- Antik ve modern putçuluklar

Adsense kodları


Antik ve modern putçuluklar

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Tue 30 November 2010, 04:42 pm GMT +0200
Antik Ve Modern Putçuluklar


İslam inancına göre her şeylerini Allaha borçlu olan görünür ve görünmez bütün varlıklar ona kulluk etmekle yükümlüdür. “İnsanları ve cinleri ancak bana kulluk yapmaları için yarattım”(51 Zariyat/56).

Onun için bütün varlıklar ontolojik/yaratılış olarak Allaha kulluk eder, onu yüceltir ve eksikliklerden tenzih eder.

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes onu eksikliklerden tenzih eder. Onu tenzih etmeyen ve yüceltmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tenzih etmesini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır”(17 İsra/44.Yine bkz. 24 Nur/41; 59 Haşr/24; 64 Teğabun/1).

Allah, elçi olarak seçtiği kişilere indirdiği vahiyle insanların kendisini nasıl tanıyacaklarını ve nasıl kulluk edeceklerini öğretmiştir. Burada “kulluk” sözcüğüne açıklık getirmek gerekir. Kamu görevlileri nasıl ki devletin köleleri olmayıp belirli kurallar çerçevesinde çalışan ücretli görevliler veya personel ise, insanlar da Allahın köleleri değil, öğretilerine göre inanan ve yaşayan görevliler veya personeldir. İkisi arasındaki farkı anlamak için kölenin statüsüne bakmak yeterlidir. Kölelikte kölenin hak ve özgürlükleri yoktur. Kamu görevliliğinde ise, kişinin hak ve özgürlükleri elinden alınmayıp sadece belirli kurallar çerçevesinde çalışması düzenlenmiştir.

Onun için Kulluk anlamındaki “Ubudiyet” sözcüğü, kişilerin hak ve özgürlüklerini ellerinden alan ve kötü bir çağrışım yapan “kölelik” imajından kurtarmak için görev yapmak, gibi bir ifade ile çevrilebilir. Örneğin, Fatiha’daki “iyyake na’budu” ifadesini  “yalnız sana kulluk ederiz” yerine, “yalnız senin öğretilerine göre yaşarız/görev yaparız, çalışırız” şeklinde çevirmek mümkündür.

Putçuluklardan bazısı ilkel din ve inançlarda gördüğümüz türden insan, ağaç, taş, heykel, resim, anıt, yapıt gibi somut varlıkları tanrılaştırmak şeklinde olurken, bazıları ateş, fırtına, zelzele, güneş, gezegenler, melek, peygamber, veli, yatır, cin, peri, medyum, büyücü, türünden varlıkları tanrılaştırmak şeklinde olmuştur..

Genelde insanlar değişik sebeplerle Allaha karşı kulluk görevlerini yapmamış veya onu gereği gibi anlayıp takdir etmemişlerdir. (bkz.Enam/91, Hac/74, Zümer/67).  Bunlar Allahın varlığını ya inkar ederek  Ateizme kaymış ve tabiat, zaman, determinizm yasası, gibi başka varlıklar yahut kendileri onun yerine geçmiş (Ateizm için bakınız, Prof.Dr.Mehmet S.Aydın, Din Felsefesi, 207-229, İzmir 1999. sekizinci baskı) yahut varlığını kabul etmekle beraber onu aleme müdahale etmeyen emekli bir yönetici gibi algılayarak Deizme kaymış ve dizginleri kendileri ellerine almış (Deizm için bakınız, Prof.Dr.Mehmet S.Aydın, Age. 180-186) veya inanç, ibadet ve ahlak gibi işlere karıştırmakla beraber kamu düzeni ve kurallarını belirleme hak ve yetkisini ondan alıp topluma/kendilerine vererek Laisizme kaymış ya da kendileri ile onun arasında aracılık yapmaları/şefaat etmeleri, iyilikler sağlayıp kötülüklerden korumaları için melekler, peygamberler, cinler, ruhlar, evliyalar, medyumlar, büyücüler, gezegenler, gibi başka güçler/tanrıcıklar tanımış, onlara dua edip yalvarmış, böylece tarihin her döneminde ortaya çıkan yaygın şirk anlayışına kaymıştır. Tevhit inancından sapmalar genel olarak bu şekilde olup bütün bunlar haliyle putçuluklar oluşturmuştur. Bütün bu anlayışların veya inanışların tevhit inancıyla bağdaşmadığı ve Allahın onaylamadığı açıktır.

