- Aklın Mahiyeti Ve Gerçek Anlamı

Adsense kodları


Aklın Mahiyeti Ve Gerçek Anlamı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
seymanur K
Sun 19 June 2011, 03:01 pm GMT +0200
Aklın Mahiyeti Ve Gerçek Anlamı

 

Aklın ne anlama geldiğini sordum?[519]

Ben Arab dilindeki kullanımlar arasında kendi tercihim olan, Kitap ve Sünnet'ten anlaşılan ve ilim adamları arasında kullanılagelen anlamı sana aktaracağım.

Buna göre aklın üç anlamı vardır:[520]

1) Aklın anlamı budur ve gerçekte başka anlamı yoktur.

2, 3) Araplar bu iki terimi akıl için kullanmaya cevaz vermiş­lerdir. Çünkü her ikisi de bizzat akıldandırlar; akıl ile veya akıldan dolayı var olabilirler. Allah (c), kitabında bu iki terime akıl ismini vermiş; ilim adamları da kendi aralarında akıl anlamında kullan­mışlardır.

Aklın sadece akıl için kullanılan, başka bir varlık için kullanıl­mayan anlamına gelince: Bu, Allah'ın çoğu kullarına lütfettiği bir seciyedir ve insanlar bu seciyeyi birbirlerinden öğrenmezler. Gör­me, hissetme, hoşlanma ve tatma yoluyla kendi kendilerine de öğ­renmezler. Ancak Allah (c), kendi katından bir lütuf olmak üzere kullarını akıl ile tanıştırmıştır.

Bu akıl sayesinde insanlar aklı tanımış ve yine bu akıl sayesin­de kendiliklerinden kendileri için faydalı ve zararlı olan bilgilerin neler olduğunu kesin olarak anlamışlardır.

Dünyası konusunda kendisi için faydalı olanı zararlı olandan ayırdedebilen kimse, Allah (c) tarafından, akılları kıt olan ahmak­ların çoğu ile deli ve şaşkınlara verilmeyen bu aklın kendisine lutfedildiğini de bilir.

Aynı şekilde bazı insanların diğer bazılarından elde ettikleri bilgi de, uzuvların dışa yansıyan eylemleri sayesindedir.

İnsanlar, bir insanın dünyada, kendisi için faydalı olanlar ile za­rarlı olanları anladığını gösteren davranışlarını gördüklerinde, bu davranıştan hareketle bu kişinin akıllı veya akıl sahibi olduğu sonucunu çıkarır; kendisi için zararlı olan şeylerden sakınarak, faydalı olanları talep edip yaptığını gördüklerinde ise böyle birine akıllı is­mini verir ve onun deli, çılgın ve ahmak olmayıp akıllı olduğunu kesin olarak anlarlar.

Aksi bir duruma tanık olduklarında, böyle birinin, aklı gideren bir hastalıktan dolayı deli (mecnun) olduğunu, kendi yararına ya da zararına olan şeyleri anlama yeteneğini kaybettiğini anlarlar.

Çoğu zaman aksini yaptığı halde bazan kendisine zararlı olan davranışlardan kaçınarak faydalı işler yaptığını gördüklerinde ise, akıllı olduğunu gösteren bu davranışların diğerlerine göre azlığı veya (105) [521] çokluğu oranında ahmak, budala vs. gibi isimler ve­rirler.[522]

İnsanda aklî faaliyetlerinin ortadan kalktığı bir dönem varsa, baygınlık ya da söz ve fiillerinde durum değişikliği sebebi ile insanlar bu dönemde kendisine deli, ayılıp bu durumdan kurtularak ilk haline dönerse, -aklî fonksiyonları ortaya çıktığından dolayı- zeki olduğu için kendisine akıllı ismini verirler.

(Akıllı insan), kendisine bir soru sorulursa, beklenildiği gibi cevap verir; yararına olanları yapar ve zararına olanlardan da kaçı­nır.

Sonuçta kendisine zarar verecek bir iş yapmakla karşı karşıya kalabilir ki bu yaptığı iş dünyası için zaralı olsa bile ahireti için yararlı ise, böyle biri akıllı diye isimlendirilir ve delilik ve ahmak­lığın zıddı olan akıl seciyesine sahip olduğu kasdedilmiş olur. So­nuçta insan, dünyada kendisi için yararlı, ahirette ise zararlı olan bir davranış sergilediği oranda aklen kusurludur.

Akıl, Allah'ın imtihana muhatab olan kullarına lütfettiği bir se­ciyedir. Böyle bir seciye lutfetmekle Allah (c), hilmde doruğa ula­şan kulları üzerindeki delilini (hüccet) tamamlamış olmaktadır. Onlara akılları oranında hitab etmiş, söz vermiş, sözünün gereğini yerine getirmiş, emretmiş, yasaklamış, onları özel olarak seçmiş ve onlara değer vermiştir.

Akıl bir seciyedir ve ancak kalp ve uzuvlardan sadır olan dav­ranışlar sayesinde bilinebilir. Bu davranışlar olmaksızın hiç kimse ne kendisini ne de başkalarını akıllı diye niteleyemez.

Hiç kimse aklı; cismi, uzunluğu, genişliği, rengi, tadı, kokusu ve dokunma ile niteleyemez. Akıl, ancak eylemleri ile bilinebilir.

Kelamcılardan bir zümre: "Akıl; ruh berraklığı, yani ruhun özüdür" demişlerdir.

Onlar bu görüşü, lügat ile delillendirerek: "Bir şeyin özü, ka­tıksız o şey olandır; bu nedenle lügatte akıl el-lübb diye isimlendi­rilmiştir. Allah (c): Ancak ulü'l-elbab O'nu düşünür[523] ; ya­nı akıl sahipleri O'nu düşünür buyurmuştur" demişlerdir.

Elimizde yazılı bir kayıt ya da sözlü bir rivayet bulunmadıkça biz bunu söyleyemeyiz.

Bazıları ise "Akıl, Allah (c) tarafınan bir seciye, bir meleke olarak insana verilen bir nurdur. Onunla varlıklar görülebilir ve ifade edilebilir" demişlerdir.

Kalpteki nur, görme yetisi olan gözdeki nur gibidir. Kalpteki nur akıl, gözdeki nur ise görme yetişidir. Akıl, bir seciyedir. Kul, bu seciye sayesinde anlamdan anlama geçerek akledilir varlıkların var olduğunu gösteren delilleri öğren­me ve bilgisini artırma imkanı bulur.

