- Askerî görevler

Adsense kodları


Askerî görevler

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Hadice
Wed 12 January 2011, 08:13 am GMT +0200
Askerî Görevler

1403. Kusay, iktidarını oğulları arasında taksim ettiği zaman, Abd Menâf’a “ordunun sevk ve idaresi’’ (Kavd’ul-Cuyûş) görevini verdi ki bu görev, tevarüs yoluyla babadan oğula devam ederek Abdu’ş-Şems’e, sonra Ümeyye’ye ve daha sonra da Ebû Sufyân’a geçmiştir.314 Diğer kaynaklarda ise, Kusay’ın Abd Menâf’a Riyâse (Kabile Başkanlığı) görevini vasiyet ettiği bildirilmektedir.315 Belki de burada aynı görevin iki farklı yönü söz konusudur. Çünkü kaynaklar, barış zamanlarında kabile başkanı ve savaş zamanlarında da ordu komutanı olarak aynı kişiden bahsetmektedirler.

1404. Bizim en çok sıkıntı duyduğumuz konu, her ikisi de bayrak anlamına gelen ‘ukâb ve livâ görevleri arasındaki farkın ne olduğudur. ‘Ukâb, daima baş komutana ait ve onun sorumluluğu altında olmakla birlikte, Livâ belirli bir kabileye ait bulunuyordu (bk. yukarıda § 1717 vd.). Bu ayrımın uygulamada hangi amaca yönelik olduğunu bilemiyoruz.316

1405. Yukarıda Kubbe (Tahtırevân) ve E’inne (At dizginleri) şeklinde iki askerî görevden söz etmiştik. İbn el-Kelbî (bk yukarıda §. 1373), sadece bir süvari komutanından söz etmektedir Biz ise, bunların Mekke’de iki kişi olduğunu tespit ettik: Hâlid ibn Velîd ve İkrime ibn Ebî Cehil.317 Şurası bir gerçektir ki, bu iki zât yakın akraba idiler; daha genç olan ikincisi yardımcı olarak görülmüş olabilir (Bu durum bize, Atina Şehir Devletinde görülen “iki süvari komutanı” ve“on piyade kumandanı” olan “on kabile”yi hatırlatmaktadır; bk. Aristo’nun Atina Anayasası adlı kitabı).

1406. İbn el-Kelbî, sefere çıkan ordunun ödüllendirilmesi (Hulvânu’n-Nefer) görevini çok tuhaf bir biçimde açıklamıştır (§ 1373). Ona göre yaşça küçük bile olsa, komutanın kura ile belirlenmesi söz konusudur. Metnin bu kısmında bir boşluk olsa gerektir. Biz, kendisiyle istişare edilen kâhine verilen ödülün Hulvânu’l-Kâhin olarak adlandırıldığını biliyoruz. Bu durumda, Hulvânu’n-Nefer’in de herhalde, yapılan bir işin karşılığı olması gerekir. Belki de bu, askerliğe tabi tutulan kimsenin kendisi yerine bu görevi yerine getirecek kimseye ödemesi gereken bir bedel idi. Bu bedel, pekâlâ bu “işi” veraset yoluyla sürdüren ve asıl yükümlü ile Ba’îs (bedel karşılığında görevi üstlenen kişi, gönderilen) arasındaki ihtilafı çözmekle görevli biri tarafından tespit edilebilirdi. Bildiğimiz kadarıyla Ebû Leheb, Bedr savaşı sırasında buna benzer bir bedel ödemişti.318 Bu konuda daha başka örnekler olduğu da bilinmektedir.

1407. Lammens’in “Ehâbîşler ve Hicret Asrında Mekke’deki Askerî Teşkilât”319 adlı uzun makalesinde var olduğunu ileri sürdüğü dâimî ordu’dan da burada bahsetmek uygun olacaktır. Yazarın savunduğu tez şöyle özetlenebilir: Mekke’deki Kureyşliler korkak ve ödlek kimselerdi. Kervanlarını korumak ve aynı zamanda savaş durumunda da yararlanmak üzere zenci askerlerden oluşan paralı ve dâimî bir ordu kurmuşlardı. Ancak bu doğubilimcinin lisan bilgisi o kadar zayıftı ki onun tezini ancak şüphe ile ele alabilmekteyiz. Örneğin, Mekke’de geceleri düzenlenen “hikâye anlatma” meclisleri ile ilgili olarak320 Azrakî’yi kaynak göstermektedir; ancak bu bölümde göndermede bulunduğu samurât deyimi “hikayeci meclisleri” anlamına gelmeyip, aynı adla anılan bir ağaç adıdır. Yine bir başka yerde de Belazurî’nin Ensâb’ına göndermede bulunarak, Kusay’ın, şehrin başkanı olarak, Mekke’de mirasçı bırakmadan ölen yabancıların miras edinme hakkını elinden aldığını ileri sürmektedir.321 Ancak Belâzurî bu bölümde sıradan bir olaydan söz etmektedir: “Kusay, pek cömert ve dindar bir kimseydi; onun ilk sahip olduğu şey, satmak üzere yüklü miktarda deri ile Mekke’ye gelen bir yabancının malları olmuştur. Bu yabancı, ağır bir hastalığa yakalanmıştı ve hiçbir mirasçısı da yoktu; bu durumda mallarını Kusay’a hediye olarak vasiyet etti.” Ayrıca bu olay meydana geldiği sırada, Kusay Mekke’nin Huzâ’alı başkanının kızıyla henüz nikâhlanmamıştı.