Allahı hayatın işlerine karıştırmamak veya kamu düzeni ve kurallarını belirlemeye bulaştırmamak açısından İzim’lerin tümü aynı kapıya çıkmaktadır. Çünkü Allahı şu veya bu şekilde devredışı bırakmakta ve dizginleri yaratıkların eline vermektedir. Nitekim ontolojik olarak/doğuştan genlerinde yaratıcıya inanma özelliği bulunan insanların (bkz. 7 Araf/172) tarih boyunca Allahın yaratma, rızıklandırma, yaşatma (29 Ankebut/61, 63; 31 Lokman/25; 39 Zümer/38; 43 Zuhruf/9, 82) gibi niteliklerini  belirten Rablığına değil, egemenlik ve tapınma hak ve yetkisini belirten İlahlığına itaraz ederek kendisini ya dışlamaları ya da kendisine ortaklıklar koşmaları bunun göstergesidir.  Bu da Allahı gereği gibi anlamamak veya takdir etmemekten kaynaklanmaktadır.

“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de! Onlar, (Bu âciz putları Allah'a ortak koşmak suretiyle) Allah'ın kadrini hakkıyla bilemediler. Hiç şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, çok üstündür”(22 Hac/73-74).

“Onlar Allah'ı gereği gibi anlamadılar/takdir etmediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü ve gökler onun avucunda dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir”(39 Zümer/67).

Şüphesiz insanların Allahın öğretilerini dışlayıp evren ve toplum hayatı üzerinde otoritesini gözardı ederek başlarına buyruk yaşamaları onun öğretilerinden/yolundan bir sapmadır. Allahın öğretilerini ve otoritesini dışlayan insanlar, haliyle heves ve arzularını onun yerine konumlandırmış ve kendilerini tanrılaştırmış olmaktadırlar. Tarihin her devrinde ve günümüzde ortaya çıkan bu sapma Yüce Allahın belirttiği gibi insanın kendi kendini putlaştırmasından başka bir şey değildir.

“Hevesini kendisine tanrı edineni gördün mü? Sen ona koruyucu olabilir misin? Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar”(25 Furkar/43-44).

“Allah, gökleri ve yeri yerli yerince yaratmıştır. Böylece herkes kazancına karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez. Arzu ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın bilerek saptırdığı/sapmasına müdahale etmediği, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?”(45 Casiye/22-23).

Öğretilerini ve otoritesini dışlayarak Allahı devredışı bırakan insan iş başa düştüğü için dahili ve harici her işini, her inancını, her ibadetini, her hükmünü, her kanun ve kuralını, her yönetimini, her anlayışını, her değer yargısını vd. haliyle kendisi belirlemek durumunda kalacaktır. İnanmaktan tapınmaya, ahlaktan toplumsal ilişkilere, iyilik ve kötülük, geçerlilik ve geçersizlik kriterlerinin belirlenmesine ve değer yargılarına kadar her alanda ölçü ve kuralları kendisi koyacak ve uygulayacaktır. Yer yüzünde yaşamasının, birtakım şeylere sahip bulunmasının, egemenlik ve iktidar sahibi olmasının, yer yüzünde bir hilafet görevine sahip olmasının tamamen Allahın vergisi olduğunu unutmasının sonucu olarak müstağnileşen insan, haliyle başka üstün bir varlığa, bir güce, bir otoriteye ihtiyaç duymayacaktır. “Şüaphesiz insan kendisini müstağni/hiçbir şeye ihtiyacı olmayan/her şeye gücü yeten görünce azgınlaşır”(96 Alak/6-7). Böylece kendisini ilah edinince veya kendisini Allah yerine konumlandırınca artık her sözün, her hükmün, her inancın, her kanun ve kuralın, her anlayışın, her değer yargısının kaynağı ve ölçüsü kendisi olacaktır. Bu felsefe ve düşünce ile kendi dünyasını kendi aklınca, bilgisince ve anlayışına göre kuracaktır.

