- Amerikan rüyasının sonu

Adsense kodları


Amerikan rüyasının sonu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sat 4 August 2012, 12:01 pm GMT +0200
Amerikan rüyasının sonu
Semih YILDIRIM • 84. Sayı / TOPLUM


“Amerikan Rüyası” kavramına hepimizin az çok bir kulak aşinalığı var. Yakın zamana kadar ABD, paraya dönüştürülebilir bir fikre ya da hünere sahip girişimciler için çalışıp alın teri dökerek aşırı yoksulluktan büyük bir servete erişebilme imkânı sunan bir fırsatlar ülkesi olarak tanımlanırdı. Fakat bugün bir çok gözlemci, yaşanan son krizler nedeniyle ekonomik eşitsizliğin giderek artıp nüfusun önemli bir bölümünün işşizlik ve durgun emlak piyasası ile cedelleşmek zorunda kaldığı ABD’de fakirlikten zenginliğe geçişin artık kolay olmadığını ifade ediyor. Ekonomik krizin giderek geniş kitlelerin canını daha fazla yakmaya başlaması ve zenginliğe eriştiren imkanların giderek azalması bu ülkenin geleceği için önemli sonuçlara işaret ediyor.

Bu sistemik gerilemede “en zengin” sınıfına dahil olanların varlıkları artarken orta ve alt sınıftaki fertlerin maddî durumlarının daha da kötüleşiyor olması, fırsat eşitliğinin giderek lafta kaldığının önemli bir göstergesi aslında. Örneğin ABD’de yapılan bir araştırmaya göre beyaz ailelerin özvarlıkları 2005 ile 2009 yılları arasında yüzde 16 azalmış durumda. Bu azalış beyazlara göre zaten oldukça düşük bir servete sahip olan siyahlarda yüzde 53, Latin kökenli aileler için ise yüzde 64 olarak gerçekleşmiş. 2009 rakamlarına göre siyahların 6.325$, Latin kökenlilerin 5.677$ ve beyazların ise 113.149$ lık aile servetleri var. İşsizlik oranı genel nüfus için yüzde 9’larda seyrederken, Latin kökenlilerde yüzde 11.3’e, siyahlarda ise yüzde 16.8’e çıkıyor. Amerikan rüyasının temelinde belli bir servet birikimine sahip olma ideali yatıyor ki bunun toplumun büyük bir kesimindeki karşılığı güzel bir eve sahip olmak. Emlak piyasasındaki olağanüstü düşüşler ve ev sahibi olmanın nerdeyse imkânsız hale geldiği ekonomik şartlar, Amerikan halkı arasında giderek daha fazla destek bulan sistem-karşıtı bir tabakanın ortaya çıkmasına sebep oluyor.

ABD’de 122 yıldan beri faaliyet gösteren Amerikan Diyalekt Derneği 1990 yılından bu yana düzenli olarak çeşitli kategorilerde “yılın kelimesi” ni belirleyen bir yarışma yapıyor. Örneğin dernek üyeleri “en zalim” kategorisi için 1992 yılında etnik temizlik mânâsına gelen “ethnic cleansing” kavramını uygun görmüştü. Kurumun 2006 yılında “Hüsn-i talil (örtmeceli)” kategorisi için seçtiği kelime ise sorgu altındakı kişinin yüzüne su dökülerek yapılan işkence olarak ifade edebileceğimiz “waterboarding” idi. Derneğin geçen ay rekor katılımla gerçekleşen 22. yarışmasında ipi göğüsleyen kelime, ABD dahil belli başlı seksenden fazla ülkede aylardır süregelen ekonomik kriz, kapitalist sistem ve gelir eşitsizliğine karşı yapılan halk protestolarına nisbetle “işgal etmek” olarak çevirebileceğimiz “occupy” kelimesi oldu.

İşgal kelimesi (ya da fiili) aslında yeni türetilmiş bir kelime değil. Fakat kökeni oldukça eskilere dayanan bu kavram geçtiğimiz yıla damgasını vuran yerel ve küresel başkaldırı hareketlerinin de yardımıyla oldukça farklı bir anlam yüklenerek kendine yeni ve beklenmedik bir konum elde etti. Bir çok Arap ülkesinde iflas etmiş ekonomi ve zorba rejimlere karşı ayaklanıp diktatörlerini deviren eylemciler, tüm dünyaya köhnemiş sistemleri değiştirme yolunda harekete geçmek için ilham kaynağı oldular. Yılın kelimesine anlam kazandıran hareketlerden en önemlisi ise yaklaşık dört aydır ABD’nin New York şehrinde süren “Wall Street’i işgal et” hareketi oldu. New York’ta başlayan gösteriler sadece ABD şehirleri ile sınırlı kalmadı, bu gün dünyanın dört bir köşesinde devam eden protesto eylemlerine de öncülük etti.

