- Allah yolunda cihad

Adsense kodları


Allah yolunda cihad

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Mon 27 September 2010, 08:56 pm GMT +0200
3.BÖLÜM

ALLAH YOLUNDA CİHAD


Bu konu da Velâ ve Berâ konusunun en önemli ve ayrılmaz unsurla} rından biridir. Çünkü Hak ile batılı birbirinden ayırt eden, Rahman'ın tat raftarlanyla Şeytan'ıri yandaşlarını ortaya koyan nokta budur.

"Cihad" kelimesi (C)'nin esre harekesiyle sözlükte zorluk, sıkıntı ve meşakkat anlamına gelir. Meselâ "ben öylesine bir cihadda bulundum ki' t denilir. Bu şu demektir: "Ben en zor sıkıntıya katlandım."

Şeriat, yani din dilinde ise cihad şu anlamadır: Tüm gayreti ve gücü kâfirlerle savaşmada kullanmaktır.[66]

Cihad aynı zamanda, kişinin kendi nefsiyle, şeytanla ve fasıklarla da çarpışması, onlara karşı koyması anlamına da gelir.

Nefisle m.ücahede denilince, buna din işlerini öğrenme girer. Sonra buna göre amel etmek, iş yapmak, sonra bunları öğretmek girer.

Şeytan ile mücahede ise: Şeytanın getirdiği şüpheleri ve süsleyip gös­terdiği şehvetleri geri çevirmek, defetmektir.

Kâfirlerle mücahede ise: Bu da el ile (yani güç kullanarak), mal ile (malını ortaya koyarak), dil ile (meseleyi anlatarak) ve kalb ile (buğz ede­rek) yapılır.

Fasıklarla cihad ise: El ile yani güç kullanarak, sonra dil ile anlata­rak ve sonra da kalb ile buğzederek yapılır.[67]

Bununla ilgili bilgi, birinci bab'ın ikinci bölümünde: "Rahman'ın dost­ları ve şeytan'ın yandaşları ve ikisi arasındaki düşmanlık karakteri" bahsinde geçmişti. Çünkü bu iki fırka veya grup arasındaki düşmanlık çok köklü bir düşmanlıktır. Bu, aynı zamanda Allah'ın kendilerine miras kıl­dığı dünyayı ve üzerindeki kimselere kalıncaya kadar da sürüp gidecektir.

Zira her iki metod ve program farklı farklıdır ve muhteliftir. Bu ba­kımdan aralarında birleşme imkânı hiç yoktur. Çünkü Hizbullah dediği­miz Allah taraftarları, yeryüzünde Allah'ın kelimesinin ayakta kalmasını ve her konumda şeriatın hâkimiyetini isteyeceklerdir. Şeytanın yandaşları ve taraftarları ise, bu metoda ve nizama kin güdecekler, hemen her yoldan bunu yıkmaya, silip süpürmeye ve bundan hiçbir eser bırakmamaya gay­ret göstereceklerdir.

Biz Berâ hakkında bilgi verirken şöyle demiştik: Bunun en açık şekli bizzat cihad etmektir. Zira Rahman'ın taraftarlarıyla şeytanın yandaşları­nı birbirinden ayıran yegâne ve tek özellik budur.

Nitekim Hz. Mustafa (s.a.v.)'nın sîretini ve hayatını incelediğimizde, buraya başvurduğumuzda, hemen şunu görmekteyiz. Hicret-i Nebevî'nin ikinci adımı olarak hemen cihad gelmektedir. Bu da, bu dinin hakimiyeti ve ayakta kalabilmesi için cihadın önemini göstermektedir. Allah yolunda cihad çağrısını yükseltmek için yine kişinin Allah yolunda canını satması, yâni vermesidir.

Şurası bilinen bir gerçektir ki, bu Hanîf dini, insanları Allah'ı birle­meğe, tevhide, ibadette ve kullukta sadece O'nun önünde eğilmeye, ilâh-hkta yalnız O'nu kabullenmeye çağırmayı emretmektedir. O zaman bu ses­lenişe ve çağrıya kulak vermek gerekmektedir. Zira Peygamberlerin gön­deriliş gayesi ve kitapların indiriliş amacı budur. İnsanlar eğer topukları üzerinde gensin geri dönerlerse, bu takdirde bu dönenlerle mutlaka ciha­da girişmek gerekiyor. Evet gerekiyor ki:

"Fitne ortadan kalkınca­ya ve din de tamamen Allah'ın oluncaya kadar." (Enfâî, 8/39) bu olabilsin.

Biz daha önce Rasûlüllah (s.a.v.)'ın şu hadisini görmüştük: "Sen, müş­riklerden olan düşmanınla karşılaştığında onları üç haslete çağır. Bunlar­dan hangisine icabet ederlerse, onu kendilerinden kabul et ve kendilerine dokunma."[68]

Esasen İslâm dini insanları hayra ve İyiliğe davetle işe başlar. însanlarla en iyi bir şekilde mücadele ile işe girişir. İnsanlara gösterilmesi gereken yollar ve deliller tümüyle gösterildikten sonra, eğer buna rağmen yüz çevirirlerse, bu takdirde kendileriyle cihad etmek ve savaşmak vacip = farz olur. Eğer ortada İslâm'ın insanlara ulaşmasını engelleyen bir güç veya ta-ğutlar varsa, bu takdirde tüm bu tağutların kökünden silinip atılması farz olur ki, böylece İslâm kelimesi ve davası insanlara ulaşabilsin.

Ayrıca burada bir de şu prensip vardır: "Din de zorlama yoktur." (Ba­kara, 2/256). Bu prensibi de unutmamak gerekmektedir. Yani müslümanlar, bir ülkede veya bölgede hâkimiyeti ellerine geçirdiklerinde, o bölge hal­kını mutlaka İslama girmeye zorlayamazlar, zorlamamalıdırlar. Fakat, müslümanların ve İslâm devletinin hâkimiyetine boyun eğmek mecburiyetin­dedirler. Buna mutlaka uyacaklardır. Şayet bu arada İslâm dinini de ka­bullenirlerse, o zaman müslümanların lehine olan şeyler kendileri için de aynen geçerlidir. Şayet îslâmı kabul etmeyip de kendi dinlerinde kalmak isterlerse, bu takdirde müsîümanlara cizye = vergi ödeyeceklerdir. Vergi ver­meyi de kabullenmemeleri halinde, artık aralarında işin çözümü silâha kalır.[69]

Şimdi burada şu hususa dikkatinizi çekmek isteriz: İslâm dininde cihadın hedef ve amaçları pek yüce ve çok üstündür. Şöyle ki:

1-  Özgürce bir akidenin yaşanması için kâfirlerle savaşılır.,

2-  Özgürce İslâm davetinin ve tebliğinin yapılması ve kesinleşmesi için cihad yapılır.