Bazıları da aklın, Allah (c) tarafından yaratılıp tanzim edilerek insana verilen bir bilgi olduğunu ve insan için faydalı ve zararlı olan (206) şeylere ilişkin kazanılmış bilgi ile arttığını iddia etmiş­lerdir.

Bize göre akıl, bir seciyedir ve bilgi (marifet) de akıldan mey­dana gelir (aklın ürünüdür.)

Bu doğrultuda delilik ve budalalık, bilgisizlik olarak isimlendirilemez; çünkü şayet bilgi (marifet) akıl olsaydı, delilik ve ahmak­lık, bilgisizlik diye isimlendirilirdi; çünkü cehalet, idrakin (ilm) zıddı olduğu halde, bilgi (marifet) bilgisizliğin zıddıdır.

İlim ehli, deliyi bilgisiz ve cahil; bilgisiz ve cahili de deli diye isimlendirmekten kaçınarak deli (akıl yoksunu) olduğunu söyle­diklerine göre, bizim görüşümüz gerçeğe uygundur.

Aklın; insanın, sayesinde bilip inandığı ve bilip ya da sanıp in­kar ettiği bir seciye oluşunun bir delili de inkarın bir fiil olmasıdır; aynı şekilde bilginin (marifet) zıddı da bir fiildir.

İnsanın, yapısal olarak sahip olduğu; kendine, baba ve annesi­ne, gökyüzüne, yeryüzüne ve gördüğü varlıklara ilişkin bilgi gibi akıl da onun insanî karekterinden kaynaklanan (zorunlu) [524] bir fiil­dir. İşte bu gerçek de bizi doğrulamaktadır.

Varlıkların duyarak öğrendiği isimlerinden hareket ederek akıl yürütme yöntemi ile elde ettiği bilgiler olmasaydı bile insan, isim­lerini bilmediği ve anlamlar arası ayrıntılara vakıf olmadığı halde varlıkları görmek sureti ile de tanıyabilirdi.

Yüce Allah'ın meleklerini ne ile nitelediğini işitmedin mi? Al­lah (c) o zaman onlara, eşyanın isimlerini, kendisine bildirmelerini emretmiş onlar da: "Bizim hiç bir bilgimiz yok" demişlerdi. Bunun üzerine Allah (c); Adem'e emretmiş; o da, -Allah (c) kendisi­ne öğrettiği için- bu isimleri meleklere bildirmişti.[525]

Akıllı bir insan, çocukluğundan itibaren görüp işittiği varlıkla­rın isimlerini öğrenmeksizin onları tanıyamaz. Akıllı insan, aklı sayesinde varlıkları algılayabilir ve onların anlamları arasında ay­rım yapabilir.

Uyarıcılar (peygamberler) göndermek ve kitaplar indirmek su­retiyle Yüce Allah'ın emir ve nehiylerini, vaad ve tehdini ve ilahî tedbirin varlıklardaki yansımalarını düşünmekle yükümlü tuttuğu cin, insan, kadın, erkek her yetişkin için akıl hücceti, mutlak ge­reklidir.

O halde Allah (c) onları akıl ve apaçık bilgi ile nimetlendirmiş ve: Helak olanın açık bir delil ile helak olması, yaşayanın da açık bir delil ile yaşaması için... Çünkü Allah hakkı ile işiten ve bilen­dir [526] ve Allah bir kavmi doğru yola ilettikten sonra sakı­nacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar onları saptıra­cak değildir [527] buyurmuştur.

Yoksa Yüce Allah'ın: Semud'a gelince! Biz onlara doğru yolu gösterdik[528]; yani bu konuyu iyice düşünmeleri için, on­lara akılları ile neleri düşünmeleri gerektiğini açıkladık buyurdu­ğunu görmez misin? Bu ayetin devamında da: Ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler [529] buyurulmaktadır.

Allah (c), kullarına akıllan yönünden hitab etmiş ve kendi seci­yelerinin ayrılmaz bir parçası olan akıllarını onlar aleyhine delil olarak ikame etmiştir. Allah (c) kullarına zulmetmez.

Bununla birlikte Allah (c), kullarından dilediklerini özel olarak uyarmış, onlara ilahî yardım lütfetmiş ve sevdiği kullarına kendi yakınınca yer vermiştir.

Ne var ki bu varlıkların en aşikar olanı, dil ile ifadeye en elve­rişli olanıdır; çünkü Yüce Allah (c): Bir takım insanların dünya hayatına ilişkin söyledikleri senin hoşuna gider [530] bu­yurmuştur.

Bu, O'nu yeterince tanımadan öncedir.

Halid b. Safvan:[531] "Eğer ifade yetisi olmasaydı insan önemsiz bir canlı ve cansız bir heykel (resim) olurdu" demiştir.

Şair de:

Sükutta konuşma aczîyeti gizlenebilir bir gün; ancak

Akıl sayfalarının dile gelmesidir; konuşması kişinin

demektedir.

Başka bir nesneden değil de, akıldan meydana geldikleri için -aklın gerçek anlamı göz önüne alındığında- dilin akıl diye isimlendirilmelerini caiz gördüğü; Kitap, Sünnet ve ilim ehli arasında akıl anlamında kullanılagelen diğer iki terime gelince:

Bu iki terimden biri el-fehm'dir, çünkü akıl ile anlam uyuşması söz konusudur; dinî olsun dünyevî olsun insanın duyduğu, dokun­duğu, tatdığı veya kokladığı her şeyi ifade eder; bu nedenle insan­lar fehm'i 'akıl', ism-i failini de 'akıllı' diye isimlendirmişlerdir.

Tefsirde, Yüce Allah'ın Musa'ya: Sana vahyolunanı dinle [532] emrinin, sana söyledeklerimizi düşün/anla şeklinde yorum­landığı rivayet edilmiştir.

Fehm hidayet ehli olsun, -kendileri nazarında dindar olanların saygınlığı olduğu için ehl-i kitabın bazılarından oluşan- dalalet ehli olsun, Allah'ın kendi bünyelerinde yarattığı bir seciye olan akıl sahibi olma konusunda müşterek oldukları bir haslettir.

Özellikle dünya işlerinde inanan-inanmayan, itaatkâr-isyankâr herkes bu seciyeye sahip olma ve beyanı anlama konusunda eşit düzeydedir.

Allah (c), ehl-i kitabı ayıplarken: Onlar Allah'ın kelamım din­ler, anladıktan sonra da bilerek tahrif ederler[533], Onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar [534] ve Onun Rableri[535] katından indirilmiş gerçek olduğunu bilirler [536] buyurmuştur.

