- Alper Görmüş

Adsense kodları


Alper Görmüş

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Fri 8 June 2012, 03:35 pm GMT +0200
ALPER GÖRMÜŞ: “Medyanın Şiddete Yaklaşımı Ahlak Dışı”
Sadık ŞANLI • 53. Sayı / GÜNDEM


Son dönemde ülkemizde toplumsal şiddet, cinnet ve suç oranı oldukça arttı. Şiddet evler, sokaklar kadar gazete ve televizyonlarımızda da kol geziyor. Televizyonlarda şiddet içerikli programlar artarken, gazetelerimizin birinci sayfaları da gün geçtikçe üçüncü sayfaya dönüşüyor. Böylesi bir ortamda toplumsal şiddetin artışının baş sorumlusu olarak da medya gösteriliyor. Peki bu sonuç doğru bir yaklaşımın ürünü mü? Medya ve şiddet konusunu çok boyutlu olarak, Taraf Gazetesi’ndeki köşesinde medya eleştirileri yapan gazeteci-yazar Alper Görmüş ile konuştuk.

Türk Medyasına neler oluyor?

Bir kere bunu Türk medyasıyla sınırlı bir eğilim olarak görmek doğru olmaz. Şiddet içeren medya, bütün dünyada giderek genişleyen bir alan. Fakat bizde bu kadar çok görülür olmasının temel nedeni, gündelik, hatta “ciddi” basının magazin meseleleri ile ciddi olanı hemhal etmesinden kaynaklanıyor. Aslında kendi özel mecralarında ele alınsa çok sorun teşkil etmeyebilecek bir takım haberler, görsel malzemeler, filmler salonun ortasına attığımız çoluk çocuğun da rahatlıkla ulaşabileceği gündelik gazete ve dergilerde yer alınca çok görülür hale geliyor. Bir defa bunu bir tespit edelim diyorum. Yoksa şiddet eğilimi Uzakdoğu’da ya da Batı ülkelerinde de çok boyutlu tartışılıyor. Ama onların özel mecraları var. Dolayısıyla da gündelik basında onlar çok dikkatli oldukları için görünürlüğü az. İkincisi, klişeler çerçevesinde düşünmeyin. Benzer şeyleri çok duyduk. Medya hakiki hayattaki şiddeti arttırıyor mu, azaltıyor mu, buna çok çeşitli cevaplar veriliyor. Bir defa temel olarak şiddet çerçevesinde düşünmekten ve konuşmaktan keyif alan bir yaratık olduğumuzu unutmayalım. İnsanoğlu böyle. Bunu bir tespit olarak yapmak gerekiyor. İkincisi, bu arz-talep meselesiyle doğrudan ilişkili bir durum. Bu şiddetin alıcısı yoksa medya tek yanlı olarak istediği kadar şiddet pompalasın, şiddet haberlerine yer versin, bir süre sonra burada ekmek olmadığını anlayıp geri basacaktır. Fakat biz biliyoruz ki öyle değil. Bu işin müşterisi de var ve bizzat bu haberleri kotaran habercilerin kendileri de bunun bir parçası. Gazeteciler de şiddeti izlemekten, yorumlamaktan, aktarmaktan bir tür haz duyan, böyle karanlık bir tarafı olan öbür insanlar gibi. Şimdi meseleyi biraz kişiselleştirmek olacak, ama kendimden örnek vermek istiyorum: Ben hayatımda kimseye karşı bir şiddet uygulamadım ve hiç sesimi de yükseltmedim. Birine bağırıp çağırmak falan, o ölçüde dahi bir şey yok hayatımda. Kendimle ilgili en övündüğüm noktalardan biri bu. Ama ben kendimi bu toplumda çok yalnız hissediyorum. Yakın arkadaşlarımdaki eğilimlere, her an ortaya çıkabilecek eğilimlere baktığımda –ki onların çoğu da gazeteci– anlıyorum ki mesele çok karışık. Mesele sadece “satış olsun, satalım, para kazanalım” gibi bir basit ilişkiyle açıklanamayacak kadar karışık ve karanlık.

Medyadaki şiddetin varlığını “şiddete ilgili insan, arz-talep ilişkisi ve habercilerin de bu şiddettin bir parçası olması” olarak özetlediniz. Peki konuyu bu üç başlıkta toplamak yeterli mi?