3- Yeryüzünde İslâmın hâkim olması ve kanunlarının uygulanması, bir de insanın özgürlüğünün gerçekleşmesi için cihad yapılır.

Bunlar gerçekleşip kesinleşince, ortada sadece yüce Allah'a kulluk kalır. Dolayısıyla yeryüzünde insanın insana kulluğu kalkar. Kulun Allah'a kul olması sağlanmış olur. İnsanların insanlara kulluklarının hemen her şekil ve türü silinir.

Artık ortada insanlar için hükümler koyan bir fercı, bir tabaka ve bir ümmet de olamaz. İnsanları kendilerinin uydura geldikleri kanunlara bo­yun eğmelerini sağlayacak bir güç de kalmaz. Artık ortada tüm insanla­rın Rabbi olan Allah vardır ve O'nun insanlar için şeriat ve yasa olarak gönderdiği kanun ve hükümler vardır, bunlar geçerlidir. Böylece insanlar sadece O'na ve O'nun kanun ve hükümlerine yönelirler, O'na itaat edip boyun eğerler. Tıpkı eşit bir şekilde iman ederek ve ibadette bulunarak Al­lah'a yöneldikleri gibi, her konuda O'na yönelirler.[70]

Diğer taraftan cihad noktasındaki kulluk/Allah'a kullukların en şe­reflisi ve en sevgili olanıdır. Çünkü:

"Şayet bütün insanlar inanmış olsalardı, bu kulluk ve buna bağlı di­ğer şeyler kesinlikle atalete uğrardı. Yani Allah için dostluk ve sevmek, Allah için düşmanlık ve buğzetmek gibi şeyler, düşmanlarına karşı canını orta­ya koymak, iyiliği emretmek .ve kötülüğü nehyetmekle ilgili kulluklar; sa­bır, heva ve arzuya karşı koyma ile ilgili kulluklar, Allah sevgisini, can sev­gisine tercih gibi şeyler atalete uğrardı."[71]

Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye merhum bu konuda şöyle demektedir:

"Cihad sevabıyla ilgili olarak hiçbir amelin sevabı ve fazileti hakkın­da oldukça fazla gelen delil ve nass olmamıştır. Zira cihadın faydası din ve dünya açısından hem yapanın kendisi için ve hem de başkası içindir. Bu da batını ve zahirî tüm ibadetleri kapsamaktadır. Cihadda Allah sev­gisi vardır, Allah için ihlâs ve samimiyet vardır, O'na tevekkül = dayanıp güvenme vardır, malı ve canı teslim etmek vardır. Sabır bundadır, zühd bundadır, Allah'ı zikretmek bundadır. Ayrıca diğer tüm amel türleri de cihadda vardır. Başka hiçbir amelin kapsamında yer almayan amel nevile­ri bundadır. İster şahıslardan biri veya ümmetten herhangi biri olsun, bu­nu yerine getirenleri iki güzellik beklemektedir, ya yardım ve zafer veya şehitlik ve cennet vardır."[72]

Gerçekten cihadın fazileti ve değeriyle ilgili olarak birçok nass ve de­lil varid olmuştur. Şimdi bunlardan bazılarını zikredelim. Allah (c.c.) şe­hidin rütbesiyle ilgili olarak, O'nun Rabbi nezdinde diri olduğunu bildi­rerek buyuruyor ki:

"Allah yolunda öldürülen­leri sakın ölü sanmayın! Bilâ­kis onlar diridirler; Allah'ın lü­tuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkaların­dan gelecek ve henüz kendile­rine katılmamış olan şehit kar­deşlerine de hiçbir keder ve kor­ku bulunmadığı müjdesinin se­vincini duymaktadırlar." (Âl-i İmrân, 3/169-170)

Yine Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Müminler ancak Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır." (Hucurât, 49/15)

Cihad, kişinin Allah ile yaptığı en kârlı ve kazançlı bir ticarettir. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda sa­vaşırsınız. Eğer bilirseniz, bu si­zin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerîndeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'dan yardım ve yakın bir fetih. Müminleri bunlarla müjdele." (Saff, 61/10-13)

Sünnet-i Nebevîden yani hadislerden bu konuda gelen rivayetle}- ise bir hayli çoktur. Cihadın fazileti konusunda birçok hadis görebilmekteyiz ki, biz bunlardan Rasûlüllah (s.â.v.)'ın şu hadisini zikretmek isteriz:

"Cennette yüz derece vardır ki, Allah, bunu Allah yolunda cihad edenler için hazırlamıştır. Her bir derece arasındaki mesafe ise gök ile yer arasındaki gibidir”[73]

Yine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Ayakları Allah yolun­da toza bulanan bir kula cehennem ateşi dokunmaz (yakmaz)."[74]

Yine Buharî'nin sahihinde gelen rivayete göre: "Rasûlüllah (s.a.v.)'ın yanına bir adam gelir ve şöyle der: Cihada denk olan bir ameli bana gös­ter (yapayım). Rasûlüllah (s.a.v.) böyle bir şey bulamıyorum dedi ve de­vamla şöyle buyurdu: Mücahid, cihad (savaş) için çıktığında, mescidine girip, hiç ara vermeksizin namaz kılmaya, hiç iftar yapmaksızın oruç tutmaya güç yetirebilir misin? Adam: "Kim buna güç yetirebilir ki?"[75]

 Sünen'de ise Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Aslında üm­metimin seyahati, Allah yolunda cihad etmektir”[76]

Esas itibariyle Cihad, İslâm'ın tepe noktası yani zirvesidir. Nitekirr Hadiste de böyle geçmiştir. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

"İşin başı İslâmdır, direği de namazdır ve bunun zirvesi, tepe nokta sı ise cihaddır."[77]

Yine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda saba hin veya akşamın herhangi bir bölümünde yürüyüş, kesinlikle dünyadar ve dünyadaki şeylerin tümünden çok daha hayırlıdır."[78]

Bütün bu güzel övgülerin yanında, cihadı terkedenler hakkında da aynı şekilde kötüleme ve zem varid olmuştur. Hatta dahası var, Allah (c.c.) bu kimseleri münafıklıkla nitelemiş ve kaîb hastalan olduğunu beyan bu­yurmuştur. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:                         