Fehm ve beyan, akıldan kaynaklandıkları için akıl diye isim­lendirilirler.

İnsan, karşısındakine, "Hel a'kalte ma raeyte ve semîte?" (gör­düğünü ya da işittiğini anladın mı?) diye sorar;

O da: "Evet" yani (anladım (fehimtu) ve aydınlandım) der.

Arablar, sadece fehm'e akıl ismini verirler; çünkü anladığın (fehmettiğin) şey, ayaklan kösteklenmiş bir deve gibi aklınla kayıt ve kontrol altına aldığın şeydir [537] ve devenin ayağını dizinden kıvı­rıp bağlamış gibi olursun.

Yine Arablar: "Falan şahsın dili tutuldu", yani bağlandı ifadesi­ni kullanırlar.

Ayrıca: "Yakaladıysan hayvanını bağla (i'kıl)" denilir. [538] Hay­van; ayağı (kıvınlıp), uyluk kemiği ile kalça kemiği arasına bağla­nır. [539] Güreşçi, rakibi yere yıktığında, "falanın ayağını bağladı (i'tekale)" denilir.

Akıl anlamına kullanılan üçüncü terim; basiret ve marifeftir. Dünya ve ahirette (107) faydalı ve zararlı şeylere hakettiği değeri takdir ettiği için akıl bu iki anlamda kullanılmıştır ve bundan dola­yı da akıl, Allah'ın bir lütfudur.

Bunun için insanın marifet ve basireti, ahirette sevaba nail ol­mak ve cezadan kurtulmak için Allah'ı yüceltmek, O'nun verdiği nimetlerin değerini bilmek, vereceği ceza ve mükafaatın büyüklü­ğünü kabul etmek zorundadır.

Allah'ı yüceltir ve gereken saygıyı gösterirse Allah'tan sakınır. Allah'tan sakınıp saygı gösteren Allah'tan utanır, Allah'a itaate ko­şar ve Allah'ın gazabını celbedecek davranışlardan kaçınır.

İlahî cezadan kurtulduğu ve sevaba nail olduğu için Allah'a ge­reği gibi saygı gösteren bir kimse, kendini ilme verir ve Allah'tan anlayış ve kavrayış taleb eder ki akıl, kişinin kendi çabasından zi­yade Allah'ın lütfudur. Kendini ilme veren insan, akıl yürütme yöntemini kullanarak Allah'ın şanının ne kadar yüce, verdiği ceza ve mükafatın ne denli adil olduğunu anlayabilir.

Bunu anladığı zaman basireti açılır ve Kur'ân'daki anlamların içyüzünü öğrenir.

Bu anlamlan öğrendiği zaman -aklını Allah'a açar- Allah'ın şanının ne kadar yüce; verdiği ceza ve sevabın ne kadar adil oldu­ğunu düşünür.

Allah'ın şanının yüce olduğunu anladığı zaman O'ndan sakınır, ürperir, bağışlanmayı umar, arzu ve aşkla O'na yönelir ve bunları sanki gözü ile görmüşcesine yapar.

O Allah'ın lütfü ile akıl sahibidir ve Allah'ın bir lütfü olduğu için de akıl diye isimlendirilir. Çünkü akıl sayesinde arzu eder, an­lar, bunu alışkanlık haline getirir ve akıl sayesinde bu durumu or­tadan kaldıracak şeylerden kendisini soyutlar.

İşte Rabbinin lütfü ile akıl sahibi olan biri böyle yapar. İşitmez misin? [540] Allah (c): Belleyici kulaklar bellesin diye[541]; yani Allah'ı, Allah'ın kendisine bildirip haber verdiği ayetler arasından işittiklerini (bellesin diye) buyurmuştur. İşte akıl budur.

Kendisi ile Allah'ın, akıllı olanlarla deli olanları ayırdettiği bu seciyeye sahip olduğu halde bu seciyelerini yitirenler, Allah'ı dü­şünme anlamında akıllı değil, kendisi için sıkı sıkıya sarılması ge­reken beyanı anlama anlamında akıllıdır.

Allah (c), kitabında böylelerinin niteliklerini sayarak onları akıllı kimseler olarak isimlendirmiştir. Allah (c) buyuruyor ki:

Onların kalpleri (akılları) vardır onlarla düşünmezler[542]; yani Allah'ı düşünmezler.

Biz onlara kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik[543]; ya­ni akıllar vermiştik.

Onların kulakları, gözleri ve akılları her hangi bir şey ifade etmez. Çünkü Allah'ın ayetlerini inkar ederler. [544] Daha sonra ehl-i kitaptan bazı inkarcıların kendileri için kesin delil olan Kur'ân'ı anladıkları halde hakikati tahriflerini beyan sa­dedinde: Anladıktan sonra da bilerek tahrif ediyorlar [545] buyurmakta ve onların, Allah'ı ve apaçık ifadelerle O'nun şanının yüceliğini beyan eden ayetleri düşünmediklerini bildirmektedir.

Daha sonra: Anladıktan sonra onu bilerek tahrif ediyorlar yani anladıkları Kur'ân ayetlerini tahrif ediyorlar buyurmuştur.

Diğerleri ise, seciye halinde akıl sahibidirler. Ne var ki hem Kur'ân'ı, hem de onu apaçık bir kitap halinde vahyeden yüce yara­tıcıyı düşünmezler; sadece anladıkları dilden, kendilerine has bir kavrayışla, manasını anlamadıkları bir takım sözler dinlerler ki müşrik Arablar böyledir. Allah (c) şöyle buyurmaktadır:

Hayır onlar hayvanlar gibi hatta daha da şaşkındırlar. [546] Kendi görüşlerini beğenmeleri, atalarını ve ileri gelenleri taklid etmeleri nedeni ile, kendileri seciye halinde akıl sahibi oldukları halde akılları ile dünya işlerini düşünüyorlar ama Allah'ın buyruk­larını düşünmüyorlardı.

Şayet kendi görüşlerini beğenerek ata ve önderlerini taklid et­me alışkanlığından vazgeçip iyi düşünselerdi, Allah'ın buyrukları­nı çok iyi anlayacaklardı. Ama onlar, kendi görüşlerini beğendiler ve atalarını taklid ettiler.