Kendisini Allah yerine konumlandıran insan, onun karşısında kendisini artık nesne değil, özne gördüğü için tam bağımsızlığını ilan etmek üzere “Tanrı'ya açılan davanın ret gerekçesi de dava kadar ilginç“ başlığıyla verilen aşağıdaki komik haberde gördüğümüz gibi işine karıştığı için (!) Tanrıyı  mahkemeye  bile verecektir:

“ABD'de bir kişinin "Tanrı aleyhine" açtığı dava, mahkeme tarafından, "davalının ikametgah adresinin bulunmadığı" gerekçesiyle reddedildi.

Nebraska eyalet senatörü Ernie Chambers tarafından açılan davada, "Tanrı'nın kendisini ve Nebraska halkını tehdit ettiği, dünyadaki milyonlarca insana dehşet saldığı, yaygın ölüm ve yıkım getirdiği" iddia edilerek, bunun önlenmesi için mahkemeden karar çıkarması istendi. Hakim Marlon Polk, dava sürecinde yasal belgelerin iletilebilmesi için davalının adresinin bilinmesi gerektiği, ancak adres bulunmadığı yönünde karar aldı.

Ancak Chambers, mahkemenin Tanrı'nın varlığını tanıdığını belirterek, "Bunu kabul etmek, Tanrı'nın her şeyi bildiğini kabul etmektir" dedi. Davacı Chambers, "Tanrı her şeyi bildiğine göre bu davadan da haberdardır" çıkarımında bulunarak, hakimin kararına karşı çıktı. 38 yıldır senatör olan Chambers, "davayı herkesin herkesi, hatta Tanrıyı bile dava edebileceğini göstermek için açtığını" söyledi”(Haber 10, 16 Ekim 2008).

Bu da insanın kendisini tanrılaştırması ve İslamın şirk ve küfür olarak nitelediği cahiliye hayatının yahut putçuluğun kendisidir.

İslam bütün şekilleriyle putçuluk anlayışlarını kaldırarak her alanda tevhit anlayışını yeniden inşa etmiştir. Allah ve insan, evren ve insan, Allah ve hayat, yönetim ve toplum, itaat ve ibadet, hayat ve ölüm, ölüm ve ahiret,  doğru ve yanlış, iyilik ve kötülük, zenginlik ve fakirlik, mükafat ve ceza, gibi kişinin hayatta ve ötesinde varlığını kuşatan bütün alanlarda cahiliye anlayışlarını tasfiye ederek tevhidi yeniden inşa etmiş ve kendi değerlerini ikame etmiştir. Bunun örneklerini her alanda görebiliriz. Örneğin, “eşyaya, varlığa, mala, mülke ve insana” bakışını değiştirmiş ve kendi anlayışını ikame etmiştir. Bunu bölmeye kıyamadığım uzun bir alıntı ile bir araştırmacı yazardan dinleyelim:

“İslam, sahabenin ilk önce “eşyaya, varlığa, mala, mülke” bakışını değiştiriyordu. “Lehu’l-mülk” (Mülk Allah’ındır) anlayışına ulaşıyor, kendini mülk karşısında emanetçi olarak görüyor, “Bu benim” demekten haya etmeye başlıyordu. Üzerinde fazla mal ve mülk bulundurmayı “yük”, hatta “ateş” olarak görmeye başlıyordu. Bundan bir an önce kurtulması gerektiğini düşünüyor ve ilk iş olarak malını mülkünü dağıtıyordu.

İslam, sahabenin ilk önce “insana” bakışını değiştiriyordu. Tüm insanları erkek olsun kadın olsun kendi hemcinsleri olarak görüyor, aradaki tüm statü farklılıkları gözünde küçülüyordu. “Üstünlük takva iledir” anlayışını benimsiyor ve mala ve mülke dayalı üstünlük kasıntılarından kurtuluyordu. Zihninde altın, gümüş, dinar ve dirhem “değer” olmaktan çıkıyordu. İnsana başka bir pencereden bakmaya başlıyordu.