1408. Biz yine Mekke’deki “dâimî ordu” konusuna dönelim: Doğrusunu söylemek gerekirse bu çok önemlidir. Çünkü her şeyden önce söz konusu Ehâbîşler asla zenci olmayıp, yukarıda (§ 462-477) işaret ettiğimiz gibi Arap idiler. Onların durumu, ücretli askerler gibi olmayıp, müttefiklik esasına dayanmaktaydı. Her ne kadar Mekkeliler bu insanlara Uhud Savaşı sırasındaki katkılarından dolayı bir bedel ödemişlerse de, kendilerine yardıma gelen diğer dost kabilelere de ödemede bulunmuşlardır. Bu, o döneme ait bir uygulama olup, Ehâbîşlerin mutlaka Mekke’de para karşılığında dâimî statü ile çalışan bir ordu kurdukları anlamına gelmez. Öte yandan, Mekkelilerin devlet kurumlarını olduğu gibi muhafaza eden ya da kısmen değiştiren Muhammed (AS), hiçbir zaman böyle bir ordu kurmayı düşünmemiştir: Ona göre ordunun sadece gönüllülerden oluşması gerekir. Bununla birlikte, hayatının son yıllarında bir tür yarı-dâimî bir ordu teşkilâtının kurulmasına başlanmıştı (bk. aşağıda § 1651 ve 1716).

1409. Son olarak Mekke’de uygulanan ganimet yasasından bahsedelim: Bu yasa pratik olarak, Arabistan’ın diğer yerlerindeki ile aynı olsa gerekti. Buralarda her savaşçının savaşta kendi gayretiyle elde edebildiği ganimetin hepsi, baş komutan (mirbâ) için ayırdığı dörtte biri dışında, kendisine kalıyordu. Komutanın başka imtiyazları da vardı: Mirbâ’lık dışında, ele geçirilen ganimetin tamamının (sâfî) içinden özellikle değerli bir eşyayı seçme hakkına sahipti: Bir kılıç, bir at, güzel bir esire vs. gibi. Aynı şekilde, o dönemde yaşayan bir şairin ifadesine göre, fudûl (bölünmeyen eşya) ve naşîta (düşmanı bozguna uğratmadan önce ve genel yağmadan önce elde edilmiş ganimet) komutana gidiyordu.322


314 İbn Hacer, İsâbe, “Kadınlar”, Nº 535.

315 Umm Habîbe’nin kocası Ubeydullah’la ilgili olarak bk. İbn Hişâm, s. 144, 783-784; İbn Sa’d, 1/2, s. 15. Sevde’nin kocası Sukran’la ilgili olarak bk. İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, III, 131 ve V, 573; Nihâye, II, 248; Taberî, Tarih, I, 1767.

316 İbn Hişâm, s. 206; Suheylî, I, 203: Belazurî, I, § 345. Anlaşıldığına göre bu hanım Türk asıllıydı.(Bk. Elinizdeki eserin 1315. paragrafı).

317 İbn Hişâm, s. 206; İbn Habîb, Muhabber, s. 184.

318 İbn Hişâm, s. 296.

319 İbn Hişâm, s. 334

320 A.g.e., s. 337.

321 A.g.e., s. 334-335.

322 Suheylî, I, 270 (Darekutnî’den naklen). Ayrıntılı bilgi için ayrıca bk Samhûdî, 2. bs, s. 224.

323 Günlerin sayısının 4, 5, 14 ya da 22 olduğu konusunda ihtilaf vardır. 4 gün diyenler Medine yolu üzerindeki Sâlim Oğullarının köyüne vardığında Cuma namazını kıldığını doğrulamaktadırlar (Bk. Samhûdî, 2. bs, s. 224, 247, 255-256, 1323). Günümüzde halen Kuba ile Medine arasında bu yerin anısına bir mescit bulunmaktadır.

324 İbn Hişâm, s. 340.

325 Samhûdî (s. 324-326), bazı kaynaklara dayanarak, burada daha önce Es’ad ibn Zurâre tarafından inşa edilen ve Resulullah (AS)’in bu mahalleye gelir gelmez kullanmaya başladığı bir mescit bulunduğuna işaret etmekte ve Resulullah (AS)’in imam olarak bu mescide gelmesiyle cemaat sayısının doğal olarak artmış olması nedeniyle arazinin satın alındığını belirtmektedir.

326 İbn Hişâm, s. 337-338; Suheylî, II, 13. Bk. § 1845 vd.

327 Makrızî, İmtâ’, I, 49.

328 A.g.e., I, s. 49.

329 Suheylî, II, 246.

330 İbn Hişâm, s. 465.

331 Makrızî, I, s. 38.

332 İbn Hişâm, s. 313-314.