Allah (c) bu konuda şöyle buyurmaktadır:

Onlar güzel bir şey yaptıklarını sanıyorlardı. [547] Kötü ameli kendisine güzel gösterilip de bu amelinin güzel olduğu­nu düşünen kimse... [548]

Onlar kendilerinin bir gerçeğe sahip olduğunu sanırlar, ancak onlar yalancıdırlar. [549] Onlar, anladıktan sonra lisanı tahrif edenler gibi kendilerine söylenenleri anlamadılar. Bununla birlikte onlar dünya işlerini çok iyi anlarlar.

Onlar dinî motifler dışında, dünya maişetlerini en ince ayrıntı­larına kadar düşünürler. Allah (c): Onlar dünya hayatının görünür yüzünü bilir, ama ahiret konusunda ise tam anlamı ile gafildirler [550] buyurmaktadır.

Onlar dünya hayatının görünür tarafını bilirler... [551] aye­tinin tefsiri sadedinde; Affan[552] ve Sahr b. Cüveyriye[553] kanalı ile bize gelen bir rivayete göre el-Hasen [554] şunları söylemiştir:

Yeminle söylüyorum; birini tanıyorum dünya hayatına ilişkin bilgi­si, dirhemi tırnağı üzerinde çevirip ayarını haber verecek düzeydey­di, ne var ki doğru dürüst namaz kılmazdı.

Yine, Onlar dünya hayatının görünür tarafını bilirler... [555] ayetine ilişkin Affan, Şu'be[556] kanalı ile Şarkî'den[557] gelen bir rivayette Şarkî; terzi, dikiş ustaları ve benzerlerini zikrettikten sonra şunları söylemiştir:

Allah (c) bu ayette onların dünya ile ilgili konuları düşündüklerini, halbuki iyi düşünüp atalarını taklidi ve kendi görüşlerine hayran ol­mayı bırakabilseler; dünyaları gibi ahiretlerini de düşüneceklerini ve böyle yaptıklarında da sonuç itibariyle kendilerine zararlı davranış­lardan kaçınıp, akıbette kendi menfaatlerine olan davranışlara yöne­leceklerdi.

Bunlar dört grupta ele alınabilir:

1) Allah'ın şanının yüce, gücünün sınırsız olduğunu, kullarına söz verdiğinde sözünde durduğunu/duracağını bilir, Allah'a itaat eder ve Allah'tan sakınırlar.

2) Kur'ân'ı (beyan) anlar sonra da dünya hırsı, kibir ve inatları nedeni ile Kur'ân'dan yüz çevirirler. Nitekim Allah'ın; inatçı ve ki­birli olmakla nitelediği şeytan bile, Senin mutlak kudretine andolsun ki onları azdıracağım [558] demiştir. Allah (c), Yahudileri de (108), Bildikleri halde gerçeği gizliyorlar [559] şeklin­de nitelemiştir.

Yüce Allah (c) bu gruba girenler hakkında buyuruyor ki:

Zulüm ve kibirlenmeleri sebebi ile O'nu inkar ettiler.[560] Kur'ân'ın gerçekten Rabbinden indirildiğini bilirler.[561] Az bir bedel karşılığı onu değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kadar da kötü. [562]

3) Bu zümreyi oluşturanlar; azgınlık, kendilerini beğenme ve atalarını taklid sebebi ile gerçeğin apaçık ortaya çıkmasına engel olurlar. Gerçeği kabul ettikten sonra, kibir ve dünya hırsı ile inkar eder ve apaçık sapkınlıklarına rağmen gerçek dine inandıklarını zannederler.

4) Bunlar yaratma ve hükümranlıkta Allah'ın bir ve tek olduğu­nu, şanının yüce olduğunu, iman ve imana bağlılığın kurtuluş için ne denli önemli, imandan uzaklaşmaları durumunda zarara uğrayacaklarını ve bunun ne demek olduğunu bilirler. Dünya hayatının sonlu, ahiretin ise sonsuz olduğunu bildikleri için kibirlenip bü­yüklük taslayarak inkar etmez ve dünyayı istemezler. Bunlar, karar vermiş ve iman etmiş bir topluluktur.

Allah'ın büyüklük ve yüceliğini, farzlarını yerine getirenler için takdir ettiği ecri ve sevabı, yine kendisine isyan edenler için takdir ettiği cezayı düşünemedikleri için isyan etmiş, ziyan etmiş, gaflete düşmüş ve Allah'ı unutmuş olanlardır.

Ancak onlar, yine de kurtuluş yolunda imanın ve küfretmesi durumunda da küfrün yol açacağı zararın derecesini takdir eder; aklın, kendileri için ilahî bir lütuf olduğunu bilir ve bu düşünce ve inançlarını sürekli muhafaza ederler.

İman etmenin değerini anladıktan sonra Allah'ın gazabına, vave vaide ilişkin bilgileri artar.

Böyle biri farzların bir kısmını yerine getirip, bir takım günah­lardan sakınsa bile nefsine uyarak farzların bir kısmını kaçırır ve bir takım günahlar işler. Kur'ân'ı anladığı, inandığı ve kendisinin günahkar olduğunu bildiği halde, hevası galip geldiği için günah­tan sakınmaz.

Bunlar Allah'ın gazab, rıza, mükafat ve cezasının ne denli bü­yük ve yüce olduğunu daha çok düşünseler, Kur'ân'dan anladıkla­rına göre hareket eder, Kur'ân'ın gerçek olduğunu kabul eder, tevbe ile Allah'a sığınırlardı.

Allah'ın emrini yerine getirmekle mükellef, imtihana muhatap, akıllı ve erişkin olan herkes, son derece hassas ve ayrıntılı konu­larda bile dünyaya ilişkin uygulamalarda kendisi için faydalı ile zararlı olan arasında ayrım yapabilecek bir akla sahiptir ama çoğu kimse ahireti düşünmez.

Onların, sana baktıklarını görürsün, halbuki onlar görmezler [563] ayetini işitmez misin?

Başka bir ayette Allah (c): Onların kalpleri vardır, kalpleri ile anlamazlar, [564] gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler [565] buyurmaktadır.

Onlar dünya ile ilgili konuları görür, işitir ve düşünürler. Allah (c), onların sağır ve dilsiz olduklarını kasdetmemiştir. Şayet Al­lah'ın mutlak hüküm sahibi ve eşsiz bir yaratıcı olduğuna delil olan Kur'ân ayetlerine ve ilahî kudretin dış dünyadaki yansımala­rına kafa yorsalardı anlayabilirlerdi

Yüce Allah (c), kıyamet günü cehennemliklerin kendi ağızla­rından: Şayet dinlemiş veya düşünmüş olsaydık cehennemlik ol­mazdık [566] diyeceklerini bildirmektedir.

