- Anadolu Kavağı’ndan Küçüksu’ya

Adsense kodları


Anadolu Kavağı’ndan Küçüksu’ya

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
admin
Fri 29 June 2012, 07:39 pm GMT +0200
Evliya Çelebi'nin İzinde: Anadolu Kavağı’ndan Küçüksu’ya
Yakup ÖZTÜRK • 63. Sayı / DİĞER YAZILAR


Günümüzde gelişen teknolojiyle beraber dünyanın bütün noktalarını görebilme imkânına sahibiz. Ulaşım araçlarının çeşitliliği ve fazlalığı sayesinde seyahat etmek de gittikçe kolaylaştı. Dünyanın bir ucundan bir diğer ucuna azami bir günde gidebiliyoruz artık. Yeryüzünün zamanın ve iklimin gölgesinde nasıl değiştiğini anbean seyredebiliyoruz. Bir zamanlar bir yerde gerçekleşen ve ancak yerlisinin bilebildiği olaylardan evimizdeki aygıtlar sayesinde anında haberdar olabiliyoruz.

Bugün seyahat etmek ancak kişinin kendisi için kıymetli bir hâl aldı. Fakat, çok değil yarım asır öncesinde bir yerden gelene “yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” denirdi ve bu istek “senin anlatacaklarını gerçekten merak ediyorum” anlamı taşırdı. O zamanlarda seyahatnameler bugünün gezi yazılarından çok daha büyük öneme sahipti. Bugünkü gezi metinleri edebi yetkinliğiyle ve bir başkasının göremediği ayrıntıyı aktarabilmesiyle önem kazanıyor.

Daha geçmiş zamanlarda kaleme alınan seyahatnameler, bize geçmişle bugünün muhasebesini yapabilme imkânı sunuyor. İnsanın dünyayla olan irtibatı, mimari eser ortaya koyma çabaları, estetik seviyesi ya da tabiat ve toplumlarla olan ilişkisi bu türden seyahatname kitapları üzerinden de takip edilebiliyor. Sözgelimi dünyanın en meşhur şehirlerinden olan İstanbul’un bir seyahatnamedeki manzarasıyla bugünkü manzarası arasındaki farkları mukayese etmek bize bir bilinç, eldekine sahip çıkma ve hürmet etme efkârı kazandırıyor.

Seyahatname denildiğinde elbette ilk akla gelen kitaplardan birisi Evliya Çelebi Seyahatnamesi’dir. Biz de bu seyahatnameden yola çıkarak İstanbul’un bugünüyle seyahatname arasında bir köprü kurmaya çalışacağız. Bunu da peyderpey yapacağız. Bu yazıda Anadolu Kavağı’ndan Küçüksu semtine kadar Evliya Çelebi’nin izini sürecek, O’nun anlattıklarından bugüne neler değişmiş, neler yerinde duruyor onları ele alacağız. Seyahatname’den sonra bina edilen ancak bugünün İstanbul’u için kıymetli addedilen yapıların da ismini anacağız.

Evliya Çelebi ve Seyahatname

Evliya Çelebi’nin on cilt hâlinde kaleme aldığı bu devasa eseri bize bir mekânın biçim özelliklerinden öte, o mekânla ünsiyet içinde bulunan tarihin, toplumun ve duygunun mahiyetini anlatmasıyla birçok seyahatnameden ayrılır. Ne acıdır ki 17. asırda kaleme alınan Seyahatname ancak 1896 yılında Arap harfleriyle basılabilir. Merhum Orhan Şaik Gökyay seyahatnamenin birinci cildini 1996’da Latinize edene kadar ortada herkesin okuyabileceği bir Evliya Çelebi külliyatı yoktur. Son yıllarda Seyahatname’ye olan ilgi artmış, Evliya Çelebi’nin kültür hayatımızda ne denli büyük bir boşluğu doldurduğu kabul edilmiştir. Halil İnalcık’ın “En büyük sosyal tarihçi” diye tarif ettiği Evliya Çelebi’nin bu büyük eseri için Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir’inde “Ben Evliya Çelebi’yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum ve bu yüzden de daima kârlı çıkarım.” der.