Bir, iki, üç şıkla basit bir çerçeve çizmek için söyledim. Katharsis teorisi var bilirsiniz. Suni şiddeti televizyonlardan, gazetelerden izleyen gençler içlerindeki kötücül duyguları boşaltıyorlar, hakiki hayatta aslında şiddete daha eğilimli olabilecekken daha uzak duruyorlar, düşüncesinden hareketle geliştirilmiş bir teori. Tersi de var. Tersine daha çok inanılıyor. Medyatik şiddetin hakiki hayattaki şiddeti de tetiklediği, körüklediği, artırdığı yönündeki teoriler daha fazla. Ama esas olarak bu şiddetin toplumsal denetimde kullanılan bir doza ulaştığı kanaatindeyim. Biraz sonra toparlamak üzere, iletişim kuramcısı Neil Postman’ın Televizyon: Öldüren Eğlence kitabına değinmek istiyorum. Neil Postman’ın çok ilginç bir teorisi var. Şiddetin aslında nasıl bir toplumsal denetim sağladığını, geldiğimiz noktada iktidarların şiddeti ve medyatik şiddeti kullanarak toplumu denetim altında tutmada nasıl bir başarıya ulaştıklarını ortaya koyan bir teori. Benim için asıl önemli olan bu. Postman kitabında “gelecek tasarımları karamsar” diye özetleyebileceğimiz iki düşünürü karşılaştırıyor. Ve günümüz dünyasının Orwell’ı değil, Huxley’i haklı çıkardığını söylüyor. Orwell –ki daha çok tanınıyor– gelecekte toplumların yasaklarla ve enformasyonsuz bırakma marifetiyle denetim altında tutulacağına inanıyordu. Onun teorisine göre kitaplar yasaklanacak, bilgi yasaklanacak, bilgi tekel altında tutulacak ve geniş kitleler bilgisiz ve cahil bırakılarak denetlenecek idi. Huxley ise bunun tam tersini iddia etti. O da dedi ki; “hayır böyle olmayacak, tam tersine bizi pasifliğe sürükleyecek kadar enformasyon yağmuru altında tutulacağız ve böylece hakikat umursamazlık denizinde boğulacak” dedi. Yani birinde yasaklar, diğerinde ise her şeyin serbest olması gibi bir durum söz konusu. Ben de Huxley gibi düşünüyorum. Biz başlangıçta zannediyorduk ki, şiddet medya üzerinden ne kadar çok dolaşıma girerse, şiddete karşı bir tür hassasiyet oluşacak. Fakat öyle olmadığını anlıyoruz. İnsanlar ne kadar çok şiddet görürse, ona karşı hassasiyet de azalıyor. Birinci sonuç bu. İkincisi, ama bence daha önemli olan, Huxley’in toplumların denetim altında tutulması konusunda Orwell’dan temel olarak ayrılırken yaptığı tespitti. “Orwell toplumların eğlence açlıklarını hesaba katamamıştı” diyordu, bu denetim modelini öne sürerken. Orwell işte o nedenle, eğlence açlığını hesaba katamadığı için yasaklamaya başvurulacağını düşünüyordu. Huxley ise diyordu ki; “hayır, geleceğin toplumları eğlendirilerek denetlenecekler”. Yani onlara bol miktarda enformasyon verilecek, bol miktarda eğlence materyali sunulacak. Huxley, oyalanmayı da içine katan bir şeyden söz ediyor. Eğlence derken basitçe oyun oynamak anlamında alınmıyor tabii. Oyalanmak anlamında alınıyor. Tam bu noktada şiddetin bir türlü eğlence, oyalanma aracı olarak kullanılmaya başlandığını çok uzun bir süreden beri görüyor ve hissediyorum. İnsanlar artık şiddet filmleri, şiddet edebiyatı, üçüncü sayfa haberleri ve giderek birinci sayfalara yayılan dokümanlarla “eğlendiriliyorlar, oyalanıyorlar”. En çok da bu tutuyor. Dolayısıyla bu bir uyuşturucu gibi kullanılıyor. Toplumları denetim altında tutmaktan ve onları hareketsiz, sessiz insanlar olarak konumlamakta çok önemli bir araç haline geldi şiddetin sunumu. Esas olarak medyanın burada büyük bir sorumluluğunun olduğunu düşünüyorum ve bunu, “kendisine verilen görevi” bilinçli ya da bilinçsiz çok mükemmel bir şekilde uyguluyor bence. Bol miktarda şiddet arızında bulunarak hem şiddete karşı hassasiyetimizi azaltıyor, hem de insanları eğlendirerek kendi geleceklerini düşünmekten uzak tutarak önemli bir denetim aracı olarak kullanıyor. Benim açımdan en önemli nokta budur.

