok uzak kalacaklarım da haber ver­miştir.[45]

İslâm'da hükümet daima bir hizmet hükümetidir ki bu Resûlullah tarafından şöyle ifade edilmiştir: «Toplumda en çok sevap alan o topluma hizmet edendir.»[46] Islâmî düşünceye göre in­sanlara hükmetmek için değil, onlara hizmet etmek için hükümet olunur ki biz bunu Salih Tuğun da açıkça ifade ettiğini görüyoruz: «Medine'de tesis edilen ilk İslâm devleti bizatihi hüküm sürmek, sırf maddî yönden insan kütlelerini tebaa olarak nefsinde topla­mak gibi gayeleri hedef ittihaz etmemişti. Hasseten Peygamber bir devlet reisi sıfatiyle dahilî ve haricî siyasette en iyi örnekleri vermek ve devletten beklenenin, idarecilerin tamamen dışında halka hizmet olduğunu gösterme şeklinde tatbikatta bulunuyor­du.»[47]

Kanunlara ve halk menfaatma uygun kararlar alıp tatbik et­menin yolu ise istişareden geçer. Kur'an'da istişaresiz bir hükü­met kabul edilmez. Hatta idareciler bir yana bizzat Hz. Peygam­berden bile istişare yapması istenilir: «îş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi artık Allah'a dayanıp güven»[48] Mü'minlerin hallerinden bahseden diğer bir ayette ise istişareye şöyle temas edilir: «Onların işleri aralarında müşavere (ile)dir.»[49]

Biz Peygamber'in çeşitli işlerde halkla istişareler yaptığına şahit oluyoruz ki bunlar arasında harp işleri, esirlere yapılacak muamele, namaza çağrı[50] ve mevzuumuz açısından önemli olan devlet gelirlerinden düşman tarafa verilip onu kazanma misalle­rini sayabiliriz. Resûlullah, Hendek savaşı sırasında Mekkelilerle birlik olan Gatafan kabilesine Medine hurma mahsulünün yarısı­nı vermeyi düşündü ve bunun için de Evs ve Hazrec kabilelerinin reislerini çağırıp görüşlerini aldı. Onlar bunun Allah'ın bir emri olup olmadığım sordular. Hz. Peygamber; eğer böyle olsaydı da­nışmaya yer olmıyacağını ve fakat sadece kendi görüşü olduğunu söyledi. Onlar bunun üzerine, harp yapacaklarını ve bir şey ver­melerinin doğru olmıyacağını ileri sürdüler, Resûlullah da onla­rın bu görüşlerini doğru buldu.[51] İmam Muhammed, Kur'an'daki istişare emrine uvan Hz. Peygamber'in, ailelerinin günlük nafa­kalarına varıncaya kadar her şeyde arkadaşları ile istişareler yaptığını, söyler.[52]

Hz. Peygamber'in yukardaki istişaresinde de belirttiği gibi, Kur'an'da hükmü ortaya konulan meseleler danışma mevzuuna girmezler. Çünki danışma meclisleri, meseleyi, Allah'ın koyduğu hükümlere ters düşen bir çözüme bağlıyamazlar.

İstişare, Hz. Peygamber'den sonra da idarecilerin sık sık mü-racat ettikleri bir husus olmuştur. [53]

 

Birinci Bölüm


VERGİLERİN VE HARCAMA YERLERİNİN ORTAYA ÇIKIŞI


A— Mekke Devrinde Malı-Dinı Mükellefiyetlerin Ve Sarf Yerlerinin Ortaya Çıkışı
 

1- Mekke Devrinde Malî-Dinî Mükellefiyetlerin Ortaya Çıkışı
 

İslâm'da devletin ortaya çıkışı ve merkezî bir hükümetin ku­ruluşu ile iktisadî hayat temelinden değişmiş ve devletle beraber mecburî vergiler de ortaya çıkmıştır. Verginin mecburî olması bir müeyyideye ihtiyaç gösterir. Bu da devletin müeyyidesidir. Bu­nun yanı sıra verginin kanunî olması gerekir. Kanun ise siyasî teşkilatlanmanın olduğu yerde söz konusu olur. Kabile anarşisi hakim olan ve küçük şehir-devleti eri oluşturan boylar arası daimî bir sürtüşmenin bulunduğu yerlerde tam bir devlet müeyyidesin­den bahsedilemez. Durum böyle olunca da, şehir-devlet idarecileri herkese şâmil mecburî vergi yükleme gücünü kendilerinde bula­mazlar. Ancak halk, belli ve çoğu dinî hizmetlerin yapılması için inançlarının da etkisiyle geleneksel bazı yardımlar yaparlar, tşte îslâm gelmeden önce Arabistanm durumu böyleydi.

Kur'an'da İslâm'dan evvel müşrik ve putperest kabile toplu­luklarının ziraî mahsul ve hayvan sürülerinden belli bir hisse ayırdıkları ve dinî gayelerle bunların bir kısmım Allah'a ve diğer bir kısmını ayrıca ilahlara tahsis ettikleri anlatılır. Onların, Al­lah'ın yanında varsaydıkları ilâhlara bir hisse ayırmaları tenkid edilir ve şöyle denilir: «Tarlalarından ve sürü hayvanlarından el­de ettiklerinden, onlar, Allah için bir nasib, bir hisse ayırırlar ve şu, Allah'ın, bu da bizim tanrılarımız içindir (derler), ne yakışık­sız bir iddia! Onların, tanrıları için ayırdıkları hisse Allah'a var­maz ve fakat onların Allah için ayırdıkları nasibler onların tanrılarına varır, onların hüküm verip düşündükleri şu şey ne kadar kötüdür»[54] Burada sadece Allah'a yani onun yolunda harcanmak üzere bir hisse ayrılması fikri telkin edilir ve ondan başkası adına yapılıp da heder edilen tahsislerin çok yanlış bir inanç ve düşünce­den kaynaklandığı anlaşılır. Nahl süresinde gene aynı mevzuya temas edilir ve bu sefer sadece ilahlara ayrılan nasiblere yer veri­lip şöyle denilir: «Kendilerine rızık olarak verdiğimizden onlar, o kendini bilmezler (putlar) için hisse (-nasib) ayırırlar. Allah'a andolsun ki düzmekte olduğunuz (bu iftiralar) dan elbette mesul olacaksınız.»[55] İslâm Öncesi devri anlatan bu iki ayette "Nasib" te­rimine yer verilmesine karşılık Islâmî devir için biraz sonra göre­ceğimiz gibi başka terimlere yer verilir.

Müşrikler bir kısım hayvan ve ekinleri kendi kendilerine ha­ram sayarlar, putlar adına hayvanları muhtelif isim ve işaretlerle salarlardı. Böylece ilahlara ayrılan bu nasiblerden fakirlerin ya­rarlanması söz konusu değildi ki Kur'an'da onların bu tutumları şiddetle tenkid edilir.[56] Mü'minlerden ise Allah adına kestikleri kurbanlarından yemeleri, fakire ve yoksula da yedirmeleri isten­mektedir.[57]

Hicretten önce müslümanlar Mekke'de bir devlet kuramadı­lar. Bununla beraber, sayıları az olmasına rağmen aralarında bir­lik vardı ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in etrafında toplanmışlardı. Böylece onlar, başkanları olan bir toplum oluşturuyorlardı, fakat daha henüz bir devlet ve devlet için gerekli olan bir ülke yoktu. Üs­telik kendileri Mekke Şehir Devletinin içinde yaşıyorlardı ve bu devlet onları isyan etmiş kimseler olarak görüyordu. Şüphesiz müslümanlar inançlarına ters düşen bu devlete itaat edemezler­di.