"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşle­riniz, hısım akrabanız, kazan­dığınız mallar, kesada uğrama­sından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız  meskenler  size

Allah'dan, Rasûlünden ve Al­lah yolunda cihad etmekten da­ha sevgili ise, artık Allah emri­ni getirinceye kadar bekleyin. Allah fasiklar topluluğunu hi­dayete erdirmez." (Tevbe, 9/24)

Yine Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"İman etmiş olanlar 'Keş­ke cihad hakkında bir sûre in­dirilmiş olsaydı!' derler. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimse­nin bakışı gibi sana baktıkları­nı görürsün. Onlara uygun olan da budur. (Onların görevi) ita­at ve güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman Allah'a sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Geri dönerseniz, yeryüzünde boz­gunculuk yapmanız ve akraba­lık bağlarını kesmeniz beklen­mez mi sizden. İşte bunlar, Allah'ın kendilerini lanetlediği, sağır kıldığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir." (Muhammed, 47/20-23)           

Bu âyetlerde şu hususlara dikkat çekilmektedir: Hükmü açık sûre, muh­kem olan ve müteşabih olmayan sûre anlamınadır. Bu bakımdan İslâmda muharebe ve savaşın hükmü muhkem âyetlerle kesin olarak ortaya konul­muştur. Zaten savaşın geçtiği her bir sûrenin muhkem olduğu ve üzerinde herhangi bir neshin (yürürlükten kaldırılmanın olmadığı) bildirilmiştir.

Esasen cihad, İslâm daveti için zaruri olan bir durumdur. Aynı za­manda cihad, kişinin imtihanı iyi verdiğine ve başarıyla bunu isbat ettiği­ne ilişkin Rabbani bir sünnettir, bir yoldur. Nitekim Allah (c.c.) şöyle bu­yurmaktadır:

"Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan

cennete gireceğinizi mî sandı­nız?" (Âl-i İmrân, 3/142)

Bir başka âyette ise Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Yoksa, Allah sizden, ci-had edenlerle Allah, peygamber ve müminlerden başkasını ken­dilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılaca­ğınızı mı sandınız? Allah yap­tıklarınızdan haberdardır.'' (Tevbe, 9/16)                                                                                      .

Gerçekten Allah yolunda cihad etmek, Allah'a davet yoludur. Yoksa cihad, davetin ük fetret dönemindeki karışıklıktan ötürü ortaya çıkmış bu­lunan bir şey değildir. Ancak cihad, gerçekten bu davetle içice olan zaruri bir şeydir. Eğer cihad, İslâm ümmetinin hayatında karışıklıklar sebebiyle ortaya çıkan bir durum olmuş olsaydı, bütün bunların hepsi Allah'ın ki­tabında geniş bölümler halinde yer almazdı. Aynı şekilde bu, Allah Rasûlü'nün sünneti içerisinde de geniş bölümler olarak ifadesini bulamazdı.

"Gerçeği en iyi Allah bilir, hakikaten ilahî metod ve yol, bütün ta-ğutları reddeder ve hiç birisini hoş karşılamaz. Yine Rabbimizin de bildir­diği gibi, aslında güç ve iktidar sahiplerinin, mutlaka bu metodu ayakta tutmaları gerekmektedir. Çünkü Allah'ın koymuş olduğu yol, kesinlikle güç ve varlık sahiplerinin yollarına benzemez. Aynı şekilde Allah'ın me­todu ve prensibi, iktidar sahiplerinin kişi gibi değildin

Bu, yalnız dün böyle değildi, bugün de öyledir, yarın da öyle olmakta devam edecektir. Yeryüzünün her tarafında ve tüm nesiller arasında bu böyledir. Her şeyden yüce ve münezzeh olan Allah (c.c.) biliyor ki, doğru­su kötülük ve şer kesinlikle övüngendir. Zaten şerrin ve kötülüğün insaflı olması mümkün değildir. Aynı zamanda kötülük, hiçbir vakit hayrın, ya­ni iyiliğin yeşermesini istemez ve buna fırsat bile tanımaz. Hayrın ve iyili­ğin herhangi bir yoldan sağlıklı bir şekilde ve hiçbir düşmanlık olmaksı­zın varlığını sürdürmesine şer ve kötülük fırsat tanımaz. Zira hayrın, yani iyiliğin mücerred olarak (soyut olarak) gelişmesi ve yeşerme ortamı bul­ması bile, şer ve kötülük için büyük bir tehlike olur. Mücerred olarak Hakkın varlığı gerçekten batıl aleyhine büyük tehlikeler getirir. O halde şerrin ve kötülüğün görevi, kesinlikle düşmanlığını başarılı bir şekilde hakka karşı yürütülmesidir. Batıl da, kesin bir şekilde kendi adına hakka karşı koymak zorunluluğunu duyar. Çünkü batıl böylece hakkı öldürmek ve onu gücüyle

boğmak ister. Çünkü şerrin ve batılın fıtratı budur. Bu hal, şer ve batıl için geçici olan bir durum değildir.

işte bütün bu sebepler açısından cihad gereklidir. Ve cihadın tüm su­ret ve şekilleri ile yapılması gerekmektedir. O halde silâhlı şerre ve kötülü­ğe karşı, silâhlı hayır ile karşı konulmak gerekmektedir. Bu işe önce vic­dan dünyasından başlanılıp karar verilmeli, sonra bu açığa vurulmalıdır ki, böylece gerçekler dünyasını da kapsamına almış bulunsun. Yani silâhlı kötü ve şerre karşı, silâhlı hayır. O halde her türlü silâh ve kalkana bürün­müş bulunan batılın sayılı gücüne karşı, müslüman da hazırlıklı olmalı ve Hak ile kucaklaşmış olan kuvvete karşı koymalıdır. Aksi takdirde, iş önemsenmemiş ve değer verilmemiş olur ki, bu da mümine yaraşmaz. Ci­had için müminin kesinlikle malını ve canını ortaya koyması gerekir. Zira Allah (c.c), müminlerden bunu istemektedir.[79]

Müminler ve müslümanlar Rabbimizin şu âyetinin manasını anladıkları gün iş gerçekleşecektir:

"O halde dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Al­lah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldü­rülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat ve­receğiz." (Nisa, 4/74)

İşte böylece fslâm fetih ordusu, yeryüzünde hayrı ve iyiliği yaymaya başlar, imanı telkin eder, yeryüzünde sadece bir tek Allah'a kulluk edil­sin, hâkimiyet sadece O'na ait kılınsın diye tağutun gücünü ve kuvvetini kırar.