Onlar, kendileri ile Yüce Allah'ın varlığına kesin delil ikame edebilecekleri akıl ve kulaklara sahiptirler. Ancak Yüce Allah (c) onların ilahî buyruklar doğrultusunda Allah'ı ve ilahî azabın bü­yüklüğünü anlayarak düşünmediklerini, pişman olmadıklarını, piş­manlıkla ah çekmediklerini kasdetmiştir. Hayır onlar, deli olma­dıkları halde duymadılar ve düşünmediler. Ama Allah'ı, ilahî haberleri, ilahî vaad ve tehdidi düşünmedikleri halde dünya işlerini düşündüler.

Ben: "Kişi ne zaman Allah'ı düşünen biri olarak isimlendirile­bilir?" diye sordum.[567]

O: "Allah'tan sıkınan bir mümin olduğu zaman" dedi ve ekledi: "Mümin olmanın göstergesi kişinin, Allah'ın kendisine yönelik emirlerini yerine getirmesi ve Allah'ın sevmeyip yasakladığı tavır ve davranışlardan kaçınmasıdır. Kişi işte bu düzeye geldiğinde Al­lah'ı düşünen biri isimini almaya hak kazanır. Yoksa Allah'ın gaza­bını celbedecek amellere yönelen ve tevbe etmeyerek bu davranış­ları ısrarla sürdürenlere, Allah'ı düşünenler ismi verilmez".

Ben: "Kişi ne zaman tam anlamı ile Allah'ı düşünen biri olarak isimlendirilebilir?" diye sordum.

O: "Allah'ı düşünmenin bir sınırı yoktur. Çünkü akıllı nazarın­da Allah'ın zatını, sıfatlarını, ceza ve mükafatının büyüklüğünü akıl yolu ile bilme ve kavrama konusunda bir son sınır yoktur ve bunları tam anlamı ile bilmek mümkün değildir" diye cevap verdi.

Şanı yüce, isim ve sıfatlan her türlü kusur ve noksandan mü­nezzeh olan Allah'ı gözü ile görse bile yine de ilmen kavrayamaz.

Fakat, Allah'ı anlama manasında, akıla yüklenen kemal niteliği, fazlalığa ihtimali olmayan mutlak kemal anlamında değil, genel­likle isimlerde kemal anlamında verilebilir.

Allah'ın, De ki: "Rabbım ilmimi artır" [568] ve Allah'ı ilim yolu ile kavrayamazlar [569] buyurduğunu görmüyor musun?

Kıyamet günü meleklerin: "Rabbimiz! Sana gereği gibi kulluk edemedik" diyecekleri rivayet edilmiştir.

Allah'ın zatına ilişkin, kendi bilgisi düzeyinde bir bilgiye sahip olan hiç kimse yoktur ki Allah (c), kendi zatını nasıl biliyorsa aynı şekilde o da, Allah'ın büyüklüğüne ve sıfatlarına ilişkin bilgi sahi­bi olsun.

Ariflere göre Allah'ı bilme ve tanıma bakımından akıllıların en üstünü, O'nu tam anlamı ile bilecek ve tanıyacak düzeye gelemiyeceklerini kabul edenlerdir.

Ancak kamil akıldan sadır olan davranışların galip gelmesi du­rumunda, şu üç niteliğe sahip olanlar, Allah'ı idrakte kemal sahibi olarak nitelendirilirler.

Bu üç nitelik: Allah korkusu, Allah'ın emirlerine itaat ve Al­lah'a, Allah'ın emirlerine, vaad ve vaidine kesin inançtır...

Bunlar, Allah'ın yapılmasını emrettiği ve mübah kıldığı şeyleri bildikleri için, sevdiği ve sevmediği konularda dinî ve fıkhî basiret sahibidirler ve ilimde derinleştikleri oranda Allah'ın kaçınılmasını emrettiği şüpheli hususlardan kaçınırlar.

Allah korkusu, Allah'a, Allah'ın emirlerine, vaad ve vaidine ke­sin inanç, dinî ve fıkhî basiretle bir araya geldiğinde insanın dü­şünme yetisi kemale ermiş olur.

Allah korkusu, vaid (cehennem) bilincinden kaynaklandığına göre kişi, aynı zamanda rıza, tevekkül, sevgi ve takvaya erişebile­cek düzeyde bir yakînî bilgiye sahip olmasa bile Allah'tan korkan biri olabilir.

Artık biz, bu üç niteliğin; Allah korkusu, Allah'a kesin inanç ve dinî basiret olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü insan sağlam bir inanç sahibi olduğu halde dinî basiret sahibi olmayabilir; buna karşılık Allah'tan korkmadığı ve sağlam bir inanca sahip olmadığı halde, dinî anlamda basirete sahib olabilir.

Biz kesin inançtan kaynaklanmasa bile bu hasletlere korkuyu de ilave ettik. Çünkü kişi Yüce Allah'ın büyüklüğü, yücelik ve ululuğu, vaad ve vaidî, kullarını uyarması, onlara ümid vermesi, nimetleri konusundaki ilahî haberleri tam anlamı ile bilmediği hal­de Allah'tan korkan biri olabilir.

Sonra bu üç haslet kalp ve uzuvlardan yansıyan davranışların asıllarıdır çünkü inanan akıl, her anlamda O'nu birleyerek Allah'ı düşünme düzeyi itibariyle kemal noktasına geldiğinde kendisi üze­rinde başkasının değil sadece O'nun hakimiyet hakkı olduğunu an­lar. Aynı zamanda Allah'ın, kendi zatı dışında, var olan bütün var­lıklardan önce ve ezelî olduğuna inanır ve O'nun büyüklük ve üs­tünlüğü karşısında boyun eğer. O'na kulluk eder, başka hiç bir var­lığın önünde eğilmez, O'nun en güzel sıfatlarla muttasıf, her tür bela ve afetten münezzeh, kusursuz bir varlık olduğunu, nimet ver­diğine ve ihsan elinin sonuna kadar açık olduğuna inanır, O'nu her geçen gün biraz daha fazla sever ve bilir ki sevgiye layık olan, şanı yüce, cömert ve ihsan sahibi olan Allah'tır.