Hz. Muhammed (s.a.v.)'in etrefmda kümelenen müslümanlar müstakil bir cemaat teşkil ettiler. Bu cemaatin içinde Ebu Bekir gibi zenginler ve Bilal Habeşî gibi hiçbir şeyleri olmıyan, üstelik eziyetlere maruz köleler vardı. Cemaatin korunması ve muhtaçla­ra yardım şiddetle kendisini hissettiriyordu. Bu sebeple varlıklı olanlar «Allah yolunda: fi-sebîlillah» muhtaç kimseler uğruna harcamaya teşvik edildiler. Salih Tuğ'un ifade ettiği gibi Mekke'de nazil olan ilk sûrelerde müslümanlara fakirlere yedirme şeklinde malî mükellefiyet fikri aşılanıyordu.[58]

Yeme ve doyma ihtiyacı, her türlü ihtiyaçtan önde gelir. O dö­nem, müslüman fakirlerinin en fazla buna ihtiyacı vardır. Meselâ nüzul sırası 4. olan ve Kur'an'da 74. sırayı işgal eden Müddessir sûresinde âhiret günü anlatılırken, cehennemdekilerin bu akıbe­te dünya hayatmdayken namaz kılmamalarının yanı sıra yoksul (miskin)ları "ifâm" etmedikleri yani doyurmadıkları için duçar oldukları anlatılır.[59] Yedirme ve doyurma manasına gelen "it'âm" terimini gene Mekkî olan Beled sûresinde de görüyoruz.

«Biz ona iki de yol gösterdik

Fakat o, sarp yokuşa tırmanamadı.

Bu sarp yokuşun ne olduğunu sana hangi şey bildirdi?

(O) köle azad etmektir,

Yahut (salgın) bir açlık gününde yemek yedirmektir;

Yakınlığı olan bir yetime,

Yahut toprakta sürünen bir yoksula.»[60]

Burada fevkalâde zamanlarda, zor ve fakat müslüman tara­fından mutlaka yerine getirilmesi gereken şeyler anlatılır ki bun­lar da; köle azad etmek ve yemek yedirmek xtlarak karşımıza çı­kar. Mekke'de müslüman olan kölelere yapılan işkenceler herkes­çe bilinir. Bunlara sahip çıkılıp efendilerinden satın alınarak azad edilmeleri, müslüman cemaatın güçlenmesine sebep olacaktır. Nitekim O dönemlerde Bilâl Habeşî gibi bazı kölelerin satın alınıp azad edildiklerine şahit oluyoruz. Müslümanlar Mekke'de çok zor günler geçirdiler ve hatta muhasaraya bile alındılar. Böyle za­manlarda birbirlerine destek olmaları ve açlıktan kalkamıyacak duruma gelenleri doyurmaları, müslümanlar için kaçınılmaz bir mükellefiyet olarak gösterilir. Mekke'de müşrikler Kur'an'daki "fakiri doyurma" isteği ile alay ediyorlardı ve; "Allah'ın dileyip de yedireceği kimselere biz mi yedirecek misiz?» diyorlardı.[61] Böylece onlar bu yeni dinin toplumsal güvenlik müesseselerine karşı çıkı­yorlardı.

It'âm teriminin yanı sıra bu dönemde "ta'âm" terimine de yer verilir ki bu da aynı manaya gelir.Isyan halinde olan insanlara Allah şöyle seslenir:

«Hayır, siz bilakis yetime ikramda bulunmazsınız - Yoksula yedirmek için birbirinizi kandırmazsınız.»[62]

Ma'ûn sûresinin 3. ayetinde gene aynı terim yer alır.[63]

Bir kısım Mekkî sûrelerde "infâk"tan da söz edilir ve mü'min-lerden Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiklerinden hayra har­camaları istenilir. Bu harcamaların onların servetlerini azaltma-yıp bilakis daha da artmasına sebep olacağı ve kesat bulmıyacak bir kazanca yol açacağı ifade edilir.[64]

Mekkî sûrelerde yetim ve yoksulları doyurmanın ötesinde "hakk"tan da bahsedilmekte ve bundan yararlanacak olanlar da belirtilmektedir, ilgili ayetlerdeki "hakk" malî mükellefiyet ve vergi manalarına gelmektedir. Böylece bir adım daha atılarak malda başkalarının da hakkı bulunduğu fikri telkin edilmiştir. Burada önemli olan diğer bir husus da "it'am" ve "ta'am" terimleri herhangi bir mala değinilmeden zikredildiği halde "hakk" terimi ile beraber bazan "mal" kelimesine veya bir mal çeşidine de yer ve­rilmiş olmasıdır.

Kalem sûresinde geçmiş devirlerde mahsullerinden fakirlere hiçbir hak tanımak istemiyenlerin bahçelerine gelen felaket uzun uzadıya anlatılır.[65] Böylece fakirlere ödenecek hakkın servet için bir emniyet olacağı, aksi halde servetin helak olup gideceği şuuru aşılanır. En'âm sûresinde çeşitli meyveler sayılır, ekinlerden bah­sedilir ve «her biri mahsul verdiği zaman mahsulünden yeyin. Devşirildiği gün de hakkını verin, israf etmeyin, çünki O (Allah) israf edenleri sevmez» denilir.[66] Bu ayetle mü'minler ziraî mah­sullerinden açıkça vergi vermeye davet ediliyorlar. Zâriyat sûresinde de mü'minlerin malları üzerinde, fakirlerin bir hakkı bulunduğu anlatılırken şöyle denilir:

«Onların mallarında dilenen ve yoksulun da bir hakkı var­dır. »[67] Öte yandan bu dönemde genel olarak "hakk"âan bahsedil­mesi yanında bunun "belli bir hakk: hakk'un malum" olduğu da ifade edilmiştir, insanın mal karşısındaki tavrı, kişinin varlıklı ve yoksulluk zamanlarında sahip olduğu ruh hali, ilgi çekici bir tarz­da anlatıldıktan sonra, mü'minlerin öyle olmadıkları belirtilir ve onlar;

«Mallarından dilenen ve mahrum için belli bir hakk tanıyan­lar» olarak vasıflandırılırlar.[68]

Mekke devrinde nazil olan bir kısım sûrelerde ise mala temas edilmeden doğrudan hak sahiplerine haklarının verilmesinin em-redildiği de olmuştur: «Haydi akrabaya, yoksula, yol oğluna (yol­cuya) hakkını ver.»[69] Bu arada gene bu dönemde "adalet" ve "ih­san" kaideleri vazedilmiş ve bunlarla beraber akrabaya vermenin Allah'ın emri olduğu bildirilmiştir:

«Şüphesiz ki Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emre­der»[70] Başkalarını ezerek ve onların her türlü haklarını gasbede-rek üstün gelmenin bir şeref sayıldığı toplumda islâmiyet; adalet­sizliğin ve gasbetmenin aksine adaleti ve vermeyi emrediyor. Gö­rüldüğü üzere bu ayetlerde "verme: îtâ" emri vardır ki Salih Tuğ daha sonraki zamanlarda gelen bazı ayetlere dayanarak bunun "zekât verme" manasında olduğunu söyler.[71]