Neredeyse yarım asır boyunca seyahat ederek eserini vücuda getiren Evliya Çelebi, 1614’te İstanbul’da doğar. İyi bir eğitime tâbi tutulan Çelebi Kur’an hafızlığını ikmâl eder. Bir Kadir Gecesi Ayasofya Camii’nde Kur’an-ı Kerim okurken sesini IV. Murad’a beğendirir. Bu vesileyle saraya alınır. Dört yıl saray mektebinde ilim tahsil eder. İlk gençlik yıllarında muhtelif seyahat hikâyelerini dinler. Bu hikâyeler onda derin bir seyahat arzusu uyandırır. 1630 yılında meşhur rüyasını görür...

Seyahat etmek için babasından izin alamayan Evliya Çelebi uzun düşünceler sonucunda bir rüyanın aralanan kapısından girer. Seyahatname’nin başında, rüyasında Hz. Muhammed’den (s.a.v.) bir dilekte bulunacağı sıra “Şefaat Ya Resulallah” yerine “Seyahat Ya Resulallah” dediğini aktarır. Bu rüya ile Hz. Muhammed (s.a.v.), sahabe, aşere-i mübeşşere, ervah-ı enbiya ve evliyanın dualarına mazhar olan Evliya Çelebi, rüyasını Kasımpaşa Mevlevihanesi şeyhi Abdullah Dede’ye anlatır. Ondan da bu rüyanın hayırlarla dolu olduğuna ve seyahate çıkması gerektiğine dair telkinât alır. Bazı araştırmacılar Evliya Çelebi’nin anlattığı birtakım olağanüstü olayların gerçekliğini iddia edebilmesi için bu rüyayı ve sonrasını eserinin başına aldığını söylerler.

Seyahatname’nin birinci cildi İstanbul’a, diğer ciltleri ise Anadolu, Rumeli ve Mısır’a aittir. Bir rivayete göre 1672’den, bir rivayete göre de 1683’den sonra gezilerine ve hayatına dair bir bilgiye rastlanmayan Evliya Çelebi’nin mezarının da nerede olduğu bilinmemektedir. Sadece mezar yerine dair bir iki zayıf görüş vardır.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi 17. asır Osmanlı coğrafyasını yakından tanıyabilmemiz için önemli bir kaynak olduğu kadar, bu asrın Türkçesini müşahade edebilmemiz açısından da kıymetli görülüyor. Gerçekten de pürüzsüz ve üslup sahibi diliyle okuttuğu satırlarda incelikli bir dil sanatı kullanan Çelebi’nin bu yönüne dair birçok akademik çalışma yapılmıştır. Ayrıca zevk sahibi olan Evliya Çelebi gittiği yerlerin genel hâllerini, coğrafi durumunu, tarihini, halkının özelliklerini, dilini, dinini, kıyafetlerini, sanatlarını anlatır. Bunlarla beraber toplum içinde vuku bulan hadiselerden, tartışmalardan, toplumun yetiştirdiği ilim adamı, şair ve asker gibi önemli isimlerden söz açar.

Seyahatname’nin bir diğer özelliği de zikrettiği eserlerden gelir. Evliya Çelebi’nin kaynak olarak gösterdiği birkaç eserin kütüphanelerde olmadığı Meşkure Eren tarafından 1960’da yayımlanan bir tezle tespit edilmiştir. Seyahatname bu yönüyle bir eski eser arşivi gibidir.

Şunu da belirtmek gerekir ki Osmanlılar’da gezip gördüklerini kaleme alan isim çok azdır. Daha çok Batılı seyyahlar tarafından kaleme alınan eserlerden İstanbul’un geçmişini görebiliyoruz. Seyahatname bu açıdan da ayrı bir önemi hak eder.

