- Askerî istihkâm

Adsense kodları


Askerî istihkâm

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Hadice
Wed 12 January 2011, 12:28 pm GMT +0200
Askerî İstihkâm

1350/40. İslâm Peygamberi Muhammed (AS), Ordu komutanları başta olmak üzere herkese, savaşın insanî boyutunu ön plana çıkartarak ve kan dökülmesini en az düzeye indirgeyerek güzel bir örnek oluşturmuştur. Şu hadisi, kuşkusuz onun bu özelliğine işaret etmektedir:

           “Ben rahmet peygamberiyim, ben savaş peygamberiyim” (bk. İbn Hanbel, Müsned, IV/395).

1350/41. Okuyucularımın konu hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek için, İngilizce kaleme almış olduğum “Battlefields of the Prophet”231 adlı esere başvurmalarını önererek, burada savaş sırasında istihkâm mühendisliği ile ilgili faaliyetleri sergilemekle yetineceğim. Bu konudaki ilk uygulamalara, H. 2 yılında yapılan Bedir Savaşı esnasında rastlarız ki bu savaşta Resulullah (AS), savaş alanına hâkim alçak bir tepe üzerinde, korunma amaçlı ve arîş denilen bir kulübe inşâ ettirmişti. Kendisi buradan savaşmakta olan İslâm birliklerine, taktik ihtiyaçlar doğrultusunda talimatlar gönderiyordu. Ve bilindiği gibi o gün İslâm Ordusu, sayıca kendisinin üç katı olan düşman karşısında kesin bir zafer elde etmiştir.

1350/42. H. 3 yılındaki Uhud Savaşı’nda Müslüman karargâhını korumak için tabiî siperlerden yararlanılmış, ayrıca çatışmalar sırasında İslâm Ordusunun arka saflarını koruma altında tutmak amacıyla üzerine okçu birliklerinin yerleştirildiği, savaş alanına hâkim bir tepe (Cebelu’r-Rummât) seçilmişti.

1350/43. Resulullah (AS)’ın askerlik hayatında gördüğümüz en önemli icraatı, H. 5 yılında yapılmış olan Hendek Savaşı’nda, dışardan gelebilecek düşman saldırılarına karşı Müslüman karargâhının çevresine bir hendek kazdırmak olmuştur. Göründüğü kadarıyla buradaki amaç, kendisinden sayıca on defa daha kalabalık olan düşmanı, savaşı bir günde yapıp bitirmekten çok, uzunca sürecek bir kuşatmaya mecbur etmekti. Oldukça düzenli ve bilinçli bir istihbarat servisi sayesinde, haftalarca öncesinden düşman hazırlıkları hakkında kesin bilgiler elde eden Resulullah, her şeyden önce askerî bir heyet topladı. İran asıllı Selmân-ı Fârisî adındaki bir sahâbenin önerisi üzerine, muhtemel düşman cephesi önüne bir hendek kazdırılmasına karar verdi. Planı ikmal etmek için, bu konuda uzman olan bazı sahabelerini de yanına alarak, at sırtında arazîye çıkıp bölgeyi bizzat denetledi.