İslâmın bu aydınlatıcı ve parlak tarihinde, çok üstün ve yüce örnek­ler görülecektir ki, İslâm Hak sayesinde ölüm sanatını ortaya koymakla göstermiştir. Çünkü bu ölüm sanatı, mutlu bir hayat ve yaşayış sağlaya­caktır. Yaşanacak olan bu mutlu hayat, Allah'ın müslümanlara zafer ve­rip onları üstün kılarak ve yeryüzünde Allah'ın nizamını ve sistemini yü­celterek verilmek suretiyle sağlanmış olsun ve Allah (c.c.) yanındaki bir hayat ile yaşanmış olsun, müminler için farketmez. Çünkü Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis onlar Rabbleri katında diridir­ler, cennet nimetleriyle rızıklanırlar." (Âl-i İmran, 3/169)

İşte verilen bu örnekler, özellikle imanı güçlendiren örnekler olmak­tadır. Öyle ki böyle bir imana sahip bulunan kimse, kendisiyle cennet ara­sına oraya gidilmesi bakımından, bir hurma bile gecikmeye sebep olabilir. Nitekim değerli sahabî Ukeyr b. el-Hammam el-Ensarî'yi buna örnek olarak verebiliriz. Bu sahabî Bedir gazasında Hz. Peygamberdin şöyle söylediğini işitmişti:

"Genişliği göklerde yer kadar olan cennete koşun." Bu sahabî: "Ey Allah'ın Rasûlü, genişliği göklerle yer kadar olan cennete mi?" diye sor­du. Hz. Peygamber (s.a.v.) de, evet, diye buyurdu. Bunun üzerine sahabî: Ahh, ahh diye, sesler çıkarmaya başladı. Rasûlüllah (s.a.v.), kendisine: "Sa­na, ahh, ahh dedirten şey nedir?" diye sordular. Sahabî dedi ki: "Ey Al­lah'ın Rasûlü, Allah'a yemin ederim ki, başka bir şey değil, tek isteğim, benim de o cennetlik olanlardan olmamdır!' Bu defa Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisine şöyle buyurdular: "Sen de o cennetlik olanlardansın" Daha sonra sahabî, heybesinden birkaç hurma çıkarıp ağzına attı, bunları yemeye baş­ladı, sonra da kendi kendisine şöyle seslendi: "Eğer, ben bu hurmaların bitimine kadar yaşamak istersem, bu hayat benim için gerçekten çok uzun bir hayat olmuş olur." Hemen ağzındaki hurmaları çıkarıp attı, sonra da düşmanla savaşmaya başladı. Savaşırken şöyle diyordu:

"Takva olmaksızın ve ahiret hayatı için hazırlık yapmaksızın Allah'a doğru koşmak azıksızlıktır.

Cihad yolunda Allah için sabır gerekir. Çünkü başka her türlü azık, sonunda tükenmeye mahkûmdur.

Kalıcı olanı ise, takva, iyilik ve dürüstlüktür." Böylece savaşmaya de­vam etti, nihayet şehid düştü.[80]

Aynı şekilde, melekler tarafından yıkanan değerli sahabî Hanzala'ya bir bakın. Hanzala b. Ebû Amir, Uhud için savaş emrini duyduğunda, he­men evinden dışarı fırlıyor. Halbuki henüz yeni evlenmişti, taze damad idi. Savaşa katılmaktan geri kalmaması ve gecikmemesi için, cünüplükteiı yıkanmayı bile ertelemişti. Hemen telâşlı bir şekilde kendisini savaşın or­tasına atıverdi, şehid oluncaya kadar savaştı. Şehid olunca Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular:                                                                 

"Arkadaşınızı melekler yıkamaktadır, hele bir hanımına sorun. Ha­nımı da dedi ki: "Savaş emrini duyar duymaz fırladı,kendisi cünüptüu" Rasûlüllah (s.a.v.) da: "işte bundan dolayı melekler kendisini yıkıyordu.”buyurdular”[81]

"Bu, deryadan bir damla, denizden bir noktadır. Evet, kahraman­lardan sadece bir iki örnek. îmanları onları, harikulade bir cesarete götü­rüyor, onlara cennet özlemini veriyor. Böylece hayatı hiçe sayan ve ender rastlanan bir iman örneğini vermektedirler. Bu kahramanlar bütünü ile ahiret hayatına adamışlar kendilerini, cennet tüm nimetleriyle onların göz­leri önüne serilmiştir. Sanki bu kimseler cenneti bu baş gözü ile görmüş gibidirler. Bunlar ahirete öylesine uçup gitmişler ki, tıpkı hiçbir şeyin önünde asla eğilip bükülmeyen ve hep yoluna devam eden posta güvercini misali yollarına devam edip gitmişlerdir."[82]

İşte cihadın asıl anlamı budur. İşte gerçek mânâda iman edip, cihad eri olanlar da bu kimselerdir. Aynen bunların yürüdüğü yolda gidenler ve bunların izlediği metodu izleyenler de bunlardandır. Çünkü bunlar da Al­lah yolunda cihad etmektedirler. Bunların dışında kalanlar ise, tağut adı­na ve tağut yolunda cihad edenlerdir. Nitekim Rabbimiz bununla ilgili ola­rak şöyle buyurmaktadır:

"İman edenler, Allah yo­lunda savaşırlar. İnkarcılar da (kendilerini Allah'ın emrinden saptıran) tağut uğruna savaşır­lar." (Nisa, 4/76)

Yoksa günümüzde hezimete uğramış olanların ağzına aldıkları şey, cihad değildi  Aslında bu, doğru ve gerçek ifadesiyle fesadın ve bozgun­culuğun kendisidir. Çünkü günümüzdeki bu insanlar, şeytanın dost ve yandaşlarıyla savaşmamaya davet ediyorlar. Bunlar, Şeytanın dost ve yandaş­larını veli ve dost edinmeye, onlara karşı sevgi göstermeye davet etmekte­dirler. Günümüzün sözde mücahidleri şeytan dostlarına ve yandaşlarına boyun eğmeyi istiyorlar, insanları hep bu yola davet ediyorlar. Allah'ın Ki­tabında ve Rasûlü'nün sünnetinde yer alan açık hükümleri ise, mülhid ve dinsizlerin şüphe ve kuşkuları karşısında hep amacından saptırarak yo­rumlamaktadırlar. İşte böyle yapmaları sonucu da hezimete, yıkıma uğra­dılar, aşağılanıp gittiler ve sürekli onların kucağına düşer oldular. Çünkü bu kimseler İslâm gerçeğini bilememektedirler. Bunlar kuru bir islâm is­mi dışında da İslâmı temsil edememektedirler. İslâmı sadece isim olarak taşımaktadırlar. Bunların tüm gayretleri kör bir taklidden başka bir şey değildir. Bunların yaptıkları şey, nereden bir ses duyarlarsa, hemen o se­sin peşinden seyirdip koşmalarıdır. İşte durum bu merkezde olunca, iş bu çerçevede zayıflar ve önemsenmemiş olur. Çünkü bu adamlara zaten iti­bar edilmemektedir ki, davalarına önem gösterilmiş olsun. Allah'ın ar­zında veya toprağında kim Allah'ın dinini ayakta tutmak isterse, işte Al­lah (c.c), buna kefildir.