Allah'ın lütfü ile o, kendisine dünya ve ahirette faydalı ya da za­rarlı olabilecek başka bir varlık bulunmadığını bilir ve bu bilinçle sa­dece Allah'tan sakınır; mahluktan bir şey beklemez; sadece O’ndan bekler. Allah'ın soylu ve güzel her anlam ve nitelikte bir; ululuk ve azameti, güç ve kudreti her alanda etkin ve cari; ilmi her şeyi kuşat­mış; varlığı başa ve sona doğru her varlıktan önce ve sonra, ezelî ve ebedî olduğunu düşünür ve O'nu her anlamda tevhid eder.

Bu şekilde inanırsa kullara[570] karşı kibirlenme arzusu ortadan kalkar; çünkü efendisi olan Allah'a boyun eğmiştir. Allah (c) için mütevazı davranır ve hiç bir müslümanı hor görmez; çünkü o, nef­sinin son derece hakir olduğunu ve nefsine karşı bir takım günahlar işlediğini ve ilahî ilim ve irade tarafından son nefesini -isyanından dolayı- kötü bir akıbetle mi, yoksa -itaatinden dolayı- iyi bir akı­betle mi sona ereceğininin önceden belirlendiğini çok iyi bilir.

Allah'ı tanıyan, kibir ve isyandan emin olur. O'nun yarattığı kullara karşı kesin delil ikame ettiğini, kulların O'na karşı hiç bir mazeretlerinin kalmadığını, O'nun kullarına zulmetmediğini, onla­rı cezalandırmadan önce kendilerine rahmetle muamele ettiğini ve kullarından şükür istemeden[571] önce onlara nimet verdiğini bilir. Böyle biri, sürekli hilm sahibidir, her zaman tedbirlidir, küçük gü­nahlardan sakınır, kendisine düşmanca davrananlara bile iyilik eder; kendisinden uzaklaşana yaklaşır; Allah'ın emirlerini, vaz'ettiği ahlâkî hüküm ve ilkeleri, nefsin hastalıklarını ve bunların tedavi yöntemlerini düşünür ve idrak eder.

Allah'ı tanıyan biri O'ndan aklî olgunluk (rüşd), diri bir mantık talep eder ve Allah'ın öğrettiği şekilde O'nu anlamak ister.

Allah'ı düşünen biri cennetteki sonsuz ve güzel ecr ve yaşantıyı düşünür; üzüntü, dert ve musibetlerin geçici; Allah'ın vereceği nimetlerin ise sürekli ve kendi arzu ve isteklerinden daha fazla oldu­ğunu; cennette kendisi için kimsenin hayalinden geçmeyecek ka­dar çok ve çeşitli nimetler hazırladığını bilir.

Hz. Peygamber (s.a): "Allah (c) cennette hiç bir gözün görme­diği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir kimsenin aklına gelme­yen nimetler hazırlamıştır" buyurmaktadır.

Dostları için hazırladığı nimetleri vasfeden Allah (c) sana ye­ter; çünkü O: Onlar için ne mutluluklar hazırlandığını hiç kimse bilemez [572] buyurmaktadır.

Allah (c) kemal sahibidir, nimete garkeder ve gözlerin bebeği­dir. Bu konuda O her tür tasavvurun, insanlar tarafından düşünü­len, arifler tarafından bilinen ve O'nun nimetlerini sayıp döken zakîrler tarafından söylenenlerin üstünde ve ötesinde olduğunu bize haber vermektedir. İşte bu yüzden Allah'ı düşünenin gönlünde Mevla'ya yakın olma özlemi ve Allah'ın kendisine yönelip itaat edenler için orada hazırladığı nimetlere kavuşma arzusu büyür. O, Allah'ın kendisine bir seciye olarak verdiği akıl sayesinde bütün benliği ile Allah'a ve O'nu müşahedeye yönelir ve nihayet Hârise'nin dediği gibi Rabbini görüyor gibi olur. Harise: "Sanki Rabbimin arşını ve birbirlerini ziyaret eden cennetlikleri çıplak gözle seyrediyor gibiyim" demektedir.

Nitekim dünyadaki Allah (c) dostlarını hatırlatan el-Hasenu'l-Basrî de: "Onlar; sanki kendilerine vaad olunanı gözleri ile gör­müş gibi Allah'ı tasdik ettiler" demiştir.

Bu sürekli aklî müşahede sayesinde içten içe Allah'ı özler ve aşık olur, kalbi O'na bağlanır ve O'nunla meşgul olur. Hararetle Rabbine yakın olma özlemi ile yanan kalbi, dünyadan ve dünyaya ait olanlardan sıyrılır (110). Dünya hayatını -ki Allah'a yakın ol­maktan ne kadar da uzaktır. Çünkü Allah: Belki (dünya ve ahireti) düşünürsünüz[573] [574] buyurmaktadır. Ki ayetin tefsi­rinde dünya ve ahireti düşündüler ve dünyanın fena yurdu; ahiretin ise ceza, mükafat ve ebediyet yurdu olduğunu anladılar denilmiştir-düşünen, Rabbi tarafından dünya hayatının geçici ve sonlu olarak nitelendiğini, Rabbine yakınlık dışında dünyada elde ettiği her şeyin Allah'a yakın olma dereceleri ve Allah katında elde edeceği nimet­lerde eksiklik anlamına geldiğini düşünür. Ayrıca dünyada yaptıkla­rı konusunda sorgulanacağını, hesaba çekileceğini; dünyanın, Rab­bine yakın olanlar arasında önsaflara geçmesini, Rabbi ile meşgul ve sırdaş olmasını engelleyici bir meşgale olduğunu idrak eder.

Dünya sevgisini gönlünden çıkarıp bir kenara iter ve dünyalık her hangi bir şey almaya muhtaç olmayı temenni etmez. Ne var ki geçinebileceği kadar bir dünyalığa sahip olmadığı için Allah'a kul­luk edememekten endişe ederek Allah'a kul olma arzusunu engelle­meyecek ölçüde, dünyadan pay almaktan başka çıkış yolu bulamaz.

Ölmeyecek kadar gıda, yiyecek ve örtünebileceği kadar giye­cek dışında dünyalığa tamah etmez. Rabbine yakın olmasına yete­cek kadar dünyalık ister; daha fazlasını istemez. Miras ya da ben­zeri bir sebeple geçinebileceğinden fazla bir dünyalık ile imtihan edilecek olursa bu fazlalığı Rabbi için sadaka olarak dağıtır ve içi böyle bir yükten kurtulduğu için rahat eder ve böyle bir yükü, bir an bile yanında alıkoymak istemez.