Mekke'de her ne kadar bir devlet yok ise de bu dönemde "zekât" teriminin kullanıldığını da görüyoruz. Meselâ Mekkî bir sûrede mü'minlerin sıfatları anlatılırken; «ki onlar zekât (vazife) lerini yapanlardır.»[72] denilir ve gene bu devirde gelen Rûm sûresinin 39. ayetinde, daha henüz yasaklanmamış olmasına rağ­men faiz ile zekâtın mukayesesi yapılır ve böylece kredi meselesi­nin ilerde bu müessese içinde halledileceği fikri uyandırılır. Muhammed Hamidullah bu dönemde zekâtın durumu hakkında şu bilgiyi veriyor: «Henüz daha bir devlet ve hükümete sahip olmamakla birlikte, daha hicretten evvele raslıyan bir devirde vahyolan Kur'ân-ı Kerim ayetlerinde, kelime manası; artma ve arındırılma, gerçekte ise; artarken arınma, şeklinde olan zekat te­rimi ile yine kelime manası; iyilik, doğruluk, gerçekte ise, dosdoğ­ru ve sadık imana bir delil olmak üzere iyilik yapmak, şeklinde olan sadaka terimi yer almış vaziyettedir, işte bu iki terim, henüz başlangıç devrinde bile, fiiliyatta, tasadduk, dediğimiz; mal varlı­ğından bir kısmını iyilik ve hasenat uğrunda sarfetme tatbikatı­nın toplulukta mevcut olduğu ihtimalini bize göstermektedir.»[73] Her ne kadar "zekat" terimi muhtelif cins mallardan belli nis-betlerde alman bir vergiyi ifade ediyor ve gene aynı şekilde Me'âric sûresinin 24. ayetinde "belli bir hakk" ifadesine yer verili­yorsa da hicretten önce bir devletin ve maddî bir müeyyidenin bulunmaması sebebiyle Mekke devri için mecburî bir vergiden bahsedilemez. Yusuf Kardavî, Mekkî sûrelerde geçen "zekât"ın, Medine'de farz kılınıp miktar ve sarf yerleri belli edilen zekât ol­mayıp her türlü kayıttan uzak ve müzminlerin kendilerine bırakıl­mış zekât olduğunu söyler. "Belli hakk" ifadesine de yer veren Kardavî, bunun bizzat mükellef tarafından tayin edildiğini ileri sürer.[74] M. Hamidullah ise maddî müeyyide olmamasına rağmen gene de mecburî vergilerden söz ederek şöyle der: «Bu ayetlerin in­diği günlerde henüz bir cebir ve maddî müeyyide söz konusu değil­dir, fakat açıkça hissedilmektedir ki bu ayetlerde mevzubahs olan ilâhî buyruklarda, alelade; sadaka verme ve hasenat yapma, şek­linde bir takım tavsiyeler söz konusu değildir. Bu ayetlerde, vaze­dilmiş, mecburî, belli usul ve nizamlara bağlanmış ve herkesçe bi­linen vergilerden bahsedilmektedir. Şüphesiz burada maddî mü­eyyide ve hatta bir vergi teşkilatı yoktur»[75]

Müslümanın kendini vergi ödeme mecburiyetinde görmesi ile bizzat devletin kanun gereği vergi toplaması ayrı ayrı şeylerdir. Vergi mecburiyeti denilince, bundan kanunî mecburiyet anlaşılır ve bu gelirler bir devlet geliri olarak düşünülür. "Belli hakk" ifade­sine gelince Hz. Peygamber (s.a.v.) kendiliklerinden mallarının vergisini vermek istiyenlere belli nisbet ve tarifeler söylemiş ola­bilir. Burada, vergi nisbetlerinin daima Resûlulluh tarafından ta­yin edildiğini unutmamak gerekir.

Diğer yandan Mekke devrinde Hz. Peygambere vergi tahsil selahiyeti de verilmiştir ki Salih Tuğun bu husustaki açıklamala­rı bizim için yeterlidir: «Mekkî 7. sûrenin 199. ayetinde Peygambe­re; fazlasını al, denerek âdeta bir tahsil selahiyeti tanınmaktadır. Bu ayeti Ibn Abbas; onların mallarından münasip olan şekilde bizzat sen al ve keza bu mallardan sana getirdikleri takdirde al, şeklinde tefsir etmektedir ki gerek ayetin sarih ifadesi ve gerekse mezkur tefsir tarzı bizi peygamberin henüz Mekke'de iken bile bu malî mükellefiyetleri bizzat tahsil ettiği veya gerekli yerlere sar-fetmek üzere bu mükellefiyet konusu malları müslümanlar ken­disine getirdikleri takdirde bunları kabul ettiği kanaatma götür­mektedir. Bu da açıkça Mekke safhasında bu malî mükellefiyetle­rin kısmen merkezî bir elde toplandığı manasına gelebilir.»[76]

 

2- Mekke Devrinde Malî Harcamalar
 

Görüldüğü gibi Mekkî sûrelerde Allah teâlâ, o dönemde mü'minlerin vergi olarak ayırdıkları payları, nerelere verecekleri­ni açık olarak bildirmiştir. Eğer onlar bu vergilerini, gösterilen yerlere kendileri vermeyip Hz. Peygamber'e getirmiş olsalar bile gene de onların sarf yerleri değişmiyecek ve bu sefer harcama, merkezî bir elden yapılmış olacaktır. Salih Tuğ'un da belirttiği gi­bi o devirde vergiler her iki yoldan da hak sahiplerine ulaştırılmış­tır.[77]

Mekke devrinde gösterilen hak sahiplerinin başında "fakir­ler11 gelir ki bunlar ayetlerde "miskin" yahut "'mahrum" olarak geçer. Bu kimselerin doyurulması istenilir veya haklarının veril­mesi emredilir. O devirde "doyma" her türlü ihtiyaçtan önde gelir ve fakir; "toprakta sürünen" olarak vasıflandırılır.[78] Fakirlerin doyurulması istenen ayetlerde emir sigası kullanılmamış buna karşılık "hakk'ın ödenmesi söz konusu edilen ayetlerin bir kıs­mında "âti: ver" emri kullanılmıştır. Böylece hak söz konusu olun­ca emir ortaya çıkmış.[79] Artık mesele bir ikram olarak anlaşılma­malı, bir hakkın sahibine verilmesi şeklinde düşünülmelidir. Di­ğer bir hak sahibi "dilenen: sâü"dir ki bu da netice itibariyle bir fa­kirdir. Az yukarda kaydettiğimiz ayetlerde görüldüğü gibi, sâil, mahrum ile beraber geçmektedir. Bundan da "sâü"in; ihtiyacını ortaya döken, "mahrum"un ise; izzet-i nefsinden dolayı ihtiyacım söyliyemiyen kimse olduğu manası çıkar. Bu tür hak sahihleri araştırma ile ortaya çıkarılmalıdır.

Hak sahiplerinden bir diğeri bakacak kimsesi bulunmıyan "yetimler"dir. Bir önceki mevzuda geçen yetimlerle ilgili ayetlere bakacak olursak, bunları doyurmanın ve sığındıklarında kovma­manın ve her türlü iyi muamelede bulunmanın bir vazife olduğu­nu görürüz.

Mekke devrinde malî-dinî mükellefiyetlerden yararlandırıla­cak olanlar arasında "yol oğlu : ifenü-s-SebîTi de görmekteyiz.[80] Bu terim; yolcu veya yolda kalan kimse manasına gelir. Muhteme­len bunlar Mekke'nin dışına çıkmak istiyen yahut göç yapmak zo­runda kalan fakir müslümanlardı. Veyahutta merak saikasiyle Hz. Muhammed (s.a.v.)'i görmeye gelip de müslüman olan misafir muhtedilerdi. Nitekim bu dönemde bir kısım müslümanlarm Ha­beşistan'a göçlerine ve Medine'den gelip Resûlullah ile biat ya­panlara şahit oluyoruz.