O halde medya şiddetin meşrulaşmasına çanak tutuyor, zemin oluyor…

Elbette. Medyasız hiçbir iktidarın böyle bir şeyi kurgulaması ve uygulamasını düşünemeyiz. Yani şiddeti, şiddet sınavını onu adeta bir eğlence haline getirerek toplumları denetim altında tutmanın bir aracı olarak kullanma fikrini, uygulamasını, arzusunu medya olmaksızın tabii ki yansıtamaz. O nedenle de bütün bunlar ifade de etmeden yapılıyor. Sanki şiddete karşı bir duyarlılık yaratmak istermiş gibi bir sunumla. Ama tam tersi sonucu doğuracak şekilde. Bunların kodlarının çözülmesi lazım. Sonuçta siyasi iktidarlar açısından medyanın bu pozisyonu, şiddeti topluma sunması ve empoze etmesi, bence son derece olumlu. Bu sayede dediğim gibi geniş kitleleri elinde tutma imkânını bulabiliyor.

Şiddetin medya ve medyatik olaylar üzerinden tartışılmasının toplumsal açıdan sakıncaları neler?


Bir kere medya ve gazetecilik meselenin özüne çok fazla inmez. “Medya ve gazetecilik tarihin müsvettesini yazar” denir. O, tam olarak bu anlamda kullanılmasa da oradan da biliyoruz ki, gazetecilik bir anlamda da yüzeysellik demektir. Yani derine, ayrıntılara, öze inmeden görünür olanla ilgilenmek ve onu böyle sunmak. Dolayısıyla bizim medyanın şiddet olaylarını izlemesine baktığımızda dikkat edin, hep yüzeysel olanı, olayların sansasyonel boyutlarını öne çıkararak, ayrıntı vererek hareket eder. Hatta son Karabulut cinayetinde olayın bütün ayrıntısını olduğu gibi, otopsi raporunun ayrıntısını vererek ipini kopardı bütünüyle medya. Ve sansasyonel boyutuyla yüzeysel olarak daima ele alıyor. Dolayısıyla da medya üzerinden şiddet meselesini toplum yararına sonuçlar üretmek üzere tartışmak ham bir hayal. Onu söyleyeyim. Zaten medyanın da böyle bir derdi yok özünde. Yapısı itibariyle, yapısı gereği böyle bir şey yok. Haliyle çözüme yönelik bir şey çok içten içte tepkiyle karşılanır gazeteciler arasında. Çok tuhaftır, birbirlerine ifade etmekte çok zorlanırlar gazeteciler, ama bu tür şiddet haberleri geldiğinde herkesin içinde bir küçük kıpırtı olur ve ne güzel haber derler, bazen lapsus halinde yani beynin gizlediğini dilin faş etmesiyle karşı karşıya kalırlar ve bazen utanırlar. Dolayısıyla oradan böyle kalıcı, anlamlı, çözüme yönelik bir tartışmanın üretilmesi noktasında çok fazla umut yok. İstisnalar hariç, medya üzerinden katiyen beklememek lazım bunu.

Kamu ve vicdan açısından düşünürsek gazetecilerin bu yaklaşımı ne kadar etik?


Açık söyleyeyim, ahlâk dışı. Sonuçta insanoğluyuz. İşte burada yaşıyoruz. Ölümler, bu tür şiddete maruz kalmalar yakınlarımızda meydana geldiğinde neye yol açtığını hepimiz de iyi biliyoruz. Şimdi böyle bir şeye sırf anonim diye, bilmediği insanların başına geldiğinde bunu hiçbir sınır taşımaksızın, tanımaksızın haberleştirme ve sunma eğiliminin ahlâkla tabii bir ilgisinin olduğunu söyleyemeyiz. Ne bireysel sorumlulukla ilgisi var, ne ahlâkla ilgisi var. Münevver Karabulut olayında hiçbir hassasiyetin olmadığını görüyoruz. Güya acı paylaşılıyor, ailenin acısı paylaşılıyor ve güya olayı açığa çıkarmak için ortaya sürülen bir çalışmayla, bir gazetecilikle karşı karşıya olduğumuz söyleniyor. Ama hiç böyle olmadığı çok açık. Çünkü acı hakikaten paylaşılamaz. Tanımadığınız insanların acısına yakınları gibi ortak olamazsınız. Zaten böyle bir şey de istenmez ama saygı duymak gerekir. Saygı başka bir şey. Siz sevmeseniz de, üzülmeseniz de saygı duyabilirsiniz ve saygı duymalısınız. Ben kendi gazetemi de eleştirdim o konuda. Münevver Karabulut örneğinden yola çıkarak bir filmle benzerliğini kurdular. Kadavra filmine benziyormuş. Acaba cinsel ilişki olmaksızın başında dans mı edilmiş falan diye fantezilerle örülü “bir haber”, bizim Taraf gibi bir gazetede bile görebildik. Ben o zaman şöyle bir soru sordum temel olarak: “Bu insanın yaşadığına benzer bir şey o gazetede herhangi birinin başına gelseydi, böyle bir haber o gazetede yer alabilir miydi?” Alamazdı tabii ki. Neden? Çünkü güya acısı paylaşılıyor ama paylaşılan hiçbir şey yok. Medyada eksik olan bu. Dolayısıyla bütün bunların ahlakdışı, ahlaksızca olduğu çok açık. Ben etik gibi soğuk kelimeleri de sevmiyorum. Ahlaksızca diyorum açıkçası.