Satır satır Anadolu Kavağı
Evliya Çelebi’den ve eserinin genel özelliklerinden bahsettikten sonra bu yazının sınırları içerisinde tutacağımız semtlere geçebiliriz. Boğaziçi’nin Anadolu yakasındaki Karadeniz’e açılan son beldesi olan Anadolu Kavağı’ndan yola çıkarak Seyahatname’nin izinde sahili takip ederek Küçüksu’ya kadar geleceğiz. Seyahatname'den yapacağımız alıntılar okuyucuda müşkil bir durum yaratmasın diye günümüz Türkçesine aktarılmış metinlerden* olacak.

Seyahatname’de geçen mekânların birçoğunun yerinde bugün yeller esiyor. Cumhuriyet sonrası yapılan eserlere dahi bugün ulaşmakta zorluk çekiyoruz. Yaklaşık dört yüz sene evvel anlatılan İstanbul’un izini sürmek kabul etmek gerekir ki zorluklar çıkarıyor. Buna rağmen, Seyahatname’nin önemini bir kez daha ortaya koymak adına biz de şehrin tozuna toz olmaktan uzak duramadık.

Anadolu Kavağı, 1990’ların başlarına kadar Askeriye’nin denetiminde olan ve dışardan girişlerin izinle yapılabildiği bir köydü. Köy halkı, şehirle ilişkisini deniz yoluyla sağlıyordu. Evliya Çelebi buradan söz açarken “Büyük bir limanın kıyısında sekiz yüz haneli tamamen Müslüman evlerinden oluşur.” diyor. Bugün de hane sayısı bakımından bundan çok fazla değildir. Halkının bağcı, gemici ve marangoz olduğunu söyler. Bugün daha ziyade balıkçılıkla geçimlerini sağlamaktadırlar. Kavak, eski tabirle gümrük anlamına gelir. Balık kavağa çıkınca tabirinde geçen kavak lafzının da bu köye isnat edildiğini Haluk Dursun’dan öğreniyoruz. Eylül aylarında Karadeniz’den sıcak denizlere inen balıkların Kavak’tan çıktıkları sırada bu deyim kullanılırmış. Yani bu söz bir zaman dilimini ifade ediyormuş.

Anadolu Kavağı’nın şüphesiz en önemli yapısı Yoros Kalesi’dir. Midillili Ali Reis Camii’nin yanından geçerek çıkılan kale, konumu itibariyle Karadeniz’e açılan bir noktadadır. Sırası gelmişken söyleyebiliriz: Seyahatname’de geçen hamam, bu camiinin tam karşısındaymış. Bugün köyde yaşayanlar hamamın yerini gösterebiliyorlar.

Yoros Kalesi’nin stratejik bir önemi varmış. Yıldırım Beyazıt kalenin bu yanını kullanmayı bilmiştir. Seyahatname’de Yoros adlı bir rahibin manastırı olduğundan dolayı kaleye Yoros dendiği yazılıdır. “Kalenin içinde Yıldırım Han Camii vardır.” denilir. Bugün, sözü edilen camiden maalesef bir iz yok. Etrafının orman olduğu gerçeği hâlâ geçerli. Fatih Sultan Mehmed’in de kullandığı kale, bugün turistik bir mekân olarak kullanılıyor. Bahar ve yaz aylarında İstanbulluların tenha, kıyıları çıplak bir boğaz izlemek istedikleri zaman vardıkları bir yerdir. 1987’de Askeri Bölge’nin tahakkümünün kalkmasından sonra köyün çehresi değişmiştir. Beykoz’la Anadolu Kavağı arasındaki yolun daha kullanışlı ve işler hâle gelmesi bunda etkili olmuştur.

Bu yol günümüzde daha çok Yuşa Peygamber’in kabrinin ziyareti için kullanılıyor. Evliya Çelebi, Kavak’ı anlattıktan sonra Yuşa tepesinden de bahseder. İki saatte çıkılan, yüksek bir dağın tepesinde diye tarif edilen ziyaretgâhın yanında tekke ve dervişlerin olduğu yazılıdır. Bugün kabrin yanında zarif bir cami ve etrafı mamur hâle getirilmiş bir meydan bulunmaktadır. Her gün binlerce Müslüman, Yuşa Peygamberi ziyaret için buraya gelir. Sema Kancan’ın aktardığına göre 1990’ların başlarına kadar bu bölge de Askeriye’ye aitmiş. Yuşa Peygamber’in kabrine kıvrılan yolun başında sizi bir kontrol noktası karşılar, ziyarete bir görevli nezaretinde gidermişsiniz.