Ancak bu kimseler korkaklık ve aşağılıklarını tâ Kur'ân ve Sünnette­ki nasslara kadar vardırıyorlar. Sonuçta da şöyle deniliyor:

"İslâm'da cihad, sadece savunma amacıyladır."

îşte bu husus o kadar önemlidir ki, bu noktada susmamız doğru de­ğildir. Kesinlikle bunu açıklayıp ortaya koymamız gerekmektedir. Böyle düşünen kimselerin unvanları, lâkapları ve şöhretleri ne merkezde olursa olsun, kesinlikle gerekeni bunlar hakkında açıklamak zorundayız. Çün­kü, Allah'ın dini, bizzat hakkın kendisidir. Hakk ise, mutlaka tabi olun­ması gereken bir yoldur. Bu konuda, herhangi bir şekilde sözü uzatacak değilim. Zira ben, bu konuya ilişkin olarak önceki bölümlerde açıklama­da bulunmuştum."[83]

Eski ve yeni alimlerden değerli zatlar, bu çarpık fikre karşı koymayı üzerlerine almışlardır. Bu yanlış düşünceyi İslâm tasavvurundan silip at­maya çalışmışlardır. Onların bu husustaki düşüncelerine başvurulabilir.

Tekrar başa dönüyor ve diyoruz ki: Bu pırlanta gibi olan Hanîf dinin mutlu ve üstün bir hayatı sürdürebilmesi, ancak bu dinin berrak olan kay­naklarına dönülmesiyle mümkündür. Bu kaynaklar da Allah'ın Kitab'ı ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetidir. Bir de doğru ve sağlam bir akideye sahip olmak, bu ümmetin geçmiş büyüklerinin ibretli hayat tarzlarını ve siretlerini öğrenmekle sağlanır. Ayrıca La ilahe illallah kelime-i tevhidinin manasını çok iyi kavramak gerekir. İbadetin ve dinin manalarını çok iyi anlayıp idrak etmek icabeder. Bunun yanında Allah yolunda cihadın ne anlama geldiğini bilmek de lâzımdır. Çünkü bir toprak için, bir vatan yo­lunda, bir cins, renk, şahıs, vb. gibi şeyler adına yapılan şeyin de cihad olmadığını bilmek gerekir.

Günümüz müslümanlarının bütünüyle bu manaları bilip öğrenmele­ri zorunludur. Ancak bu sayede yardakçıların ve düzenbazların yaltaklan­malarından, düzenlerinden ve hilelerinden kendilerini ve akidelerini kur­tarabilirler. Günümüz müslümam tüm dikkatini Rabblerinin Kitabına ve Peygamberlerinin sünnetine yöneltmeliler. Ayrica şunu da bilmeliler ki, ken­dileri her zaman Allah'ın beraberliğine, O'nun velayetine muhtaçtırlar. Artık böyle olması halinde, şeytanın hile ve tuzağı zayıf kalır.

 
Müslümanlar Aleyhine Casusluk Yapmanın Hükmü
 


İslâm alimleri adetleri gereği, cihad bölümünde, casusluk konularını kitaplarında işlemişlerdir. Bunun ise çok önemli bir hikmeti bulunmakta­dır. Zira casusluk olayı, müslümanların durumlarını, düşmanına karşı en açık bir şekilde ortaya konulma konusunu içermektedir. Özellikle de tam savaşın kızıştığı bir anda böyle bir hareket daha büyük bir önem kazan­maktadır. Bunun içindir ki, İslâm alimleri cihad bahsinde, casusluk ko­nusunu da dile getirmişler, bu konuda hükümleri açıklamışlardır. İşte ben de onların bu metodlarını izleyerek, bu konuyu cihad bölümünde ele aldım.

Tecessüs bir şeyi gözetleyip, onun içyüzünü ortaya dökme olayıdır. Dolayısıyla bir müslümanın başka bir müslüman aleyhinde mütecessis ha­reketlerde bulunması çirkin bir ihanettir ve büyük günahlardan biridir. Çün­kü böyle bir davranış kâfirlere gösterilen dostluğun bir başka şeklidir. Zi­ra böyle bir durumda hüküm, kişiyi dinden çıkaracak noktaya kadar var­dırır. Evet, şayet yapıîan casusluk, kâfirlere olan sevgi, dostluk sebebi ile yapılıyor, bunların müslümanlara karşı üstün gelip zafer kazanmaları ar­zu ve inancından doğuyorsa böyle bir hareket, kişiyi dinden çıkarır. Şayet böyle değil de, herhangi bir dünyalık için, kişisel bir çıkar uğruna bir ma­kam veya benzeri bir gaye hedeflenerek casusluk yapıyorsa, bu takdirde o kimse büyük günah işlemiş olur.

Allah (c.c), Hatıb b. Ebî Beltea kıssasında görüldüğü gibi, uyarı ve ikazda bulunmuştur. Rabbim Hatıb (r.a.) olayıyla ilgili olarak şöyle bu­yurmaktadır:[84]

"Ey iman edenler! Benim de düşmanım sizin de düşma­nınız olanları dost edinmeyin. Siz onlara sevgi (yüzünden peygamberin ve müminlerin mak­sadını) ulaştırıyorsunuz. Hal­buki onlar, size hak olarak ge­len Kur'an'ı inkâr etmişler; Ra-sûlü de, sizi de, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı yurdunuzdan çıkarmışlardır. Eğer siz benim yolumda savaş­mak ve benim rızamı kazan­mak için çıkıp hicret etm iş se­nin, onlara sevgiyle (nasıl) sır veriyorsunuz? Ey kullarım oysa ben, gizle­diğinizi de açıkladığınızı da çok iyi bilenim. İçinizden kim bunu yaparsa, muhakkak düz yoldan sapmış olur." (Mümtehine, 60/1)