Kölelere gelince, Mekke müslümanları arasında bunların sa­yıları hiç de az değildi ve onlar çeşitli işkencelere maruz idiler. Bu gibilerin efendilerinden satın alınıp azad (fekk) edilmeleri bir za­ruret olarak ortaya çıkmıştı.[81]

Diğer bir sınıf ise "akrabalar"dır ki bunlara haklarının öden­mesi emredilmiştir. Çok yakın akrabaların nafaka hakları var­dır.[82] Medenî surelerde bunların başında ana-baba zikredilir ve sonra genel olarak, akrabalar, ifadesine yer verilir.[83] Nafaka hak­lan bulunmıyan akrabalar diğer fakirler gibi normal vergilerden yararlandırılırlar. Gerek Mekke ve gerekse de Medine devirlerin­de, çok yakın akrabalar arasında ve bilhassa Mekke'de bir ailenin fertleri arasında din farkı bulunuyordu. Bu farklılık, müslüman­larm, müşrik yakınlarına yardım etmeleri hususunda tereddütle­rine yol açtı ve onlar kendilerinden yardım istemeğe gelenlerin ön­ce müslüman olmalarını istiyorlardı. Müfessir Cessâs (305-370 H) tarafından anlatıldığına göre Resûlullah; mü'minlerin ancak kendi dindaşlarına yardım edebileceklerini söylemişti ve fakat bu, Allah tarafından tasvip görmedi.[84] Ebû Ubeyd, Ibn Zenceveyh ve Fahru'd-dîn el-Razî'nin de kaydettikleri gibi bu mevzuda Allah, Bakara sûresinin 272 âyetini gönderdi:

«(Habibim) onları (insanları) hidâyete erdirmek senin üzeri­ne borç değil. Ancak Allah hidâyeti kime dilerse ona verir. înfak edeceğiniz hayır (mal) kendi faidenizedir. Zâten siz (Ey mü'min-ter) Allah'ın rızasını aramaktan başka bir suretle infak da etmez­siniz ya. (Allah yolunda) maldan harcadığınız size fazlasiyle öde­necektir. Siz haksızlığa uğratılmıyacaksınız.»

Adı geçen müelliflerin ifadelerine göre, bunun üzerine Hz. Peygamber; diğer din mensuplarına da müslümanlarm yardım yapabileceklerini duyurdu. Bu müellifler yukarda kaydettiğimiz âyetin nüzul sebebi olarak Ensâr'ın yahudi Kureyza ve Nadir ka­bilelerinden bazı akrabalarına yardım etmek istemelerini göste­rirler. Bu durumda âyet Medine'de nazil olmuştur. Fahruddin el-Razî, pek çok nüzul sebepleri arasında birinci sırada Ebu Bekir (r.a.)'in kızı Esmâ'nın müşrik anne ve ninesinin kendisine yardım için müracat etmelerini kaydeder. Buna göre de hâdise Mekke'de geçmiş olmaktadır.Yukardaki âyet geldikten sonra mü'minler farz değil ve fakat sadaka kabilinden diğer din mensubu akrabala­rına yardımlar yapmışlardır.[85] İslâm'ın yayılış biçimi nazara alı­nırsa bu çeşit vak'aların heriki yerde de geçmiş olacağı hükmüne kolayca varılır.

Medine devrinde vergiler daha belirgin bir şekilde ortaya çık­mış ve sarf yerleri de yukarda sayılanlara ilaveten daha da çoğal­mış ve kesin şekil almıştır. [86]

 

B- Medine Devrinde Vergilerin Ve Sarf Yerlerinin Ortaya Çıkışı
 

1- Vergilerin Ortaya Çıkışı
 

Hz. Muhammed (s.a.v.) Miladî 622 tarihinde Medine'ye hicret edince orada bir devlet kurdu ve bu devlet için bir de yazılı anaya­sa hazırladı. Böylece o, maddî bir müeyyideye yani bir devlet gücü­ne sahip oluyordu. Evvelkilerle beraber bu dönemde ortaya çıkan malî mükellefiyetler artık bir devlet vergisiydi. Devletten bekle­nen hizmet ve gayeleri vergisiz yerine getirmek mümkün olmadı­ğından bu vergilerin muntazaman toplanması gerekiyordu. Bu sebeple devlet, maliye teşkilatını kurmakta gecikmedi.

Resûlullah hicreti sırasında uğrayıp bir süre kaldığı Medine yakınındaki Küba köyünde irad ettiği ilk cuma hutbesinde vergi­ye de temas etti ve;

«Yarım hurmayla bile olsa kendinizi ateşten koruyun.»[87] di­yerek halkı en üst derecede malî mükellefiyetleri yerine getirme­ğe davet etti. Bir sonraki bahiste ele alınacağı gibi Medine Şehir-Devleti kurucu anayasası belli bazı masrafları karşılamak için mecburî ödemeler getiriyordu.

îslâm devletinin ilk vergi çeşidi olan "zekât" kesin olarak hic­retin, 2. yılında farz kılındı.[88] Medine devrinde gelen vergi ayetle­rinin bir kısmı, Mekke'de olduğu gibi hem vergi mükellefiyeti geti­riyor ve hem de bazı sarf yerlerini gösteriyordu. Bir kısım ayetler ise sadece vergiye temas etmektedirler. Bu dönemde mecburi ver­giyi ifade eden "sadaka" ve bilhassa "zekat" terimi ayetlerde sık sık geçer. Zekât genellikle namazla beraber zikredilir. Bu da Al­lah'a karşı yerine getirilecek vazife ile topluma karşı yerine getiri­lecek vazifenin aynı derecede önemli olduklarını gösterir. Malî mükellefiyetleri yerine getirmiyenler üstün hayra erişemezler ve itaat etmiş de sayılmazlar ki şu âyet bunu açıkça ortaya koyar:

«(Namazda) yüzlerinizi doğu ve batı yönüne döndürmeniz, birr (Allah'a ulaştıran hayır ve taat (bu) değildir. Fakat birr; Al­lah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamber'e iman eden, malını (Allah) sevgisiyle (yahut mala olan sevgisine rağ­men) arkabaya, yetimlere, yoksullara, yol oğluna (yolda kalmış kimselere), dilenenlere ve köleleri (kurtarmak için) veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren (kimselerin), ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenlerin, sıkıntıda ve hastalıkta ve muharebe­nin kızıştığı zamanlarda sabr-u metanet gösterenlerin (birridir). Sadık olanlar onlardır ve onlar takvaya erenlerin ta kendileri­dir.»[89]

Bu ayette hem normal vergi olan "zekât"a yer verilmekte ve hem de onun üstünde olağanüstü zamanlarda ödenmesi gereken fazla bir vergiye temas edilmektedir. Bu iki mükellefiyetten birisi için "mal verme" ötekisi için de "zekât verme" ifadesi kulla­nılmıştır.

"îhsan" terimi de "birr" gibi her türlü iyiliği, üstün hayrı ve bu arada malî mükellefiyeti ifade etmektedir. îki ayrı Medenî sûrede "îhsan" teriminin doğrudan malî mükellefiyet ifade ettiğini görü­yoruz. Bunlardan birisi Bakara sûresindedir ki orada îsrâil oğul­larına verilen talimattan bahsedilirken şöyle denilir:

«Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, ana-babaya, hısımla­ra, yetimlere, yoksullara ihsanda bulunun, insanlara güzellikle söyleyin, dosdoğru namaz kılın, zekât verin»[90]

Geçmiş dinlerin îslâm tarafından ilga edilmemiş olan hükümleri müslümanlar için de hüküm ifade ettiğinden bu ayet dolaylı olarak müslümanlar için de bir talimat teşkil eder. Bu ayette "ihsan" normal verginin de ötesinde fazla bir mükellefiyeti ifade eder, çünki burada normal vergi olan "zekât" ayrıca zikredil­miş bulunmaktadır. Ayetlerden diğeri ise Nisa sûresindedir ki orada hitap doğrudan mü slüm ani aradır ve ihsandan yararlana­cak olanlar tek tek sayılmıştır.[91]

Zekât kelimesinin geçtiği ayetlerde onun sarf yerleri gösteril­mez. Fakat aynı şekilde gene mecburî vergiyi ifade eden meselâ "infâk" ve "sadaka" terimlerinin geçtiği ayetlerin bazılarında ze­katın sarf yerleri gösterilmiştir.