1350/44. Esas itibariyle düşmanın, Medine’nin güneyinde bulunan Mekke tarafından gelmesi gerekiyordu. Ancak Medinelilerin yığınak yaptığı alan, üç tarafı lavlık kayalarla (harra) ile çevrili bir ova idi ki çatışmaların buradan başlatılması imkânsızdı: normal koşullarda burada ne insan, ne at ve ne de deve yürüyebilirdi. Sadece kuzey ve kuzey-batı tarafları saldırının başlatılmasına izin vermekteydi. Hal böyle olunca, lavlık kayalardan oluşan bu üçgenin kuzey ve kuzey-batıya bakan iki ucunun bir hendekle kapatılmasına karar verildi. Başlangıçta bir kilometreden biraz fazla olan hendek, sonradan, Medineli bazı kabilelerin de özel girişimleriyle biraz daha uzatılmıştır. Hendeğin tamamı, sonunda büyükçe bir “N” şeklini aldı. Kuzey-doğuda Şeyheyn burçlarından itibaren kazıya başlanmış (günümüzde bu nokta, iki kubbeli Şeyheyn Mescidi adıyla anılmaktadır) ve buradan Zûbâb tepesine kadar inilmiştir (bugün burada Zûbâb Mescidi bulunmaktadır). Daha sonra, nispeten daha alçak tepelere doğru hendek kazımı sürdürülmüş ve nihayet kuzeydeki Vedâ tepesi denilen yere ulaşılarak, burayı stratejik bir yer olan Sal’ dağıyla birleştirmiştir. Yol boyunca rastlanılan alçak tepelere, keşif ve gözcü birlikleri konuşlandırılmıştır. Hendek bir düşman atlısı dört nala gelse bile aşamayacağı genişlikteydi,  derinliği ise, içine bir piyade asker düşse ya da girse, ne kadar uğraşırsa uğraşsın kaçıp kurtulamayacak şekilde ayarlanmıştı. Resulullah (AS), kazılması gereken hendek mesafesini, anlaşıldığı kadarıyla her bir kabilenin nüfus sayısına göre belirlemişti. Kendisi ise, mevlâsı Selmânu’l-Fârisî de dahil olmak üzere, yakın akrabalarından oluşan küçük bir grupla birlikte kazı çalışmalarında görev almıştır. Hendeğin kazılması sırasında bazı güçlüklerle de karşılaşılıyordu, zira toprak içinde yer yer sert kayalarla karşılaşılıyordu. Resulullah (AS), kazı hattını saptırmak yerine, bunların kırılarak ortadan kaldırılmasına karar vermiş ve bunda başarılı da olunmuştur. Çalışmalar sırasında işçiler hep bir ağızdan şarkılar söylüyorlardı. Nöbet usûlü çalışılıyordu. Hatta o günlerde, çalışanların dinlenirken yumuşak kayalara işledikleri bazı yazılar günümüze kadar ulaşmıştır.

1350/45. Düşman birlikleri bölgeye ulaştığı zaman, karşılarına hiç de beklemedikleri bir hendek çıkması üzerine şaşkına döndüler ve Müslümanların emri vâki olarak ortaya koydukları bu savaş tarzını kabul etmek zorunda kaldılar. Özellikle de, kısa süreli bir savaş için beraberlerinde getirmiş oldukları azıkların tükenmesinin doğuracağı güçlükleri yakından hissettiler. Müslüman devriyeler, hendeği gece-gündüz gözetliyorlardı. Hattâ bazen düşman birliklerine erzak getiren kervanların önünü keserek, getirmekte oldukları yiyeceklere el koyuyorlardı.

1350/46. Eli silah tutan bütün savaşçı Müslümanlar cephedeydi; kadınlar, çocuklar ve besi hayvanları ise müstahkem burçlara (âtâm) kapatılmışlardı. İslâm’dan önceki dönemlere ait olan bu burçlardan bazıları günümüzde de hala mevcuttur. Örneğin, aslında birçok kattan oluşan görkemli Utûmu’d-Dihyân burcunun harabeleri; içinde bir su kuyusunun bulunduğu Kâ’b ibn el-Eşref Kasrı gibi. Bu su kuyusunun varlığı da gösteriyor ki, zaman zaman bu tür yerlere girişilen kuşatmalar çok uzun süre devam edebiliyordu.

1350/47. Bütün bu önlemler neredeyse bir hiç değerine düşmek üzereydi; zira, bu Müslüman şehrinde gayrı müslimler ve özellikle Yahudiler de bulunmaktaydı. Bunlar, savaşta tarafsız kalacaklarına dair söz vermişlerdi ve o an için de sakin gözüküyorlardı. Ancak düşmanın girişebileceği bazı diplomatik girişim sonucunda bu kitle kandırılabilirdi. Nitekim beklenen olmuş ve Benû Kurayza Yahudileri, düşmanla gizlice anlaşarak, saldırganlar dışardan hücuma kalktıklarında onlar da içeriden aynı anda Müslüman savunma cephesinin arkasından bir saldırı başlatacaklarına söz vermişlerdi. Durumdan haberdar olan Resulullah (AS), hemen karşı diplomatik girişimlerde bulunarak bazı askerî önlemler aldı ve hem saldırgan Mekkeliler ve hem de anlaştıkları Yahudiler sessiz ve sakin bir şekilde geri çekildiler. Savaş sona erip kuşatmacılar gidince, Benû Kurayzalılar ihanetlerinin bedelini ödemek zorunda kaldılar. Kısa süren bir kuşatmadan sonra teslim oldukları zaman, Resulullah (AS) onların akıbetlerinin, yine kendilerinin seçecekleri bir hakem tarafından belirlenmesine razı olmuştur.