Taberî bu âyeti yorumlarken tefsirinde diyor ki: "Yakınlarınız, akra­banız, çocuklarınız, sizi Allah'ı inkâra sevketmesin. Böylece gidip Allah düşmanlarına sevgi kucağı açmak suretiyle dostluk kurmayasınız. Çünkü kıyamet gününde, Allah nezdinde, hiçbir yakınınız akrabanız ve çocuğu­nuz size yarar ve menfaat sağlamayacaktır. Allah'a itaat edenler cennete girecekler ve masiyet ehli ile küfür ehli ise cehennem ateşine girenlerden olacaklardır."[85]

İmam Buharı "Sahih" adlı kitabında, senedi Hz. Ali'ye varan şöyle bir rivayette bulunuyor. Hz. Ali (r.a.), diyor ki: Hz. Peygamber (s.a.v.), Be­ni, Zübeyr ve Mikdad b. Esved'i göndermek üzere (çağırdı) ve buyurdu ki: "Hemen Hâh bostanına kadar varın. Orada mahfe içinde yolcu bir kadın bulunmaktadır. Yanında bir mektup taşımaktadır. Hemen o mek­tubu onun elinden alıp getirin. "Biz hemen harekete geçtik. Atlarımızı koş­turarak denilen bostana ulaştık. Bir de gördük ki, gerçekten orada mahfe içinde bir kadın bulunmaktadır. Bunun üzerine kendisine: "Hemen ya­nındaki mektubu çıkar ver" dedik. Kadın, bende herhangi bir mektup fa­lan yoktur cevabını verdi. Bu defa kendisine şöyle söyledik: "Ya yanında­ki mektubu çıkarır bize verirsin veya biz senin üzerindeki elbiselerini so­yar çıkarırız." Kadın hemen mektubu başındaki saç örgülerinin arasından çıkarıp teslim etti. Biz de onu alıp Rasûlüllah (s.a.v.)'a götürdük. Mektup-ta şöyle yazılıydı:

- Hatıb b. Ebî Beltea'dan, Mekke halkının müşrik insanlarına!

Rasûlüllah (s.a.v.) bunu görünce: "Ey Hatib! Nedir bu?" diye sordu­lar. Hatib dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, benim hakkımda acele davranma. Ben, Kureyş ile bağlantısı (antlaşması) bulunan bir kimseyim. Ben bizzat Kureyş'ten biri değilim. Halbuki muhacirlerden yanında olanların Mek­ke'de yakınları ve akrabası bulunmaktadır. Muhacirler bu sayede Mekke1 de kalmış bulunan çocuklarının himaye ve korunmasını sağlamış bulun­maktalar. Malları da aynı şekildedir. Halbuki benim Mekke'Iilere soy ba­kımından herhangi bir yakınlığım yoktur. Bu bakımdan ben, yakınları­mın himayesine bir vesile olur diye, yanlarında bir iyiliğim olsun istedim. Yoksa ben, herhangi bir küfür ve dinden dönme gibi bir sebeple böyle ha­reket etmediğim gibi, İslâm'dan sonra küfre rıza gösterme anlamında bir şey sebebiyle de bu yola tevessül etmedim.

Rasûlüllah (s.a.v.): Gerçekten Hatıb size doğruyu söyledi. Fakat bu durum karşısında Hz. Ömer (r.a.) dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, beni bırak da bu münafıkın boynunu vurayım. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyur­dular: "Hatıb, Bedir savaşında bulunmuştur. Ne bilirsin, Allah'ın Bedir ehli hakkında bir bildiği var ki, onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Di­lediğinizi yapın, ben sizi bağışladım."

İşte bunun üzerine Rabbimiz yukarıda mealini verdiğimiz Mümtehi-ne sûresinin birinci âyetini indirdi.[86]

Allame İbn Kayyım, bu kıssaya dayanarak, casus müslüman da olsa, öldürülmesinin caiz olduğunu söylemekte gerekçe olarak şunu göstermek­tedir: Hz. Ömer (r.a.), Rasûlüllah (s.a.v.)'dan, Hatıb b. Ebî Beltea'nın öl-. dürülmesini istemişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ömer'in isteğine, "Bu adam müslümandır, dolayısıyla öldürülmesi helâl ve caiz değildir" diye cevap vermeyip, şöyle buyurmuşlardır: "Ne bilirsin, Allah'ın Bedir ehli hakkında bir bildiği var ki, onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Diledi­ğinizi yapın..."

Hz. Peygamber (s.a.v.), cevap verirken, burada şu noktaya dikkat çek­mektedir: Hatıb'm öldürülmesi hususunda bir engel vardır, engel de, onun Bedir halkından olmuş olmasıdır. İşte Rasûlüllah (s.a.v.)'ın böyle cevap ver­miş olması, sanki casusluk yapan kimsenin öldürülebileceğine dair bir ce­vaz gibi anlaşılmaktadır. Burada olduğu gibi, bir engelin olmaması halin­de caiz görülmektedir. Bu, İmam Malik'in mezhebidir. Aynı şekilde, Ah-med b. Hanbel'in iki görüşünden biri de bu merkezdedir. Her iki grup da, bu hususta Hatıb kıssasını delil olarak getirmektedirler.

Bu hususta en doğru olan durum şudur: Bu gibi hallerde iş, devlet başkanına, İmama kalmıştır. Şayet İmam (devlet başkanı), casusun öldü­rülmesinde müslümanlar için bir maslahat ve yarar görürse, öldürtür. Eğer öldürülmeyip bırakılmasında hayır umuyorsa, bu takdirde öldürtmeyip bı­rakır. En iyisini bilen Allah'dır.[87]

Allame İbn Kayyım der ki: Bu kıssadan yine şu hususları da yararla­narak çıkarabilmekteyiz: Derece itibariyle şirkten aşağı bulunan büyük gü­nahlar, bazan o derecede bir iyiliğin yapılmasıyla silinebilir. Nitekim, Ha-tıb'ın casusluğu, kendisinin Bedir halkından olmasıyla bağışlanmıştır. Çün­kü böyle büyük bir iyiliği kapsamış bulunması, bir maslahattır. Bu, aynı zamanda Allah sevgisini ve rızasını içinde bulunduran ve bununla da se­vinip övünen bir haldir. Zira melekler böyle bir fiili işleyeni övmüşlerdir. Dolayısıyla buradaki casusluk sebebiyle doğabilecek olan bir seyyie ve kö­tülükten daha önemli ve büyük şeyleri kapsamaktadır. Gerçi burada aynı zamanda Allah'ın gazabı da söz konusudur. Ancak bununla birlikte en kuvvetli olan zayıfa tercih edilmiş oldu. Durum böyle olunca ona yapıl­ması gereken şeyi izale etti ve muktezasım geçersiz kıldı.