Mekke devrinde, malî mükellefiyetleri belirten terimlerin pek çoğunun hicretten sonra da aynen kullanıldığını görürüz. "It'am: yedirme, doyurma" terimine bu dönemde bir tek ayette rastlanır ve burada ilk defa "esir'den bahsedilir ki ilk olarak Be-dir'de hicretin 2. yılında esir alınmış ve mü'minler onları doyur­maya teşvik edilmişlerdir.[92]

"înfak"tan bahseden ayetler ise bu dönemde daha da çoğaldı ve bu terimin mecburî vergiyi ifade etmesi belirgin bir hale geldi. Kur'ân-ı Kerim'in baş tarafında;

«Onlar gayba inanırlar, namazlarını dosdoğru kılarlar, ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler»[93] şeklinde namazla yan yana zikredilen "infak" bundan sonra na­mazın yanındaki yerini "zekât" kelimesine bıraktı.

Medine'de her geçen gün müslümanlarm sayısı çoğalıyor ve bu şehre her taraftan göçler oluyordu, islâm'a katılan bu yeni müslümanlar, nafaka ve vergi hususunda malî mükellefiyetlerin ne olduğunu ve tabiatiyle nisbetinin de ne olacağım soruyorlardı. Bu durumu tebarüz ettiren ayette şöyle denilir: «Sana hangi şeyi vereceklerini sorarlar. De ki; fazlayı (ihtiyacınızdan artanı) ve­rin.»[94] Nitekim yukarda geçtiği üzere Hz. Peygamber'e Mekke devrinde de "fazlayı" alması hususunda bir selâhiyet verilmişti. Bu fazlanın ne olduğu yani muhtelif cins malların matrah ve vergi nisbetlerinin tayini Hz. Peygamber tarafından yapıldı. Bir başka ayette de onların bu çeşit sorularına bir kısım sarf yerleri sayıla­rak cevap verildi.[95]

Infak, müslümanlarm ödeyecekleri bütün vergi çeşitlerini içi­ne alan ve mecburiliği ifade eden bir terimdir ki Bakara sûresi 267. ayette bunu açıkça görüyoruz.

«Ey iman edenler infakı kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan yapın. Göz yummadan alıcısı olmadığınız pek âdi, bayağı şeyleri vermeğe yeltenmeyin. Bilin ki şüphesiz Allah her şeyden müstağnidir, asıl hem de layık olan O'dur.»

Burada gerek ziraî olsun ve gerekse de ticarî, sınaî ve mâden olsun her türlü kazanç vergiye tâbi tutulmakta[96] ve Ödenecek ma­lın kalitesine de temas edilmektedir.

Medine devrinde "sadaka" terimi bir kısım ayetlerde, gönüllü yardımlar, manasına geliyorsa da bazılarında doğrudan mecburî vergiyi ifade ediyor. Tevbe sûresinin 60. ve 103. ayetlerinde, sada­ka mecburî vergiyi ifade eder. Bunlardan ilkinde zekâtın sarf yer­leri kesin şeklini alırken, ötekinde Hz. Peygambere, zekât tahsil emri verilerek şöyle denilmektedir: «Onların mallarından sada­ka al ki bununla kendilerini temizlemiş ve onları bereketlendir­miş olasın.».

Kur'ânda vergi matrah ve nisbetleri tayin edilmiş değildir. Ancak bu kitapta vergiye tâbi bütün malların hemen hemen hepsi gösterilmiştir. Bu mallar bazan; "ottun, gümüş" olarak ismen, ba-zan "ekin, meyve" olarak cins ve nevi şeklinde, bazan «kazandık­larınızdan, yerden sizin için çıkardıklarımızdan.» şeklinde genel ve gene "mal" ismi altında her şeyi kapsıyan bir ifadeyle dile geti-rildi.[97]

Buraya kadar söylenilenler müslümanlardan alman vergiler­le ilgilidir, islâm Devletinin gayri müslim tebaası ise; ziraî mah­sullerinden haraç ve ticarî mallarından da gümrük vergisi ödeme­lerine rağmen, birikmiş paraları, ticarî malları ve hayvan sürüleri üzerinden herhangi bir vergi ödemezler. Buna karşılık onların eli iş tutan ve bir meslek sahibi olanlarından cizye alınır ki[98] bu vergi Kur'an'a ve Resûlullah (s.a.v.)'m tatbikatına dayanır; «Kendileri­ne kitap verilenlerden ne Allah'a ne ahiret gününe inanmıyan, Al­lah'ın ve Peygamber'in haram ettiği şeyleri haram tanımıyan, hak dinini din olarak kabul etmiyen kimselerle; zelil ve hakir ola­rak kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar muharebe edin»[99] Bu vergiden ilk defa hicretin 9. senesinde gelen Tevbe sûresinde bahsedildiği için bundan Önce islâm Devletine bağla­nan gayri müslim kabilelerden cizye alınmamıştır. Meselâ Makrizî (766-845 H) Hayber Yahudilerinden bu sebeple cizye alın­madığını kaydeder.[100] Kitap Ehlinden ilk defa cizye verenler Necrân Hıristiyanları olmuştur ki bu, 9. hicret yılma rastlar. Bun­dan sonra aynı yıl içerisinde Tebuk seferi sırasında, Eyle, Ezruh, Ezri'ât halkı[101] de sefer Öncesinde ve Bahreyn bu vergi düzeni içeri­sine alındılar.[102]

Gayri müslim tebaadan alman diğer bir vergi de "haraç"dır. Mülkiyeti devletin olan ve üzerindeki halka sadece faydalanma ve kullanma haklarının bağışlandığı yerler ile, mülkiyeti gayri müs­lim halka bırakılan yerler, haraç vergisine tabidirler. Haraç; ya doğrudan araziye veya doğrudan ekine yahutta öşür gibi ondalık hesabiyle mahsule konulan bir vergidir.[103]

b. Paraya çevrilen kan diyetleri, "me'âkü" düzenine göre öde­necek,

c. Düşmana esir düşenlerin gerekli fidyeleri ödenip kurtarıla­caklardır.

d. Anayasanın 24, 37 ve 38 maddelerine göre; devleti teşkil eden müslüman ve yahudi unsurlardan her biri harp masraflarım kendileri karşılıyacaklardır.[104] Burada da görüldüğü gibi malî mükellefiyetler, bir kısım ayetlerde olduğu şekilde sarf yerleri zikredilerek konuluyor.

Mekke'de olmadığı halde Medine'de "Muhacirler" sınıfı orta­ya çıktı. Bunlar, her şeylerini bırakarak Allah yolunda hicret etmiş kimselerdi. Bunların barındırılması ve doyurulması ilk zamanlarda İslâm Devleti'nin önemli bir meselesiydi. Medine'ye muhaceretler Mekke'nin fethine kadar sürdü. Kur'ân'da genel olarak fakirlerden ayrı bir şekilde bunlara da temas edildi ve onla­ra yardım çağrısında bulunuldu: «Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar; akrabalarına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesinler.»[105] Neticede yerliler, muhacirlere gösterdikleri alaka sebebiyle «Ensâr: yardımcılar» unvanını aldı­lar ve cennette müjdelendiler.[106] Yersiz yurtsuz kimselerden bir kısmı kardeşlik antlaşması gereği evlere götürülürken bir kısmı da hicretten 7-8 ay sonra tamamlanan Mescid-i Nebî'nin arka bö­lümünde kalıyorlardı. Mü'minler kendi kendilerine yaptıkları vergi tahsisleriyle bunlara baktılar. Bazan çok âdi malların da ge­tirilmesi sebebiyle Allah bir uyarıda bulundu.[107]

Mekke devrinde olduğu gibi hicretten sonra da fakir ve mis­kinleri doyurmak ve gelirlerden onları yararlandırmak ön sırada gelmektedir. Ancak "ifam: doyurma" terimine hicretin ilk yılla­rında nazil olan bir tek şu ayette rastlanır:

«(Yemeğe olan) sevgilerine rağmen yoksulu, yetimi ve esiri do­yururlar.»[108]

Müslümanların bu tutumlarından yukardaki ayet övgüyle bahsetmektedir. Daha önce de temas edildiği gibi burada ilk defa esirden bahsedilmektedir. Çünki müslümanlar ilk olarak hicrî 2. yılda karşı taraftan esir aldılar. Esirleri doyurmak ise onları esir alanlara ait bir vazifedir.