1350/48. Mekke ve Hayber arasındaki ittifak anlaşması, her iki Devlet’in tam ortasında bulunan Medine için sürekli bir tehdit oluşturuyordu. Sarahsî’ye göre (bk. Mebsût, X, 86; aynı yazar, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, I, 201) bu anlaşma, eğer Resulullah saldırma amacıyla Mekke üzerine yürüyecek olursa, Hayberlilerin savunmasız kalan Medine üzerine yürüyüp onu yerle bir edeceklerini; aynı şekilde, eğer Hayber üzerine yürürse, bu kez Mekkelilerin, aynı amaçla, savunmasız kalan Medine üzerine yürümesini öngörüyordu. Bu nedenle, nereden bakılsa Medine’nin eli-kolu bağlı idi. Bu açmazdan kurtulmak için, ne pahasına olursa olsun, bu iki düşmanı birbirinden ayırmak gerektiğini pek iyi bilen Resulullah (AS), H. 6 yılında akdedilen Hudeybiye Anlaşması ile istediği sonuca ulaşmıştır. Kur’ân, bu anlaşmayı “apaçık bir zafer” olarak nitelendirmektedir (bk. Fetih: 48/1). Böylece, öne sürdükleri birçok ağır şarta razı olup onlara imtiyazlar tanıma pahasına Mekkeli Müşriklerle bir barış anlaşması imzalanmış ve bunun sonucunda, ister Müslümanlar arasında, isterse üçüncü bir tarafla (Hayber de dâhil) savaşa girilmesi halinde, Mekkelilerin tarafsız kalmaları sağlanmıştır.

1350/49. Hudeybiye’den döndükten birkaç gün sonra, Resulullah (AS), yanına sadece 1500 savaşçısını alarak, Hayber’e doğru yola çıktı; burada kendisini 20.000 düşman savaşçı bekliyordu (bk. Ebû Yûsuf ve Ya’kûbî; Makrîzî’ye göre ise 10.000). Bunun yanı sıra, düşmanın (harabeleri günümüzde halen mevcut olan) taştan inşâ edilmiş çok sayıda müstahkem kaleleri, ve hatta kuşatmaların uzun sürmesi halinde bu kaleleri birbirine bağlayan yeraltı geçitleri de bulunmaktaydı. Hayberlilerin elinde, açık arazide hücuma kalkan savunmasız kuşatmacılar üzerine taş yağdırmak üzere mancınıklar da bulunmaktaydı. Makrîzî’nin işaret ettiği gibi (bk. İmtâ’, I, 318-19), Hayberlilerin elinde, debbâbe adı verilen ve o dönemin tankları diyebileceğimiz araçlar da vardı. Merhab kalesi de, yalçın kayalıklar üzerine inşâ edilmiş, ele geçirilmesi güç bir yapı idi.

1350/50. Bütün bu engeller karşısında, Müslümanların gönüllerinde sadece iman ve Allah yolunda hizmet etme duygu ve arzusu hâkimdi. Böylece onlar, birbiri arkasına düşman kalelerini fethettiler ve daha sonraki savaşlarda kullanmak üzere, mancınık ve deri kaplı arabalar (debbâbe) gibi içlerinde ne var ne yoksa hepsini ganimet olarak ele geçirdiler. Ancak bu savaş sırasında Müslümanların girişmiş olduğu herhangi bir inşâat işinden bahsedilmemektedir.

1350/51. Aradan çok geçmeden, Mekkeli Müşrikler, Hudeybiye anlaşmasını ihlal ettiler ve ardından, Müslümanlarca girişilen harekatta çok değişik askerî taktikler kullanıldı. Herhangi bir istihkâm faaliyetinden söz edilmemekle birlikte, Resulullah, 10.000 savaşçıdan oluşan Ordusunu Mekke’nin dış mahallelerine kadar sokmayı başardığında, son dakikaya kadar düşmanın bundan haberi bile olmadı. Askerî ordugâhlarda toplu halde yemek pişirmek amacıyla birçok asker için bir tek ateş yakılır. O gece ise, Resulullah (AS), her askerin ayrı ayrı ateş yakmalarını emretti. Böylece, dağların tepesinden manzaraya bakan Mekkeliler, elli bin civarında bir askerî kuvvetin gelmekte olduğu izlenimine kapıldılar. Komutanları Ebû Süfyân, dağlardan Mekke vadilerine inip ne olup bittiğini anlamak için İslâm karargâhına gizlice girmeye kalktıysa da, bir Müslüman devriyesi kendisini kıskıvrak yakaladı. Mekke’de herkes ne yapacağını şaşırmış bir durumdaydı. İslâm ordusu şafakla birlikte harekete geçti ve dört ayrı koldan Mekke’ye girdi. Bir süre sonra Resulullah (AS), Ebû Süfyân’ı serbest bıraktı. O sırada Resulullah’ın habercileri sokaklarda dolaşarak halka şöyle haykırıyorlardı:

           “Kim silahını bırakırsa emniyettedir, kim kendi evine kapanırsa emniyettedir; kim Haremi Şerif’in avlusuna girerse emniyettedir; kim Ebû Süfyân’ın evine sığınırsa emniyettedir!”

           Bu sonuncu çağrı, şehirde karışıklığı büsbütün arttırdı; zihinlere şöyle bir soru takılmıştı:

           “Yoksa Ebû Süfyân da mı bize ihanet edip Müslüman oldu?”

1350/52. Bir kısım haberciler ise şu duyuruyu yapıyorlardı:

           “Herkes Harem-i Şerif avlusunda toplansın! Resulullah orada kendilerine bir hutbe okuyacak!”

           Mekkelilerin kafaları iyice karışmıştı ve herkes endişe içindeydi: “Bu istilacı adam bize ne yapacak?” Bu arada herkesi kapsayan bir genel affın ilan edilmiş olması, Mekkelilerin zihinlerinde anî bir değişikliğe yol açmış ve hepsi birden geçmişi unutarak, can ü gönülden İslâm’ı kabul etmişlerdir. Öyle ki, bir kaç gün sonra Resulullah (AS) Huneyn’de Hevâzinlilerle savaşmak üzere Ordusunun başında yola çıkmaya karar verdiğinde, bu askerî sefer için oluşturulan birliklere, yeni Müslüman olmuş çok sayıda Mekkelinin de katıldığı görülmektedir.

1350/53. Mekke’nin fethedilmesi, Kabe binasında bazı çalışmaların yapılmasına da fırsat vermiştir. Resulullah burada puta tapıcılık ve müşriklik ile ilgili bütün iz ve işaretleri ortadan kaldırmıştır. Sadece Kâ’be’nin çevresindeki 360 putu kırıp yok etmekle kalmayıp, Kâ’be binasının içinde duvarlara resmedilmiş bir takım dinî freskleri de silip ortadan kaldırmıştır (bk. Buhârî, 60/8/3-4). Bir ara, Kâ’be’yi tamamen yıkıp, biri giriş ve diğeri çıkış için kullanılmak üzere, iki kapılı olarak binayı yeniden inşâ etmeyi de düşünmüştür. Böylece, bugün üstü açık vaziyette duran dairevî Hatim kısmı da dahil, her şey tek bir çatı altında toplanmış olacaktı. Ancak, Buhârî’nin naklettiğine göre (bk. 3/48, 25/42/3-5, 94/9/6), olayların üstüne fazla gitmek istemediğinden, bu tasarısından vazgeçmiştir.

1350/54. Aynı şekilde, şehrin dört bir tarafında bazı duvar örme faaliyetlerine de girişilmiştir. Bu çalışmalar, Mekke’nin haram sınırlarını (ensâbu’l-haram) gösteren işaret taşlarının (bk. Makrîzî, I, 358) yenilenmesinden ibaretti. Aslında, Mekke’de iki ayrı yönde insan akımı söz konusudur: Biri, Mekke’ye çok yakın bir güzergâh üzerindedir; yabancıların yanı sıra, bu şehirde bizzat oturanların da, Umre (Küçük Hac) yapabilmek için ihramlarını giymek üzere şehir dışına çıkıp sonra tekrar ihramlı olarak dönmeleri gerekmektedir. Diğer insan akımı ise, daha çok Hac (Büyük Hac) ile ilgilidir. Makrîzî’de geçen anlatımda, yeni sınır taşı inşaatının bu güzergâhlardan hangisi ile ilgili olduğu yolunda net bir bilgi verilmemektedir. Mekke’deki bu haram sınırları çok eskilere dayanır. İslâm bunları aynen kabul ve tasdik etmiştir. İslâm’ın da benimsediği bu kutsal (haram) sınırlar içinde avlanmak yasaktır ve müeyyidelere bağlanmıştır; yine bu bölgede ağaç ve diğer bitkilerin kesilip koparılmaları da yasaklanmıştır.