İlk ve en önce eşyaya, varlığa ve insana yaklaşımı, perspektifi ve felsefesi değişiyordu. Bu farklı bakış derhal amellerine yansıyor ve başka bir insan ortaya çıkıyordu.

Oysa mevcut din anlayışı yüzünden, zamane hidayete ermelerinde, muhtedinin varlığa, insana ve eşyaya bakışında esastan bir değişiklik olmuyor. Şeklen kimlik ve ritüel değiştiriyor. Bir kamptan öbür kampa, bir mahalleden öbür mahalleye geçiyor. Varlığa ve insana özellikle de eşyaya; altına, gümüşe, toprağa, servete, mala, mülke, dinara, dirheme, dolara, euroya, paraya bakışı aynı…

Sahabenin nasıl olup ta öyle olduğunu anlamak istiyorsak, önce Kur’an’ın onları nereden alıp nereye getirdiğine bakmamız lazım. Bakın, Kur’an 23 yıllık süreç içinde varlığa, eşyaya, mala ve mülke bakışı nasıl değiştirmiş. Nüzul sırasına göre izini sürelim.

İlk olarak Mekke’ye hükmeden tefeci bezirganlara zenginlik, mal ve mülk noktasında sarsıcı eleştiriler yöneltildiğini görüyoruz. İlk inen surelerin hepsinde de bu var.

Ebu Cehil’e (karakterine) : “Küstahça azgınlık ediyor. Kendisini dev aynasında görüyor. Zira Rabbinedir dönüş…Kulunu içtenlikle yönelirken engellemeye kalkıyor. Onu alnından tutup sürükleyeceğiz, o ar damarı çatlamış alnından… O zaman çağırsın meclisini, biz de çağıracağız zebanileri…” (Alak; 96/6-19).

Umeyye bin Halef’e (karakterine) : “Çokça yemin eden aşağılık adi, küçük gören, dedikoducu, iyiliği engelleyen, günahkar, zorba, kaba saba asalak…Zenginliğine zenginlik katmış da ne olmuş? (Kalem; 68/10-14).

Velid bin Muğire’ye (karakterine): “Bana bırak doğarken yapayalnız olan o adamı… Zenginliğine zenginlik kattığım, etrafında dolanıp duran oğullarıyla önüne alabildiğine geniş imkânlar serdiğim o adamı… Hala gözü doymuyor; verdiğimden daha fazlasını istiyor….” (Müddesir; 74/11-14).

Kabe Çetesi’ne (rolüne/misyonuna): “Nimet azgını o inkarcıları bana bırak ve onlara biraz mühlet ver. Biz de onlar için hazırlanmış kelepçeler ve ateş var. Boğaza düğümlenecek bir yiyecek var.” (Müzzemmil; 73/11-13)

Ebu Leheb’e (rolüne/misyonuna): “Kahrolsun Ebu Lehep iktidarı; kahrolsun! Zenginlik ve iktidar onu kurtaramayacak! O kıpkızıl bir ateşe atılacak! Çenesi düşük karısı da yanında olacak! Gerdanında fitillisinden bir de ip olacak!” (Leheb; 111;1-5).

(Karakter/rol/misyon notu koymamın sebebi bunların benzerinin bugünde devam ettiğini, ayetlerin yönünün yaşayan karakter, rol ve misyonlara yönelik olduğunu ihsas ettirmek içindir.)

Alak, Kalem, Müddesir, Müzzemmil ve Leheb gibi ilk inen bu beş surede görüldüğü gibi, hareket, “Kâbe çetesine” ve Mekke’de kurdukları düzene (yedâ) karşı “öfke patlamasıyla” ve “kahrolsun, yıkılsın, kurusun” haykırışlarıyla başlıyor. Çünkü bunlar Kabe’nin etrafında oligarşi (yeda) oluşturmuşlar, Allah, Kabe ve din istismarı yaparak şehri sömürüyorlardı. Kabe’ye gelen hediyeleri iç ediyorlar, onunla kervanlar kuruyorlar, zenginliklerine zenginlik katıyorlardı. Muhtaç Mekkelilere faizle borç veriyorlar, borçlarını ödeyemeyenlerin erkeklerini köleleştiriyorlar, kadınlarını da açtıkları lüks genelevlerinde çalıştırıyorlardı. Mekkeliler de büyüyünce bunların eline düşmesin diye daha doğar doğmaz kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyordu.