Türk medyası ile Batı basını arasında bu konuda ne gibi farklar var?

Batı’da bir ciddi basın var. Bir de magazin ya da şiddete de varabilen bir takım cinsel yayınları içeren başka yayınlar var. Bunlar ayrı mecralar. Bizdeki problem, bunların hepsinin iç içe geçmiş olmasında. Bir Batılı ciddi gazetenin manşetinde ikiz kulelerin bombalandığı haberiyle onun hemen yanı başında ülkenin en magazinel figürünün bilmem kimi aldattığıyla ilgili bir haberi asla yan yana göremezsiniz. Ama öte yandan dünya yıkılsa, manşetinde o magazin figürlerinin hikâyelerini yazmaktan vazgeçmeyecek gazeteler de olur. Bunlar ayrıdır, mecralar ayrı mecralardır. Bizde iç içe geçtiği için böyle. Dolayısıyla Batı’nın ciddi gazetelerinde bizdeki gibi ipten kazıktan kurtulmuş tuhaf bir şiddet haberciğine asla rastlayamazsınız. Ben her zaman şunu savundum; isteyen istediği şeyi okuyabilir, alabilir, bunlar ulaşılabilir olmalı. Son derece marjinal bir takım şeylere de insanların ulaşabileceği mecralar olabilir, ama gündelik bir gazete, dergi, ciddi yani evimize soktuğumuz gazetelerin ve dergilerin çok dikkatli olması lazım. Örnek aldıkları Batı’da bu böyle. Hangi Batı televizyonunda bizdeki televizyonlar kadar müptezel yayınlar görebiliyorsunuz? Asla göremeyiz. Bizdeki temel problem bu.

Medya ilkelerine bağlılık ve uzmanlaşmada bir yönüyle Batı basını öne çıkıyor diyebiliriz…

Aynen aynen. Yani onlar bu konuda dikkatliler, ciddiler ve bunu uyguluyorlar. Bizde ise “evet böyle yapmak gerekir, bunu yapmamalıyız” deniyor, ama hiçbiri bunu yapmıyor. Ve defalarca söz verdiler. Son üç dört sene öncesine kadar bizim gazetelerimizde birinci sayfaların tamamını kaplayan “söz veriyoruz haberciliği” vardı. “Söz veriyoruz şunu yapmayacağız, bunu yapmayacağız”. Yani o âna kadar onu yaptıklarını da böylece itiraf etmiş oluyorlar. Başlangıçta bir ikisini ciddiye aldık, sonra baktık ki hiçbir şey değişmiyor, her şey aynen devam ediyor. Bizde bunun yanlış olduğu biliniyor, söyleniyor ama uygulanmıyor ve sonuç böyle oluyor.

Şiddetten beslenen, bu olgunun var olmasını isteyen medya ve iktidara rağmen bu olayın önüne nasıl geçilebilir?

Bu uzun soluklu bir süreç. Belli yasakların uygulanabilir olduğunu düşünüyorum. Sonuçta sınırsız bir özgürlük alanı değil yayıncılık. Sadece ipini koparmış bir sınırsızlık değil herhalde özgürlük. Ancak konuşarak, çok tartışarak mesafe alabiliriz. Ve kısa vadede çok büyük mesafeler alamayacağımızı da kabul etmemiz lazım ki ileride hayal kırıklığına uğramayalım. Hiç yol alınmıyor değil. Alınıyor, ama gördüğümüz gibi çok anlamlı mesafeler de kat edemiyoruz. Meselenin sadece arz boyutu olsa daha kolaylıkla, kendi kendini berhava edecek bir sorun olur; ama talep boyutu var. Sonuçta insanlar şiddet konuşmak istiyorlar. Medya dışında da oturun bakın, mesela bir kahvehanede de bu meseleler konuşuluyor. Demek ki burada toplumu kirden pastan münezzeh, hiç kötülük barındırmayan, bir bütün olarak görmememiz gerekir; bu bir. Medyayı da kötülük pompalayan, aslında tertemiz olan toplumun ahlâkını bozan, ona kötülük empoze eden bir kurum olarak ve bir günah keçisi olarak görmemek gerekiyor. Ve tartışmanın asıl alanının toplum olduğunu hiç unutmamak gerekiyor. Toplumu dönüştürecek uzun vadeli bir tartışma dışında bir çözüm benim aklıma gelmiyor. Tartışacağız, başka çaresi yok.