1350/55. Mekke’nin fethinden sonra Resulullah (AS), çevredeki yerleşim birimlerinde bulunan putları yıkmak bunların bulunduğu tapınakları yerle bir etmek üzere çok sayıda askerî birlikler göndermiştir. Bu gibi hareketler, herhalde olaylar karşısında duyarsız bazı insanların dinî konulardaki düşünme ve tefekkür etme duygularını canlandırmış ve böylece onlar, bu putlarla ilgili olarak atalarından kalan eski alışkanlıkları sürdürmek yerine, bunların kendi elleriyle yapmış oldukları putlar olduğunu ve ne bu dünyadaki ne de ahiretteki işlerinde kendilerine bir yarar sağlamayacaklarını anlamışlardır. Daha sonra Resulullah (AS), Mekke’ye doğru gelmekte olan Hevâzin kabilelerine karşı Ordusuyla birlikte harekete geçti. Büyük bir şehir olan Tâ’if’e kadar uzandı ve şehri uzun süreli bir kuşatma altına aldı. Şehrin surları mancınık ve debbâbelerle dövülerek yıkılmaya çalışıldı. Ancak pek bir başarı sağlanamadı. Bunun üzerine şehir halkına bir duyuru yapılarak, “düşman içinde yaşayan kölelerden kim kaçar ve Müslüman Ordugâhına sığınırsa,” kendisinin otomatik olarak serbest ve hür olacağı ilân edildi. Bu duyuru üzerine Tâ’if halkı harekete geçerek, şehir dışına kaçabilmek için kale duvarlarından ipler sarkıtmaya başlayan kölelere karşı bazı ek önlemler aldı.

1350/56. Müslüman bir elçinin Bizans topraklarında öldürülmesi ve imparatorun da tazminat ödemeyi reddetmesi, Bizans ile olan ilişkileri vahim bir duruma sokmuştu. Bu olayla ilgili olarak, Mu’te üzerine düzenlenen cezalandırma seferi beklenen sonucu sağlayamayınca, Resulullah (AS) vakit kaybetmeksizin, hayatının en büyük ve güçlü askerî birliğini bir araya getirerek, başında da kendisi olduğu halde, Yarımadanın en kuzeyindeki Tebûk şehrine girdi. Hıristiyan Araplar ile Yahudilerin oturduğu Filistin’deki birçok bölge, Bizans’tan ayrılarak İslâm Devleti’ne bağlandılar. Büyük bir şehir olan Dûmetu’l-Cendel de, ünlü kalesine rağmen aynı şeyi yaptı. Kaynaklarda, Müslümanların bu seferler sırasında, ordugâhlarda yaptıkları geçici mescitler dışında, bölgede herhangi bir inşâat işine giriştiklerine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.

1350/57. Ertesi yıl, yani Hicretin 10. yılında, Resulullah (AS), gittikçe ağırlaşan sağlık durumuna rağmen büyük bir çaba göstererek Mekke’ye gitmiş, Hac ibâdetini yerine getirmiş ve bu son Haccında (Vedâ Haccı), Arafat’taki Rahmet Dağı’nda (Cebelu’r-Rahme), orada toplanmış olan Müslümanlara, ünlü Veda Hutbesi’ni irât ederek, böylece İslâm öğretisinin din olarak neler getirmiş olduğunu güzelce özetlemiştir. Medine’ye döndükten birkaç hafta sonra ise, Âhiret âlemine göç etmek üzere son nefesini vermiştir.

1350/58. Yukarıdaki paragraflarda, Resulullah (AS)’ın gerek şehircilik, gerekse askerlik alanlarında bir mühendis olarak girişmiş olduğu bazı çalışmaları özet halinde verilmiştir. Bu bilgiler bize, o dönemle ilgili olarak İslâm Devleti içinde ve özellikle Arap Yarımadasında, bu alanda yapılan çalışmaların hangi koşullar altında gerçekleştirildiğine dair bir fikir verecektir.


231 İbn Hişâm, s. 185-186.