Kur’an işe işte buradan başladı. Peygamberimiz yalın kılıç meydana atılarak bu kokuşmuş, iğrenç düzene meydana okudu. Bu ses Mekke’de büyük yankı uyandırdı. Kabilesizler, korumasızlar, kimsesizler, köleler, kadınlar, zayıflar, düşmüşler, özellikle ezilenler bu sesin etrafında hızla toplanmaya başladı. Bir taraftan da aynı sure içinde Peygamberimize şöyle dendiğini görüyoruz: “Pisliğe (ahlaksızlığa, hırsızlığa, yolsuzluğa, istismara, kokuşmuşluğa) bulaşma! Servet yığma hayallerine kapılma! Daima Rabbinle birlikte ol ve güçlüklere göğüs ger...” (Müddessir; 74/5-7).

Keza Kur’an’ın iniş sırasına göre ilk anlattığı kıssa ne biliyor musunuz? Bahçe sahipleri kıssası… Hani yoksula vermeyelim diye erkenden bahçelerine/bağlarına ürünü toplamak için giden ve fakat geldiklerinde bahçelerinin afetle yerle bir olduğunu gören iki kişinin kıssası (Kalem; 68/17-32)… Peki yine iniş sırasına göre ikinci kıssa ne biliyor musunuz? Salih’in devesi kıssası…Hani herkese (kamuya) ait olmayı ifade eden “Allah’ın devesine” (Nakatallah) dokunmamayı, bunları talan etmemeyi, bunlar üzerinden mal ve servet yığmamayı ifade eden Salih’in devesi kıssası (Şems; 91/11-15).

Kıssa anlatımında bile ilk bu konuya öncelik verilmiş. Neden? Çünkü Kur’an ilk olarak muhataplarının eşyaya, mala, mülke bakışını değiştirmek istiyor! Çünkü Kur’an Rablik, ilahlık, tanrılık meselesini bunlarla ilişkili görüyor. Bu açıdan Kur’an’ın “Allah” dediği şey sırf teolojik, zihni, soyut, felsefi bir fenomen değildir. Tamamen “praxis” yani pratik, eyleme, amele, hayata, sokağa dönük yüzü vardır. Mü’min insanda hayatın akışı içinde varoluş, oluş, arayış, tavır alış, duruş, cephe açış olarak ifadesini bulur. Bu nedenle içinde tarihin, insanın, hayatın ve tabiatın sesi gelmeyen Allah ve din söylemlerinin içi boş ve koftur.

Çünkü Kur’an Rabbin, tabiatın, yerin, göğün, suyun, toprağın, buralardan rızık çıkaranın, doyuranın, besleyenin, bütün mülkün sahibinin Allah olduğunu ısrarla hatırlatıyor. Kimi insanların kalkıp da bunlardan istif ederek öteki insanlar üzerinde rızık verici konuma gelmelerini, bundan kendilerine pay çıkararak adeta “Rezzâkcık” pozlarına bürünmelerini şiddetle reddediyor. Firavun ne diyordu? “En büyük Rabbiniz benim!” Yani rızık veren, maaş veren, topraklarımda, sulama kanallarımda, her yana yayılmış mülkümde (ülkemde) sizi çalıştıran, doyuran, besleyen benim. İlginçtir, nüzul sırasına göre tarihten ilk örnek verilen kişi de yine Firavun (Müddessir; 74/15-16)… Bu noktada “Rabbimiz Allah” demenin ne demeye geldiğini düşünün artık .