Tepeden araç yolu takip edildiğinde Beykoz Çayırı’na inilir. Beykoz, ilk Osmanlı köylerinin olduğu, Ahmet Midhat Efendi gibi bir “yazı makinesi”nin vaktinde ikâmet ettiği, birbirinden asude korularıyla başta Yahya Kemal’in şiirlerine malzeme olan, buna mukabil 1980’lerde kurulan fabrikalarıyla sanayisiyle ve işçi hareketleriyle anılan bir ilçedir. Seyahatname’de “Beykoz Kasabasının İmaretlerini Bildirir” başlıklı bölümde “Mescidi, hamamı ve sıbyan mektebi vardır.” denilir. Herhangi bir özel isim anılmadığı için bunların nerelerde olduğunu bilemiyoruz.

Tokat Bahçesi, Akbaba Sultan Mesiresi, Sultaniye Bahçesi, İncirli Beldesi, Çubuklu Bahçesi bu kısımda anlatılır. Tokat Bahçesi, Beykoz merkezinden Tokat Köyü’ne devam eden ağaçlıklı yolu da kuşatan bir mevkideydi. Bugün bahçeden sadece ağaçlıklı yol kaldı. Sultaniye Bahçesi, Paşabahçe’dedir. Sahil yolu üzerinde namazgâh taşı ve çeşmesiyle bize kendini hatırlatır. Bu bahçenin bir kısmında bugün okul var. “Beyazıd Veli Han yapısı güllük bir cennet bağıdır.” diye anlatılır. Çubuklu Bahçesi ise bugünkü Çubuklu sahilindeydi. 18. asır yazarları bu bahçenin içinde bir saray olduğunu yazarlar. Bayezid-i Veli ve oğlu şehzade Selim arasında geçen bir hadiseden dolayı buraya Çubuklu adı verilmiştir. Kanlıca’nın bugünkü sembol yapılarından biri olan Hıdiv Kasrı Seyahatname’de geçmese de hatırlatmakta fayda görüyoruz. İstanbul’un en güzel tepelerinden birine kurulu olan kasır, İstanbul’da elektriğin ve asansörün ilk defa kullanıldığı yapılardandır.

Beykoz’dan Kanlıca tarafına gelirken yolun solunda kalan zarif bir çeşme bulunur. Onçeşmeler adıyla anılan bu çeşme Seyahatname’den sonra bina edilmiştir. I. Mahmud’un İshak Ağa’ya yaptırdığı bu çeşmenin gerçek adı İshak Ağa Çeşmesi’dir. Haldun Türel, bu çeşmeyi geçtiğimizin asrın ressamlarından Hoca Ali Rıza Bey’in sıkça eserlerinde resmettiğini yazar. Sema Kancan da yakın zamana kadar, hayatın bu çeşme etrafında aktığına değinir. Bu durum hâlâ geçerliliğini koruyor diyebiliriz. Orta büyüklükte bir meydana bakan çeşme, güzel havalarda semt sakinlerinin uğrak yeri oluyor. On gözü olan çeşmenin bugün sadece bir gözünden su akmaktadır. Yol boyunda sahil tarafında kalan Yalıköy Camii’ni de bu vesileyle anabiliriz. Bu camii önünde vakt-i zamanında yer alan Meydan Çeşmesi yol genişletme sırasında maalesef ortadan kaldırılmış. Bugün, çeşmenin sadece musluk ve ayna taşı korunabilmiş.