Her şey Kanada merkezli kapitalizm karşıtı bir grup tarafından yayımlanan “Adbusters” adlı derginin ekonomik eşitsizliğe karşı küresel bir eylem çağrısı ile başladı. Bu çağrının ardından 17 Eylül’de göstericiler dünya kapitalizminin mabedi sayılan New York Borsası’nın bulunduğu Wall Street’e komşu Zuccotti Parkına çadır kurup, parkın adını Mısır’ın Tahrir Meydanı’ndan aldıkları ilhamla olsa gerek “Özgürlük Meydanı” olarak değiştirdiler. Zannedilenin aksine hareketin arkasında belli bir örgüt yok fakat herkesin eşit söz sahibi olduğu ve tüm kararların uzlaşma ile alındığı bir Genel Meclisleri var. Herhangi bir lideri olmayan, değişik renk, cins ve siyasî görüşlere sahip insanlardan oluşan bu toplumsal hareketi doğrudan demokrasi kavramının en canlı örneği olarak gösterebiliriz.

Arap Baharı’ndan etkilenerek başlamış olsalar da, çoğunluğunu eğitimli gençlerin oluşturduğu protestocuların asıl hedefinde giderek artan gelir adaletsizliği ile büyük banka ve çok uluslu şirketlerin mevcut sistem üzerinde sahip oldukları olağanüstü nüfuz var. Hatırlarsak, 2007 ve 2008 yıllarında tüm dünyada önemli bir servet ve istihdam kaybına neden olan ve gelişmiş ülkelerin kamu maliyesine çok ağır yükler getiren büyük bir finansal kriz yaşandı. Krizin en son aşaması olan sürdürülemez borç problemleri bugün özellikle kimi Avrupa Birliği ülkelerinde halen devam ediyor. Geldiğimiz noktada bir çok kimse yaşanılan acı tecrübelerin sorumluları olarak açgözlü finans sektörü temsilcilerini hedef gösteriyor ki bunda pek de haksız sayılmazlar.

ABD’de faaliyet gösteren küresel şirket ve bankaların, siyasetçiler ve piyasa düzenleyicileri üzerindeki nüfuzlarını artırmak için her yıl yüklü miktarlarda para harcadıkları herkes tarafından bilinir. Bu nüfuzları sayesinde olsa gerek, son malî kriz ve ekonomik durgunluğa sebep olan sorumsuz icraatlarından dolayı dişe dokunur herhangi bir ceza ve yaptırıma tabi tutulmak bir yana, devlet tarafından düştükleri bataktan vergi mükelleflerinin cebinden aktarılan paralarla kurtarıldılar. Mevcut durumu protesto eden aktivistler bunu haksız bir kazanç olarak görüyor ve devletin görevinin kriz zamanında halktan toplanan vergi gelirleri ile batık şirketleri kurtarmak değil zor durumdaki halka yardım yapmak olduğunu öfkeli bir şekilde ifade ediyorlar. En çok kullandıkları slogan ise “Biz yüzde 99’uz”. Karşılarına aldıkları düşman da kendi refahlarını sürdürmek için giderek daha büyük bir topluluğu fakirleştiren küçük fakat güçlü bir azınlık.

Gün geçtikçe büyüyüp daha renkli bir hale bürünen protesto eylemleri “Egemen Medya” tarafından genelde görmezden geliniyor. Hatta eylemcilere zaman zaman bu kuruluşlar tarafından Nazi, Komünist gibi alâkasız yakıştırmalar yapılıyor. Fakat işgalcilerin korkusuzca dile getirdikleri kapitalizim karşıtı argümanlar, sosyal adalet, toplumsal ayrımcılık, eğitim sistemi, hukuk sistemi ve insan hakları konularında verdikleri mesajlar geniş halk kitleleri nezdinde büyük yankı buluyor. Kendilerini yok sayan hâkim medyaya rağmen işgalciler daha çok sosyal medya üzerinden organize olup seslerini duyurmaya çalışıyor. Bugünlerde eylemin merkezi konumunda olan Zuccotti Parkı’ndaki çadırları sökülüp polis zoruyla tahliye edilseler de, oldukça zor şartlarda eylemlerini sürdüren işgalciler farklı çevrelerden olumlu tepkiler almaya devam ediyor.

Geriye dönüp baktığımızda, çoğumuz 2011’i sefalet, baskı ve şiddete dayalı, artık sürdürelemez hale gelmiş küresel sistemin sonunu başlatan bir devrim yılı olarak hatırlayacak. Zengin ve yoksul arasındaki giderek artan uçuruma kızanların, çoğunluk yerine küçük bir mutlu azınlığın çıkarlarını önceleyen hükümet politikalarından bıkanların, ve kurulu düzenin mevcut ekonomik adaletsizliği önlemedeki başarısızlığından bunalanların, daha net bir ifade ile yüzde 99’un yüzde 1’e karşı seslerini daha gür çıkardıkları bir yıl.