Yine ilk inen surelerden dördü; Allah (Kabe) namına toplanan yardımları iç edip insanlara vermemek demek olan Maun, şehir demek olan Beled, zenginlik yarışı, biriktirme, çoğaltma demek olan Tekâsür, tanyeri demek olan Fecr sureleridir. Bu surelere “bu açıdan” baktığınızda da adeta çarpılır ve sarsılırsınız.

Maun suresinde “dinin afyon yüzü” deşifre edilir. Gerçek din ile sahte din, gerçek dindarlıkla sahte dindarlık arasındaki farkın ne olduğu açıklanır. Esas ölçünün yine mala mülke bakışta toplandığını görürüz. Buna göre dinin afyon yüzü, birkaç şekli ritüel ile insanları aldatır. Hacılara su vermek, Kabe’nin örtüsünü değiştirmek, namaz (salat) kılmak gibi gösterişlerle halkın malını ve mülkünü alır fakat yetimi, yoksulu gözetmez. Bunları yoksullar ve kimsesizler için değil; kendini zengin etmek için kullanır. İşte bu dinin afyon yüzü olup Ebu Cehil’in veya Yeda Ebu Leheb’in dinidir. Bunların yaptığı, dini yalanlamak yani din ile aldatmak, gösteriş, riya ve sahtekarlıktır. (Maun; 107/1-7) Oysa gerçek hayat dini olan İslam, işte böylesi halkı afyonlayan tapınak dinlerini deşifre etmek için gelmiştir. Onun için söylemi din formundadır. Gerçekte ise o dinlerden bir din hatta öteki dinlere dendiği anlamda bir din değildir.

Beled suresi, insanlara sarp yokuşa çıkmak gibi zor gelen şeylerin ne olduğunu açıklar. Bunların ne olduğuna baktığımızda yine mal ve mülkün ölçü olarak konduğunu görürüz:

“İnsan kendisine hiç kimse güç yetiremez mi sanıyor? “Sadece harcadıklarım yedi sülâleme yeter” diye böbürleniyor. Kimsenin kendini görmediğini mi sanıyor? Biz insana iki göz vermedik mi? Bir dili ve iki dudağı yok mu onun? Ona yürüyeceği iki yol gösterdik. Fakat o zor olana yanaşmadı. Bilir misin, nedir zor olan? Bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak. Zor zamanda vermek. Öksüzün başını okşamak. Düşmüşün elinden tutmak. İman etmek, göçlüklere göğüs gerip acıları paylaşmak; sevgi ve merhamet yumağı olmak.”(Beled; 90/5-17).

Tekâsür suresi ise zenginlik yarışı, biriktirme, mal ve mülk hırsının hayatı nasıl bir cehenneme çevireceğini hatırlatır ve çağları aşıp gelen evrensel mesajlar verir. Sanki bugünkü “küresel krizi” haber veriyor sanırsınız. Şifreciler biraz da bunlara kafa yorsalar çok iyi ederler. Dinleyin:

““Bir zenginlik yarışıdır oyalanıp duruyorsunuz. Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş. Fakat hayır! Yakında bileceksiniz. Fazla uzak değil; çok yakında bileceksiniz. Evet, daha derinden bakabilseydiniz, Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz. Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz.” (Tekâsür; 1-7)

Yani: 1- Uhrevî açıdan: “Bu aç gözlülüğün, zenginlik yarışının, mal mülk hırsının, sizi ateşe (cahîm) yuvarlamakta olduğunu bizzat içine girerek “ahirette” göreceksiniz…” 2- Dünyevî açıdan: “Bu aç gözlülüğün, zenginlik yarışının, mal mülk hırsının, hayatı çekilmez hale getiren bir ihtiras yarışına, çalma, çırpma, alıp satma dışında hiçbir insani değerin kalmadığı vahşi bir pazara dönüştürdüğünü, kendi ellerinizle yarattığınız bir kaosun, krizin ve ateş çemberinin (cahîm) içine yuvarlanmakta olduğunuzu bizzat yaşayarak “dünyada” göreceksiniz...”