"Birr" yani insanı Allah'a yaklaştıran üstün iyilik ve hayırdan bahsedilen Bakara sûresinin 177. âyetinde ise mal verilecek kim­seler şu sırayla sayılırlar:

«Malını (Allah) sevgisiyle (yahut mala olan sevgilerine rağ­men) akrabaya, yetimlere, yoksullara, yol oğluna (yolda kalan yolcuya) dilenenlere ve (kurtarmak için) kölelere veren..»

Aynı sûrenin 215. âyetinde, mü'minlerin neyi verecekleri hu­susundaki sorularına, sarf yerleri sayılarak cevap veriliyor ki bundan onların bu sorularının, sarf yerleri hakkında olduğu anla­şılıyor. Bu âyette aynen şöyle deniliyor:

«Onlar hangi şeyi infak edeceklerini sana sorarlar. De ki; maldan vereceğiniz şey, ana-babanın, akrabanın, yetimlerin, yok­sulların ve yol oğlunundur.»

Bu ayette akrabaların yanı sıra ebeveyne de yer verilmekte­dir, islâm'da her ikisinin de nafaka hakları bulunmakla beraber, akrabalar arasında, mükellefin vereceği zekâta hak kazananlar da bulunmaktadır.

Birr gibi Allah'a yaklaştıran iyilikleri ifade eden "ihsân"dan yararlanacak olanların bir kısmı, nafaka hakkına sahipken diğer­leri sadece zekât veya gönüllü yardımlardan yararlanırlar. Nisa sûresinin 36. Ayetinde ihsandan yararlanacak olanlar şöylece sa­yılırlar:

«Allah'a ibadet edin, O'na hiçbir şeyi eş tutmayın. Anaya-ba-baya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak kom­şuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerinizin mâlik olduğu kimselere (kölelerinize) iyilik edin. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.»

Öte yandan bazı ayetlerde herhangi tahsis yerleri gösterilme­den genel olarak ihsandan bahsedilir.[109]

Buraya kadar sıraladığımız ayetlerde, ister mecburî olsun, is­terse de gönüllü olsun, birden fazla sarf yeri gösterilmiştir. Bazı âyetlerde ise sadece "fakirler'den söz edilir.[110] Aslında fakirlik yahut ihtiyaç içinde olma, veya geçici olarak bir şeye ihtiyaç duyma diğer bütün sınıfların ortak özelliğidir. Bu ortak özellik sebebiyle olmalıdır ki Hz. Peygamber de çeşitli illere gönderdiği yazıların­da; zenginlerden toplanacak vergilerin fakirler için olduğunu bil­dirmiş ve diğer sınıflara hiç temas etmemiştir: «Zekât,, aranızda­ki zenginlerden alınıp yine aranızdaki fakirlere dağıtılacak-tır.»[111] Bakara 195. ayetle Nahl 90. âyet ve bir de müslümanlar-dan tahsil edilen gelirlerin sarf yerlerini kesin olarak düzenliyen Tevbe sûresi 60. ayet hâriç diğer bütün ayetlerde "fakir" değil yok­sul olarak türcüme edilen "miskin" terimine yer verilmiş bulun­maktadır. Bu son sûrede ise her ikisi de birden yerlerini almışlar­dır.

Öte yandan gene bazı ayetlerde "fî sebilillah; Allah yolunda" şeklinde çok genel bir ifade kullanılmıştır. Medine'de nazil olup Kur'an'da ikinci sırada yer alan Bakara sûresinin 261. ayetinde şöyle denilir: «Mallarını Allah yolunda harcıyanların hâli, yedi başak bitiren, her başakta yüz tane bulunan bir tek tohumun hâli gibidir.» Burada Allah Teâlâ için ve O'nun yolunda harcanmak üzere insanlar vergi ödemeğe teşvik edilirlerken gene aynı sûrede "Allah yolunda" harcanmak üzere vergilerini ödemiyen mükellef­lere, kendi elleriyle getirecekleri tehlikeler haber verilmekte ve şöyle denilmektedir:

«Allah yolunda mallarınızı harcayın; kendinizi kendi elleri­nizle tehlikeye atmayın. (Daima) iyilik edin. Allah muhakkak iyi­lik edenleri sever»[112]

Hicretin ilk yıllarında nazil olan Muhammed süresiyle, en son 9. yılda nazil olan Tevbe sûresinde gene sadece "Allah yolunda" harcamaya davet vardır. Muhammed sûresinde, toplumun ancak "Allah yolunda" harcanmak üzere ödenecek vergilerle ayakta du­racağı, aksi halde yerini başka toplumlara veya iktidarlara bıra­kacağı şöyle anlatılır:

«îşte siz Allah yolunda (ancak farz olanı) harcamanıza davet edilmekte olanlarsınız. Fakat içinizden (yine) cimrilik edenler vardır. Kim cimrilik ederse ancak kendine cimrilik etmiş olur. Allah (sizin infakınıza muhtaç değildir) ganîdir. Siz ise (Onun) fakirlerisiniz. Eğer yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kav­mi getirir. Sonra da onlar sizin benzerleriniz olmazlar.»[113]

Tevbe sûresinde ise Allah yolunda mallarım harcamıyanlara uğrıyacakları acıklı azab haber verilir: «Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamıyanlar (yok mu?) îşte bunlara pek acıklı bir azabı muştula»[114] Çok çeşitli harcama sa­halarına yorumlanabilecek olan bu terim, zekâtın sarf yerlerini en son ve kesin olarak tanzim eden âyette ayrı bir faslı oluşturmuş­tur.

Pek çok sûrede ise; 'Allah yolunda mal ve canla cihâd" emir ve istekleri vardır. Bu emir ve isteklere çok sayıda Medenî sûrede rastlanmasına rağmen bilhassa hicretin 2. yılında nazil olan Enfâl sûresinde ve en son 9. yılda gelen Tevbe sûresinde daha çok­ça rastlanır.[115] Bu iki sûre harp ve ganimet hukukunu tanzim eden sûrelerdir. Böylece mü'minlerden daha hicretin ilk yılların­dan itibaren harp masraflarına iştirak etmeleri istenmektedir ki kurucu anayasada bu hususun tasbit edildiğini yukarda görmüş­tük.

Bütün bu gösterilen yerlere mükellefler ya doğrudan kendile­ri sarfta bulunuyorlar veya Hz.Peygamber'e yahut onun görevlen­dirdiği memurlara vergilerini getirip teslim ediyorlardı. Resûlul-lah veya onun memurları da bunları Kur'an'da gösterilenlerden gerekli gördükleri sınıflara tahsis ediyorlardı. Hz. Peygamberin harcama ve dağıtım şekli bazı münafıkların hoşuna gitmeyince[116] hicrî 9. yılda müslümanlardan tahsil edilen vergilerin sarf yerleri daha önceki ayetlerde de gösterilenlere uygun olarak son ve kesin şeklini aldı:

«Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, mis­kinlere, (sadakaların) üzerine memur olanlara, kalpleri (müslü-manlığa) alıştırmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yo­lunda (harcamaya) ve yol oğluna (yolda kalanlara) aittir. Allah hakkıyle bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.»[117]

Burada ilk ve son olarak, fakirler ve miskinler ayrı ayrı fasıl­ları oluşturmaktadırlar.