Allah'ı düşünen, O'nun kainatta mutlak hükümran, yaratan, ezelî hüküm sahibi, mutlak güzel olduğunu haber veren ayetlerdeki hikmeti idrak eder. Bütün bunları etkin bir irade ile takdir edip, kusursuz ve engin bir bilgi, hikmet ve özenle yarattığını, hassas bir kulakla varlıktaki hareketleri dinlediğini, gören bir gözle varlıkla­rın sırlarını, perde ve örtülerin ardındaki gerçekleri görüp gözetti­ğini, yaratıp yönlendirdiğini idrak eder.

Bu gerçeklerden, O'ndan başka bir ilah ve O'nun dışında bir ya­ratıcı olmadığı sonucunu çıkarır. Sanki gördüğü her şey, ilahî gerçeği yücelten ve kutsayan bir ibret gözüdür. Allah'ı düşünen insan, devamlı olarak her şeyde sahibi ve efendisinin sesini duyar, O'nu hatırlar ve bu sayede gafletten kurtulur. Allah'ı düşünen biri ilmin, istediği sırları elde etmek sureti ile değil; O'nunla olmak, O'na yakın olmak ve ilahî buyrukları anlamak sureti ile amacına ulaşaca­ğını bilir. Onun bütün gayret ve çabası, Rabbine yakın olmaya ve bu yakınlığı sürdürmeye yöneliktir. O, Rabbine ilişkin bilgi düze­yini artırma arzusundan hiç bir zaman vazgeçmez, kalbindeki en büyük arzu Allah'a ilişkin bilgisini derinleştirmektir. Allah'ı dü­şünmek onun için bütün nafile ibadetlerden daha değerlidir. Çünkü Rabbini düşünen biri bilir ki, azın azı bir bilgi bile insana saygı, korku, çalışma ve itaat telkin ve bunlara teşvik ederek kullarla oyalanmasını engeller.

Allah'ı düşünen bir insan bilir ki Allah (c), kullarının kendisine isyan ve emirlerine muhalefet edeceklerini baştan bildiği halde bu durum onlara nimet vermesine, rahmet, merhamet ve ihsan ile muamele etmesine engel olmaz ve O, kullarına önce rahmet, lütuf ve ihsan ile muamele eder. Allah indinde Allah dostlarnın en faziletli­leri, Allah'ın kullarına ve bütün varlıklara rahmet ve ihsan ile muamele eden peygamberlerdir. Onlar, insanları kurtuluşa çağırır, he­lak olmamaları için uyarırlar. İşkence, tekzib ve alay ile karşılan­malarına rağmen onlar insanlara acır, onların kendilerine reva gördükleri muamelelerin benzerleri ile karşılık vemez ve yine de on­lara merhametten vazgeçmezler. Çünkü Kur'ân ayetlerinde geçen ifadelerle kavmi Nuh'a, Biz seni açık bir sapkınlık içinde görüyo­ruz dediler. [575]

Keza Hud'a da, Biz senin beyinsiz olduğunu düşünüyoruz [576] demişlerdir.

Allah Teala; Nuh ve Hud'un cevaplarını da zikretmektedir: Ey kavmim! Bende her hangi bir sapkınlık yoktur. Fakat ben alemle­rin rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim [577] ayeti ile Belki bağışlanırsınız[578] ayeti arasında geçen ifadelerle Nuh onlara cevap vermektedir.

Hud ise Ey kavmim! Ben beyinsiz değilim. Fakat ben alemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Ben sizin için güvenilir bir elçiyim[579] ve Belki kurtulursunuz [580] sözleriyle onlara ce­vap vermiştir. Yani, beni tasdik ederseniz sevaba nail olursunuz. Onlar kendisini beyinsizlikle suçlamış oldukları halde o, onlara 'belki kurtulursunuz' diye nasihat etmekten geri durmamıştır.

İbrahim de Kur'ân'ın ifadesiyle şöyle demektedir:

Kim bana tabi olursa o bendendir. Kim bana isyan ederse şüphesiz sen merhametlilerin en merhametlisisin. [581]

Hz. Peygamber de, peygamberlerden birinin kavmi tarafından başının yarıldığını, bir yandan eliyle, başından akan kanları siler­ken bir yandan da: "Rabbim kavmime merhamet et, şüphesiz onlar bilmiyorlar" dediğini haber vermiştir.

Kavmi tarafından bayılmcaya kadar boğazı sıkılmış olan Nuh'un ayılır ayılmaz: "Rabbim kavmimi bağışla şüphesiz onlar bilmiyorlar" dediği rivayet edilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebubekir'in merhamet düzeyini belirt­miş ve: "Ümmetimin en merhametlisi Ebubekir'dir" buyurmuştur.

Allah'ı düşünen (111), O'nun kullarına önce rahmetle muamele ettiğini ve Allah'ın seçip kendi katında bütün kullarına üstün tuttu­ğu kullarını düşünen biri; insanlara devamlı kalben merhamet eder, iyi insanları sever, kötü insanlara acır ve şayet imkan bulursa arkalarından onlar için dua eder, fakir insanlardan esirgeyip mal tasarruf etmez, malının fazlasını fakirler için sarfeder, kıt-kanaat geçinebileceği ile yetinip onların ihtiyaçlarını gidermeye çalışır. Fakirlerden biri kendisinden yapabileceği bir şey isterse onlara olan merhameti nedeni ile onun istediğini vermekten kaçınmaz. Biri, kendisine eziyet edip üzdüğünde bu yaptığı dolayısı ile ondan nefret edip yüz çevirmez. Tek tek her insanı, en yakın akrabaları ile bir tutar. Yaşlılar sanki babası, gençler oğlu, emsalleri ise kar­deşi gibidir. Onlara merhamet konusunda aralarında herhangi bir ayrım gözetmeyip, tümüne yardım etmeyi arzu eder.

Yine Allah'ı düşünen biri, O'nun şanının ne kadar yüce ve O'ndan istediği sevabın ne kadar değerli olduğunu bilir, ahirette kendisine takdir edilecek ceza konusunda endişeye kapılmaz, O'nun son derece cömert ve katındaki nimetlerin son derece sınır­sız olduğunu; yine yer ve gökteki bütün varlıklar dünya durdukça Allah'ın verdiği nimetlerin şükrünü eda için çalışıp çabalasalar as­la bu nimetlerin şükrünü eda edemiyeceklerini ve layıkı ile O’na saygı gösteremeyeceklerini bilir ve O'na nasıl yakın olabileceğini, yanî azaptan nasıl kurtulabileceğini anlar.