Öyle ya seyirlik değeriniz yoksa, “piyasa” da fiyatınız yoksa, “para” dışında hiçbir geçer akçe kalmamışsa, insanlara zengin olup olmadıklarına göre bakılıyorsa, yegane ölçü bu olmuşsa, bilin ki, eski çağların verimlilik, başarı, altın ve gümüş (sahte) tanrısı “Mammon” geri gelmiş, dünyaya o hakim olmuş demektir. Kapitalizm dediğiniz bundan başka bir şey midir!

“Mammon’dan başka tanrı, paradan başka değer yoktur” diyorsanız kelime-i şehadet getirip bu dine girmişsiniz demektir. Artık her işe onun adıyla başlarsınız. Her şeye “Kaç lira, fiyatı ne?” diye sorarsınız. “Bunun fiyatı yok, bu para ile ölçülmez” derseniz Mammon’u inkar ediyorsunuz demektir. İşte Kur’an önce bunun yapılmasını istiyor. Çünkü satılık meta olmaktan ancak böyle kurtulursunuz. “İnsanlık erdemine” ancak böyle ulaşabilirsiniz. Zira insan diye “satılık olmayana” denir, öyle değil mi?

Fecr suresinde ise eşyaya, mala, mülke bakışı değiştirme yönünde şu uyarıları görürüz:

“İnsanoğlu Rabbi onu ne zaman imtihan edip de kendisine cömertçe verse “Rabbim bana cömertçe verdi ” der. Fakat ne zaman da sınayıp rızkını daraltsa “Rabbim bana ihanet etti” der. Hayır! Bilakis asıl siz öksüze vermiyorsunuz. Birbirinizi yoksulu doyurmaya teşvik etmiyorsunuz. Her şeye açgözlülükle saldırıyorsunuz. Mala mülke gözünüz doymuyor; yığdıkça da seviyorsunuz…” (Fecr; 89/15-20)

Yani: “Şu insanoğlu ne kadar garip? Nimet içinde yüzerken “Allah’ın eli geniş, veriyor işte..” diyerek Allah’ı emrine amade bir hazine sanır. Sıkıntıya girince de “Nerede bu Allah? Bu nasıl ilâhî adalet?” diye şikayetlenmeye başlar… iki durumun da zorluklardan geçerek kendini kanıtlama (imtihan) olduğunu anlamaz. İlk durumda şükredip bu nimeti başkalarıyla paylaşmak yerine, Rabbim beni tercih etti diyerek kendini ayrıcalıklı zanneder. Diğer durumda ise sıkıntıyı ve zorluğu ilahi adaletsizliğin kanıtı olarak görür. Mekke dönemi ayetlerinin ruhunu yansıtan bu tür örnekler çoktur.

Görüldüğü gibi bu tür ayetlerle Mekke dönemi boyunca mal ve mülk konusunda esaslı bir bilinç aşılanıyor, bakış açısı veriliyor, perspektif oluşturuluyor. Hemen her Mekkî surede buna benzer eşyaya, mala ve mülke bakışı değiştirici, bilinç aşılayıcı ayetler var.Tek tek inceledim. Fazla uzamasın, bu örnekler sanırım yeter.

Öte yandan ilk Mekkî surelerden itibaren giderek artan bir vurguyla Mu’minlere vererek arınma (tezkiye/zekat) çağrıları yapılır. Bir taraftan mal ve mülk yığanlar eleştirilir, diğer yandan yeni kurulacak toplumun fertleri olacak olan Mu’minlere sürekli arınma çağrısı yapılır. Yani “Eleştirdiklerinize dönüşmeyin. Siz biriktirmeyeceksiniz, yığmayacaksınız, vererek arınacaksınız. Sizin farkınız budur…” denmek istenir”(R.İhsan Eliaçık, Haber10).

İslamın inanç, ibadet, ahlak, yönetim, ekonomik ve soysal ilişkilere kadar her alanda putçulukların oluşturduğu cahiliye anlayışını kaldırıp yerine tevhit inancını/anlayışını nasıl ikame ettiğini görmek için parsellemeden, nesne değil özne kabul ederek baştan sona kadar anlayarak Kur’an’ı okumak yeterlidir.



Prof.Dr.İbrahim Sarmış