İşte durumun bu şekilde değerlendirilip ele alınması Allah'ın bir hik­meti gereğidir. Yani iyilik ve güzelliklerden doğan sıhhat ve sağlık, kötü­lüklerden doğan hastalık sebebiyle Allah'ın bir hikmeti gereği olmakta­dır. Kalbin sıhhat ve sağhğıhı veya hastalığım neticelendiren bir gerekçe­nin sonucu olmaktadır. Zira Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak ki iyilik (ve güzellik) ler kötülükleri (küçük hata ve günahları) giderir." (Hud, 11/114)

Bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Eğer  yasak  edildiğiniz(günah ve hatalardın büyükle­rinden kaçınırsanız, sizin diğer kusurlarınızı örteriz." (Nisa, 4/31)     

Daha sonra İbn Kayyım şöyle devam ediyor:

"Hatıb'ın imanını bir düşün hele. Bu iman, kendisini Bedir'de savaş­maya kadar götürmüştür. Bizzat kendisi Hz. Peygamberle birlikte bu uğurda hayatını ortaya koymuştur. Allah'ı ve Rasûlünü kavmine, yakınlarına, akrabasına tercih etmiş, onların hepsini düşmanın ortasında ve ülkesinde bırakıp hicret etmiştir. Hiçbir zaman bu hal Hatıb'ın azminden bir şey kır­mamıştır. İmanına bir zarar vermemiştir. Ailesinin ve yakınlarının, ara­sında bulundukları düşmana karşı çıkıp onlarla savaşmasına engel ola­mamıştır.

Ancak casusluk yapmak bir tür hastalıktır. îşte Hz. Hatıb'ta da bu hastalık tezahür edince buhran yani kriz başgöstermiş olmaktadır.[88]

Hastalık patlak verince, hasta sanki kendisinde hiçbir rahatsızlık ve yorgunluk yokmuş gibi bir patlama gösterir. Ancak tabib (hekim veya doktor) onun imanının kuvvet derecesini görünce, bu iman derecesi, casusluk hastalığının çok çok üstündedir ve onu kahredebilecek güçtedir. Bu du­rumda ondan kan almayı veya onu ikiye ayırmayı isteyen kimseye, şöyle diyor: "Bu hastalık kan aldırmayı gerektirmez. Ne bilirsin ki Allah (c.c), Bedir ehline muttalidir, onları bilmektedir. Çünkü onlar için şöyle buyur­muşlardır: Dilediğinizi işleyin, ben sizi bağışladım."

Bunun tam aksi de Temimli Zulhaveysıra'dır.[89] Bu ve Haricilerden benzerlerinin durumlarıdır. Sahabe bunların namaz, oruç ve Kur'an oku­maktaki gayret ve üstünlüklerini gördüklerinde, kendi amellerini ve yap­tıklarını adeta küçümsemişlerdir. Halbuki bunlar hakkında şu hadis gel­miştir:

"Şayet, onlara erişirsem, Ad kavminin öldürüldüğü gibi onları öldü­rürdüm."[90] Yine şöyle buyurmuşlardır:

"Öldürün onları. Çünkü onların öldürülmesinde, öldürenler için Al­lah nezdinde ecir vardır”[91]

Gerçekten aklı ve düşüncesi olan kimse, bu meseleyi gerçek anlamı ile değerlendirebilir: Çünkü buna fazlasıyla muhtaçtır, bundan faydalan­mak durumundadır. Bu sayede herşeyden yüce ve münezzeh olan Allah-ın yaratması, emri, sevap vermesi ve cezalandırması konularındaki hik­metini ve marifetinin kapılarını, hem de büyük, kapılarından birini arala­mış olabilirsin. Dengeleme hükümlerini ve bu konudaki mertebelerin farklı farklı oluşunu sezebilirsin. Bunları öğrenebilmen, işi, sebeplerine bağla­manla sağlanabilir ki, bunlar her bir nefsin kazandığı şey ile kaim olmak­tadır."[92]

"Gerçi en iyisini Allah bilir. Fakat benim kanaatim de şudur ki, İmam Malik'in ve Ahmed b. Hanbel'in ashabından İbn Akîl'in ve bu ikisi dışın­dakilerin şu husustaki görüşleri bence de uygun olanıdır. Buna göre, müs-lüman casus, öldürülmelidir. Zira Hz. Hatıb olayındaki gerekçe gözönünde tutulursa, bu gerekçe Hatıb'ın öldürülmesini engellemektedir. Başkası konusunda ise herhangi bir gerekçe kabul edilmemektedir. Hz. Hatıb'ın özel bir durumu vardır. Yoksa öldürülmesine, onun müslüman olması bir gerekçe olmamaktadır. Eğer müslüman olması, casusun öldürülmesine bir engel teşkil etseydi, bu takdirde bundan daha özel bir gerekçe (Bedir ehli olma gerekçesi) getirilmezdi. Zira bir hüküm için genel olan bir şey, ge­vrekçe kabul edilirse, artık özel durumların bunda bir etkenliği olamaz. İşte bu çok daha kuvvetlidir. Yine de en iyisini bilen Allah'dır."[93]

Kur'an'ın iniş hitabı bakınız şöyledir:

"Ey îman edenler, benim de düşmanım sîzin de düşmanınız olanları dost edinmeyin (veliler olarak edinmeyin)." (Mümtehine, 60/1)

Bu ayete göre, Hatıb mümin ismine sahiptir, bu vasfı taşımaya da hak­lıdır. Aynı zamanda âyet genel hatlarıyla yasaklamayı ve nehyi içermekte­ndir. Ancak burada Hatıb'ın durumunu gösteren Özel bir sebep vardır. Gerçi ayet, Hatıb'ın yaptığı iş, bir tür muvalat yani onları dost edinmedir ve bu, meveddet (sevgi besleme) ile de daha aşırı gidildiği gösterilmiş olmaktadır. Gerçekten bunu işleyen kimse orta yolu kaybetmiştir, sapıtmıştır. An­cak Hz. Peygamber (s.a.v.)'in onun hakkındaki: "Size doğruyu söylüyor, firakın yolunu" ifadeleri, onun kâfir olmadığını bildirmektedir. Kişi Allah ve Rasûlüne karşı şüphesiz bir imanla iman etmiş ve fakat bunu dün­yevî bir amaçla yapmış ise, kafir olmaz. Şayet kafir olmuş olsaydı Hz. Peygamber (s.a.v.), onun için şöyle buyurmazdı: "Bırakın yolunu."[94]