Hz. Peygamber aynı sene bütün illere ve bütün bölgelere vergi memurlarını çıkardı[118] ve müslümanlarm ödemekle mükellef bu­lundukları vergilerin tahsil ve sarf işlerini tamamiyle devlet teşkilâtı içerisine aldı ki bu aynı zamanda siyasî heyetlerin Resûlullah ile antlaşmalar yapmak üzere yoğun bir şekilde Medi­ne'ye gelip gittikleri seneye rastlıyordu. Gayri müslim tebeanın Ödemekle mükellef bulunduğu vergiler ise her zaman devlet eliyle toplanmıştır.

Buraya kadar anlattıklarımız müslümanlardan tahsil edilen vergilerin sarf yerleridir. Gayr-i müslim tebeadan tahsil edilen vergilerle, ganimetlerden hazine hakkı olarak alman "humus" ge­lirlerinin sarf yerlerini düzenliyen ayetler ise tamamen başkadır. Görüldüğü üzere müslümanlarm ödedikleri vergilerde Hz, Pey­gamber (s.a.v.)'e ve fakir de olsalar onun akrabalarına herhangi bir hak tanınmamıştır. Ancak onlar gayr-i müslimlerden tahsil edilen vergilerden yararlandırılmaktadır.

islâm Devleti bu tür gelirlere ilk defa 2. hicrî yılda yapılan Be­dir harbinde kavuştuğu için, onların sarf yerleri de bunu müeta­kıp gelen bir kısım ayetlerde tanzim edilmiştir. Bu harp sırasında gelen Enfâl sûresinin 1. ayetinde; ganimetlerin Allah ve Resulüne ait olduğu bildirilirken aynı sûrenin 41. ayetinde; ganimetlerin 4/5'ü gazilere bırakılmış ve 1/5'i «Allah'ın, Resulünün, hısımla­rın, yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur» denilerek bunlar adına devlet hazînesin

hafız_32
Sat 2 October 2010, 06:59 pm GMT +0200
e maledilmiştir.Aynca Hz. Peygamber 8. hicrî yılda yapılan Huneyn muharebesinde ele geçirilen ganimet­lerin taksiminde görüldüğü gibi "müellefetü'l-kulûp: kalpleri ka­zanılmak istenenler»^ de bunlardan bir hisse ayırmıştı.[119]

Hicrî 4. yılda yapılan Nadir kabilesi harbi üzerine gelen Haşr sûresinde, fethedilen yerlerin gelirlerine «fey'» ismiyle temas edil­di ve bu çeşit gelirlerin ilânihaye sarf yerleri tesbit edildi.

«Allah'ın (fethedilen diğer küffar) memleketleri ahâlisinden Peygamberine verdiği fey'i; Allah'a peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Tâki (bu mallar) içinizden (yalnız) zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.

Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da sakının. Allah'dan korkun, çünki Allah'ın azabı çetindir.»

Müteakip ayetlerde bu gelirlerden yararlanacak olanlar ara­sında; hicret etmiş olan fakirler, onlardan önce Medine'yi yurt ve îman evi edinmiş olan kimseler (yerliler) ve gelecek nesiller yer al­maktadır.[120] Aynı sûrenin 6. ayetine göre ise sulh ile ele geçirilen yerler tamamiyle Hz. Peygamber'e bırakılmıştır. Tabiatiyle o bu yerlerin gelirlerini hem kendisine ve hem de halkın menfaatına uygun yerlere harcamıştır. Görüldüğü gibi ganimetlerden alınan humus gelirleriyle Haşr sûresi 7. ayette gösterilen fey' gelirlerinin sarf yerleri ayniyet halindedir ve tahsis yerlerinden; yoksullar ve yolcular aynı zamanda zekat gelirlerinden de yararlandırılan kimselerdir Cizyenin nerelere sarfedileceği ise Kur'anda gösteril­memiş, ancak ilerde temas edileceği gibi o da fey' ve haraç hükmü­ne tâbi kılınmıştır.

Mekke ve Medine devirlerinde her çeşit malî-dinî mükellefi­yetlerin veya doğrudan müslümanlarm yapacakları tahsislerin gösterilen sarf yerlerini bir araya toplamakta fayda olacağı kana-tmdayım:

1. Allah (Onun hissesi KsChe ve cami hizmetlerine veya fakir­lere harcanır).

2. Resûlullah

3. Miskin (yoksul)ler

4. Fakirler

5. Mahrumlar

6. Dilenenler

7. Yetimler

8. Kölelerin azadı

9. Köle hizmetçiler

10. Esirler

11. Yolcular

12. Ana,baba ve akrabalar

13. Hz. Peygamberin akrabaları

14. Borçlular

15. Ağır malî mes'uliyetler altında bulunanlar

16. Kan diyetleri

17. Kurtuluş fidyesinin ödenmesi

18. Harp masraflarını karşılama ve malla cihada iştirak

19. Fî-sebîlıllah (Allah yolunda)

20.  Zekât memurları

21. Kalpleri kazanılmak istenenler

22. Muhacirler

23. Medineyi önceden yurt edinenler (fakir yerliler)

24. Gelecek nesiller

25. Komşular

26. Arkadaşlar

Görüldüğü gibi bu sarf yerlerinden bazılarını bir tek sımfta toplamak mümkündür. Nitekim Kur'an'da müslümanlardan alı­nan vergilerin sarf yerleri son olarak düzenlenirken bu iş yapılmış bulunmak t a dır.

Kur'an'da sadece vergi mükellefiyetine ve vergiye tâbi mal ve kazançlara temas edilmeyip her çeşit gelirin sarf yerlerinin de gösterilmesi; dünyada ilk kez devlet başkanlarının keyfî tasarruf­larına son vermesi açısından önem taşıdığı gibi, gelirin yaygınlaş­tırılması ve içtimaî güvenliğin temini açısından da büyük önem taşır. Çünki bu sarf yerleri gözden geçirilirse, vergilerin halktan gene halk için ve onun yararına toplandığı açıkça görülür. Eğer böyle olmasaydı Kur'an sadece vergilerden bahseder ve bunlar­dan yararlandırılacak olanlara hiç temas etmezdi.[121]


[1] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/243-244.

[2] Muhammed Hamİdullah, İslâm Peygamberi, C.2/893-894, prg. 1373.

[3] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.I/165, prg. 278, C.2/922, prg.1428.

[4] M. Hamidullah, a.g.e., C.2/922, prg.1428

[5] Tâ-Hâ, 29-30.

[6] Yusuf, 54-56.

[7] Ahmed, Müsned, C.2/73, Ha. No.665

[8] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.2/944, prg. 1483.

[9] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C. 1/169, prg. 284; ayn. eser, C.2/974, prg. 1545.

[10] İbn Hişâm, C. 2/88.

[11] İbn Kudâme,C.6/414; Kettanî, C. 1/235.

[12] Bak. Makrîzî, İmtâ', C. 4, v.250/a; Kettânî, C. 1/235.

[13] Kettânî, C.l/35; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.2/974, prg. 1545.

[14] İbn Kudâme, Mugnî, C. 6/417.

[15] Maverdî, Ahkam el-Sultaniyye, s. 93.

[16] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/245-248.

[17] Devletin yapısı için bak. M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.2/966, 966, prg. 1522-1525.