Seyahatname’de bahsi geçen Kanlıca, bugün de sahil kasabaları arasında itibarını koruyor. Evliya Çelebi, Kanlıca’nın yakın zamanda mamur olduğunu yazar. Boğazın en genç köylerinden... İbrahim Çelebi Yalısı, Emir Paşa Yalısı, Süleyman Efendi Yalısı ve Lonkazade’nin yalısının varlığından bahseder. Bu yalıların hiçbiri günümüze ulaşmamıştır. Bu durum Kanlıca’nın günümüzde Boğaz’ın en çok yalısına sahip semtlerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmez. Saffet Paşa Yalısı, Marki Necip Bey Yalısı, Nuri Paşa Yalısı ve Yağlıkçızade Şefik Bey Yalısı bunların başında gelir. Devamında Evliya Çelebi, Kanlıca’da asla kefere olmadığını söyler. “Yedi Müslüman mahallesi ve yedi camii vardır.” der. Haluk Dursun da Kanlıca’yı Mevlevilerin çok sevdiğini nakleder. Evliya Çelebi Kanlıca’nın Müslüman ahalisinin bereketli olduğunu söyledikten sonra İskender Paşa Camii’nden söz açar ki bu camii hâlâ yerli yerinde duruyor. Önünde İskender Paşa’nın türbesi ve muvakkithane bulunuyor. Günümüzde, çay bahçeleri, tarihî yoğurt imalathanesi ve meydanında hediyelik eşya satan tezgahlarıyla ünlüdür. Mimar Sinan eseridir. Günümüzde de meraklıları tarafından önemli bir damak tadı olan Kanlıca Yoğurdu Seyahatname’de de söz konusu edilir: “Bu kasabanın halis yoğurdu gayet lezzetlidir.”

Kanlıca’nın ardından Anadolu Hisarı ve yapılarına sözü getiren Evliya Çelebi, “Şeddadi yüksek yapı ve sağlam kaledir ancak küçüktür, büyüklüğü bin adımdır.” der. Seyahatname’de Fatih Sultan Mehmed yapısıdır diye anılan kale okuru yanıltabilir. Kale, Bayezıt tarafından yapılmış, 1452’de Fatih tarafından genişletilmiştir. Ortasından yol geçtiği için tahrip edilen kalenin günümüzde bir burcu kalmıştır. Anadolu Hisarı’nın başlıca sarayları olarak nitelenen yapıların ne yerleri tespit edilebilmiş ne de bir kalıntı bulunabilmiştir. Buradaki halk içinde asla kefere ve Yahudi yoktur denilmektedir. Boğaz’daki ilk Osmanlı köyü olan Anadolu Hisarı’nın halkı için zevk ehli ve garip dostu tabiri kullanılmıştır.

Son olarak Göksu Mesiresi’ne sözü getiren Evliya Çelebi burayı hayat suyu bir nehir diye ifade eder. Bugünkü hâlini düşünmesinin ihtimali dahi yoktur elbette... Âşıkların, güzelliklerin mekânı olarak tasvir edilen Göksu Mesiresi kıymetini daha çok Tanzimat döneminde bulmuştur. Göksu’dan bir çeşit kırmızı toprak çıktığını yazan Çelebi, bunun çanak, çömlek ve testi yapımında kullanıldığından bahseder. Yakın zamanlara kadar yanında bir halat fabrikası bulunan Göksu, bütün hor görülmüşlüğüne rağmen, bugün eski günlerinden bir güzellik taşımakta...

Evliya Çelebi, Göksu Mesiresi’nden sonra Küçüksu’dan söz açmayarak Kandilli’den bahseder. Kandilli, bu yazının muhtevası dışında kalacağından oradan bahsetmeyeceğiz ancak Osmanlı’nın son döneminde adı sıkça anılan Küçüksu’nun Evliya Çelebi’de geçmiyor olması ilgi çekici. Kanlıca’nın yakın zamanda kurulan bir köy olması gibi Küçüksu’da keşfini 19. asırda görüyor olmalı. Bilhassa Tanzimat romanlarının ana mekânlarından olan Küçüksu’dan biz de Evliya Çelebi’nin izinden giderek söz açmayacağız.

Küçüksu Kasrı, Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi ve Küçüksu Çayırı ve Plajı ayrıca anlatılmaya değerdi doğrusu.

*Evliya Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul, Hzl. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, 2 Cilt, YKY