Eğer casusluk yapan kimse kâfir biri ise, bu kimse öldürülür ve öldü­rülmesi de gereklidir, vaciptir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v,) müşrikler­den bir casusu öldürtmüştür..İyas b. Seleme b. Evka rivayet ediyor. Bu za­tın babasından rivayetine göre, babası şöyle demiştir:

"Rasûlüllah (s.a.v.) bir seferde bulunuyorken, yanına müşriklerden bir casus geldi. Rasûlüllah (s.a.v.)'ın ashabının yanında oturdu, bir şeyler ko­nuştu. Daha sonra ayrılıp gitti. Bunun üzerine Rasûlülîah (s.a.v.), onu arayın ve öldürün1' buyurdu. (Ebu Seleme) onu buldu ve öldürdü", o casusun üze­rinde ne varsa, Rasûlüllah (s.a.v.) tümünü onu öldürene verdi."[95]


[66] İbn Hacer, Fethu'1-Barî, 6/3.

[67] a.g.k. 6/3.

[68] Müsned, 5/352. Müslim, Cihad, 3. İbn Mace, Cihad, 38.

[69] Bakara, 256. âyetinin tefsiri için bak. îbn Kesîr, 1/459. Yine bak: Seyyid Kutub, daki İşaretler, Cihad Bölümü, s.74.

[70] Bak: "Davet Yolu'’, 1/288-289.

[71] Medaricüssalikîn, 2/196.

[72] İbn Teymiyye, es-Siyasetü'ş-Şer'iyye, s.118.

[73] Buharı, Cihad (Allah yolunda cihad edenlerin dereceleri), 6/11. H.2790.

[74] Buharı, 6/29. H.2811.

[75] Buharı, 6/4. H.2785

[76] Ebu Davûd, Cihad, 3/12 H. 2486. Hakim, Müstedrek, 2/73. Mişkatü'l-Mesabih,1/225. H. 724.

[77] Tirmiri, İman, 7/281. H. 2619. İbn Mace, 2/1314. H. 31973. Elbanî hadisin sahi olduğunu söylüyor. Bak. Sahihu'l-Camiissağîr, 5/30. H. 5012.

[78] Buharı, Cihad, 5. H.10. Müslim, İmaret, H.188O.

[79] Davet Yolu, 1/303-304.

[80] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/137. Müslim, İmare, H.1899. Gazzalî, Fıkhu's-Sîre,

s.244.

Umeyr b. el-Hammam, b. Cemûh b. Zeyd b. Haram b. Ka'b b. Seleme, es-Sülemî,

Ensar'dandır. Musa b. Ukbe ve başkaları onun Bedire katılanlardan olduğunu zikret inektedirler. Bu zat, savaşta Allah yolunda ilk şehid düşendir, bk. tsabe, 3/31.

[81] el-İsabe, İbn Hacer, 1/360. el-Gazzâlî, Fıkhu’s-Sire, 272.

[82] Fazla bilgi için, bkz. Nedvî, Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?, adlı kitap, s.104-108.                                                                                         

[83] Bak. Cil, 1/274.

[84] Hatıb b. Ebû el-Lahmî, Kureyşlilerin antlaşmah ve sözleşmelisi bulunan bir zat idi. Bir rivayete göre de bu zat, Ztibeyr b. Avvam'ın sözleşmelisiydi. Bedir ve Hudeybİye'de bulunmuştur. Medİne-i Münevvere'de 65 yaşında iken vefat etmiştir. Medine'ye gelişinin otuzuncu yılında ölmüştür. Hz. Osman -Allah hepsinden razı olsun- cenaze namazını kıldirmıştır. Allah (cc), Mümtehine sûresinde, Hatıb'ın İmanlı olduğuna şehadette bulunmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) hicretin altıncı yılında Mısır ve İskenderiye kralı Mukavkıs'a onu elçi olarak göndermiştir. Mukavkıs ken­disini birçok hediyelerle yollamıştır. Mısır'lı Mariye de bu hediyeler arasında idi. İ Bk. îstîab, 1/348, Isabe, 1/300.

[85] Taberî Tefsiri, 28/61.

[86] Buharı, Çihad, Meğazî, H. 4890. Müslim, Fedailussahabe, 161.

[87] İbn Kayyım, Zadu'1-Mead, 3/422.

[88] Tıp otoriteleri böyle, bir defa başgösterip kriz ve buhran halini alan hastalan böyle değerlendiriyorlar. Bkz. Zadu'1-Mead, 3/425. (Haşiye=dipnot).

[89] Temimli Zulhuvaysır: îbn Esîr onu, ondan öncekilere ek olarak "es-Sahabe"de zik­retmektedir. Bunun tercemesinde, Buharî'nin el-Menakıb kitabında 6/617 (H.361O) ve Müslim'in Zekat bahsinde 2/740 (H.1063) de irade ettiğinin dışında bir şey yaz­mamıştır. Bu da Ebû Said hadisinden alınmıştır ki, Ebû Said şöyle diyor: "Biz Ra-sûlüllah'ın yanında idik, kendisi ganimet paylaştırıyordu. TemimoğuIIanndan Zul-huvaysıra adındaki bîr adam: "Ey Allah'ın Rasûlü, adil ol" dedi. işte bunun üzeri­ne Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Yazıklar olsun sana, ben adil olmaz­sam, kim adil olacaktır?" İbn Hacer, el-îsabe, 1/485.

[90] Müslim, zekat, H. 1064.

[91] Buharı, Menakıb, Nübüvvet alametleri bahsi, 6/618; Müslim, Zekat, 2/746, H.1066. Buharı, H.3611.

[92] Zadu'1-Mead, 3/424-427'den özetlenerek.

[93] agk. 3/114. Ayrıca tbn Ferac el-Malikî, Akdiyetü'r-Rasûl, s.25.

[94] Şeyh Süleyman b. Sehman, İrşadu't-Talib, s:15.

[95] Buharı, Cihad, 6/168, H.3051. Ebû Davud, Cihad, 3/112, H.2653.

ceren
Tue 3 January 2017, 06:53 pm GMT +0200
Esselamu laeyküm.Rabbim bizleri onun yolunda giden ve islam için iman için cihad edip kurtuluşa erişen kullardan eylesin inşallah...