[18] Makrizî, İmtâ\ C. 4, v. 203/b.

[19] Ebû Yusuf, Haraç, s. 77-78.

[20] Kettanî, C.l/241.

[21] Makrizî, İmtâ',CA, v.202/a.

[22] Muaz'ın Yemen'e gönderilişi ve oradaki görevleri için bak. Taberî, Tarih, C.2/617; EbuUbeyd, s.596, Ha. No. 1911; İbn Zenceveyh, C.2/227; Belazurî, Futun el-Buldan, s. 81; İbn Kudame, C.2/673; M. Hamidullah,/sMm Pey­gamberi, C.2/951, 966, prg. 1499,1525.

[23] İbn Hordazebeh (veya Hordazbih), s.144.

[24] Makrİzî, îmtâ', C.4, v.292/a; Salih Tuğ, s. 81-82.

[25] Mâverdî, s.28-29; Ferrâ, s. 18; P.K. Hıttı, s. 331.

[26] Tâ-Hâ, 29-30.

[27] Yusuf, 55.

[28] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/248-251.

[29] Sad, 26.

[30] Nemi, 16.

[31] Hud, 45-46.

[32] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C. 2/928-929, prg. 1444,1446.

[33] Bak. Âli İmrân, 26; En'âm, 165.

[34] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.2/932, prg. 1455.

[35] Tevbe, 12; Biat için ayrıca bak. Feth, 10.

[36] İbn Sa'd, 3/1, s.lO9'dan naklen M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.2/944, prg. 1483.

[37] Ebu Ubeyd, s.4, Ha. No.5-6.

[38] Nisa, 59.

[39] Serahsî, Şerh el-Siyer el-Kebîr, C.3/1027.

[40] Serahsî, Şerh el-Siyer el-Kebîr, C.l/166.

Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/251-254.

[41] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.2/981, prg. 1555.

[42] A'râf,6.

[43] Şura, 15.

[44] Buharı, Cum'a, 11; Ahmed, Müsned, C.7/161, Ha. No. 5167; Ebu Ubeyd, s. 4, Ha. No.3.

[45] Bak. Tirmizî, Ahkam, 4 (C. 6/70); Yusuf, s. 6; Munzirî, C.3/168.

[46] Serahsî, Şerh el-Siyer el-Kebir, C.l/29.

[47] Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s. 56.

[48] Âliîmrân,159.

[49] Şura, 38.

[50] Bak. M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C. 2/944-45, prg. 1484.

[51] Ebû Ubeyd, s. 161-62; ayrıca bak. M. Hamidullah, a.g.e., C.2/945.

[52] Serahsî, Şerh el-Siyer el-Kebîr, C.l/63.

[53] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/254-257.

[54] En'âm, 136.

[55] Nahl, 56.

[56] BaMâide, 103; En'âm, 138-140.

[57] Hac, 28, 36.

[58] Salih Tuğ, s. 19-20.

[59] Müddessir, 44.

[60] Beled, 10-16.

[61] Yâsîn,47.

[62] Fecr, 17-18.

[63] Mekkî olan bu son iki sûreden Fecr 10., Maun da 17. nüzul sırasında yer al­maktadırlar, bak. Salih Tuğ, s. 19-20.

[64] Bak. İbrahim, 31; Sebe', 39; Fâtır, 29.

[65] Kalem, 17-33.

[66] En'âm, 141.

[67] Zâriyât, 19.

[68] Meâric, 17-25.

[69] İsrâ, 26; Rum, 38.

[70] Nahl, 90.

[71] Salih Tuğ, s. 21.

[72] Mü'minûn, 4.

[73] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.2/1020, prg. 1619.

[74] Yusuf el-Kardavî, Fıkh el-Zekât, C. 1/60-61.

[75] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.2/1022, prg. 1620.

[76] Salih Tuğ, a.g.e., s. 22;Açıklaması yapılan bu ayetteki "afve" kelimesi, ma­lın fazlası manasına geldiği gibi, af manasına da gelebilir. Fakat Medenî olan Bakara 219, ayetteki aynı kelime doğrudan "fazla" manasına gelmek­tedir.

Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/259-265.

[77] Salih Tuğ, a.g.e., s. 21-22.

[78] Beled,16.

[79] Bak. İsrâ, 26; Rûm, 38.

[80] İsrâ, 26; Rûm, 38.

[81] Köle azadı için bak. Beled, 13.

[82] Akrabaya hakkını verme ve yardım emirleri için bak. İsrâ, 26; Rûm, 38; Nahl, 90.

[83] Bak. Bakara, 215.

[84] Cessas, Ahkâmu'l-Kur'ân, C.l/461.

[85] Ebu Ubeyd, s. 612-613, Ha. No. 1991; İbn Zenceveyh, C. 2/231; Fahru'd-din el-Razî, C.2/364-65.

[86] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/265-267.

[87] Buharî, Zekât, 10; Ebu Ubeyd, s. 351, Ha. No. 904; İbn Hişam, C.2/145.

[88] Yusuf el-Kardavî, Fıkk el-zekât, C.l/61.

[89] Bakara, 177; Birr için ayrıca bak. Âli fmrân, 92.

[90] Bakara, 83.

[91] Nisa, 36.

[92] İnşân, 8.

[93] Bakara, 3.

[94] Bakara, 219.

[95] Bak. Bakara, 215.

[96] Serahsî, Mebsût, C. 3/2.

[97] Bak. Tevbe, 34,103; En'am, 141; Bakara, 267; Zariyat, 19.

[98] M. Hamidullalı, İslâm Peygamberi, C.2/1026, prg. 1628.

[99] K. Tevbe, 29.

[100] Makrizî, İmtâ', C.4, v.252/b.

[101] Belazurî, s. 79; Makrizî, İmtâ', C.4, v.252/a-b; M. Hamidullah, İslâm Pey­gamberi, C.1/668-669, prg. 1022.

[102] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.l/669, prg. 1022.

[103] Geniş bilgi için bak. Celâl Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, s. 64, 238.

[104] Bak. Ahmedb. Hanbel, Müsned, C.ll/141. 210. Ha. No. 6904. 7012; Ebu Ubeyd, s. 125, 202-205. Na. No. 330, 517; İbn Hişam, C. 1/220-228, prg. 358.

[105] Nûr,22.

[106] Tevbe,100.

[107] Bak. Bakara, 267; îbn Mâce, Zekât, 19.

[108] İnsân, 8.

[109] Bak. Bakara, 195; Nahl, 16.

[110] Bak. Bakara, 271, 273.

[111] Ahmed, Milsned, C. 3/342, Ha. No. 2071 (neşr. Ahmed-Muhammed Şâkir); Nesâî, C. 5/2-4 (şerh. Sindî ve Suyûtî); M. Hamidullah, Vesaik, s. 116,130.

[112] Bakara, 195.

[113] Muhammed, 38.

[114] Tevbe, 34.

[115] Bazı misaller için bak. Enfâl, 72; Tevbe, 20,41, 81;Hucurât, 15; Safî, 11.

[116] Bak. Tevbe, 58-59; Cessas, Ahkâmu'l-Kur'ân, C. 3/121.

[117] Tevbe, 60.

[118] Yusuf Kardavî, C.2)750; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C.2/1043, prg. 1656.

[119] İbn Hişain, C. 4/135; Ebu Ubeyd s. 324, Ha. No. 829, s. 580, 581, Ha. No. 1850; Serahsî, Mebsût, C. 3/9; Fahru'd-din el-Razî, C. 4/475.

[120] Haşr, 7-10; Ayrıca bak. Ebû Ubeyd, s. 14-15, Ha. No. 41.

[121] Doç. Dr. Celal Yeniçeri, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/267-280.