Hangi yaratıcıya ibadet ettiğini, ne tür bir ecir arzu ettiğini, ne tur bir ceza ve akıbetten kaçtığını, hangi nimetlere şükrettiğini ve şükrün kime mahsus olduğunu idrak eder.

Allah'ı ve bütün bu gerçekleri düşündüğünde, bunların son de­rece soylu ve üstün gerçekler olduğunu da idrak edeceği için, ken­di cehd ve gayretini önemsemeyecektir.

Allah'ı düşünen biri, kendi nefsinin, Allah tarafından su-i emmare (yoğun ve kalın perde ve örtülerle kaplı nefis) diye nitelendi­ğini, nefsin günah işlemeye eğilimli ve sırtında Allah yazgısı bir kambur olduğunu idrak eder. Allah'ın gazabının kendi üzerine çökmeyeceğinden emin olmaz. O bazı davranışlarında yolundan sapıp Allah'ın gazabını celbetmek istemez. Allah tarafından -in­sanların çoğuna verilmediği halde- kendisine özel olarak güveni­lir, apaçık ve en büyük yol gösterici olan ilim ve marifet lütfedildiğini çok iyi bilir. Kendisinin yaptığı ibadetlerin çoğunu gözünde küçültürken, başkalarının iyilik ve taatlerini gözünde büyütüp gök­lere çıkarır; çünkü o, kendi nefsini, işlediği günahları ve kendisine verilen kesin delilin, başkalarına verilenden daha üstün olduğunu çok iyi bilmektedir.

Yine Allah'ı düşünen biri, Allah'ın emrine karşı gelen ve isyan eden bir kimsenin cehennemlik olduğunu, isyankarların isyanının ne denli büyük, Allah'ın öfke ve gazabının ne denli çetin ve şiddet­li ve eğer affetmezse karşılaşacakları cezanın dehşet ve ürpertisi­nin ne demek olduğunu idrak eder.

Günahlarının çok, nefsinin kötü ve aşağılık eğilimlere sahip ve şaşılacak kadar cahil olduğunu, çünkü Allah'ın rızası yerine dünya ve ahirette hiç bir anlam ve faydası olmayan bir tercihe yöneldiği­ni düşünür; dünya ile ilgili tercihlerinin fani, karmaşık ve sisli ve zaten kendisinin de fani olduğunu, kendisi için bakî ve kalıcı ola­nın ise ahirette karşılaşacağı şiddetli hesaplaşma ve azap olduğu­nu, halbuki Allah'ın gazabı ile karşılaşıp karşılaşmayacağından emin olamayacağını idrak eder.

Allah'ı düşünen biri, bütün bu kötülüklerin nefsinden kaynak­landığını; O'nun, insanların bütün günahlarını -Allah (c) için zo­runlu olmadığı halde- gizlediğini, kendisine emanet olarak verdiği ilmi kendisine karşı kesin delil olarak ikame ettiğini, kendisine gizli olan gerçeklerin -günahları sebebi ile- gizlendiğini ve O'nun kendi zatını kullarına sevdirdiğini idrak ettiği için kendisine verdiği mühletin ne zaman sona ereceğinden emin olmaz, nefsi konu­sunda endişe eder ve nefsini başkasından önce O'na teslim eder; geçmiş günahlarından tevbe ile Rabbinin nimetlerine şükreder. Kendisine verilen delilin ne derece büyük ve yüce olduğunu idrak ettiği için İslâm'dan başka bir din üzere ölmekten veya iman ettiği halde işlediği günahların büyüklüğü sebebi ile kendi akıbetinden emin olamaz, Müslümanlardan hiç kimseyi gözü görmez, kulağı duymaz. Başkasından önce kendi (kurtuluş) ve helakinden endişe eder. Allah'a itaat edenleri gördükçe mahzun olur, onun kendisin­den daha hayırlı olduğuna inanır, onun gibi olmayı özler, ilim deli­linin büyüklüğünü, kendisine gizli olan ilahî varlığın güzelliğini ve isyankarların karşılaştığı ölüm ve benzeri kötü bir akıbetle karşı­laşmaktan endişe etmekle emrolunduğu için kendinden başka biri­nin kalbindeki dinî anlamda helak olma endişesini her gördüğünde kalbindeki endişe artar. Kendisinin zelil edilebileceğinden endişe ettiği için, herkese karşı mütevazi davranır.

Allah'ı düşünen, dünya ve ahiretin değeri konusunda somut bir bilgi sahibidir. Ahiret nimetlerini, ahiretin şeref ve üstünlüğünü ve konuklarını düşünür; ahiretin ancak Allah'a yakın olmakla kazanılabileceğini bilir. Dünya hayatının kötülüğünü, ne ile nitelendiğini, insan katında üstün tutulan dünya hayatının hesap günü Allah (c) katında ne denli zelil olduğunu, dünya hayatı ile şeref kazananın diriliş günü aşağılanacağını düşünür. Mütekebbirlerin O'nun gö­zünde hakir olduğunu, diriliş günü onlara yapılacak kötü muame­leyi, diğer kulların dışında onların o gün toz zerrecikleri biçiminde haşrolunacaklarını düşünür.

Allah'ı düşünen, Allah'ın emirlerini de düşünür ve dünyada fa­kir olanın hesabının hafifliği ve ahirette erişeceği yüksek dereceler nedeni ile dünyada mahrum (112) edildiği ile mükafatlandırılacağına ilişkin ilahî haberleri öğrenir.

Rabbinin lütfü ile bütün bunları düşündüğü zaman onun için dünyada fakir olmak zengin olmaktan, alçak gönüllü ve sıradan bi­ri olarak yaşamak, şan ve şeref sahibi olmaktan daha hoştur. [582]


[519] Daha önce el-Cüneyd'in Hâris'ten bir rivayetine yer vermiştik. Bu rivayete göre Haris, el-Cüneyd'ten kendisi ile sahraya çıkmasını istemiş ve ıssız bir yere geldik­lerinde Haris, el-Cüneyd'ten kendisine soru sormasını istemiş; bunun üzerine el-Cüneyd sorar, Haris cevap verir, sonunda Haris bu soru ve cevaplar ışığında eserle­rini telif ederdi. Bu tarz, oun bazı eserlerinde kullandığı bir telif üslubudur.

[520] Biz, kendi açımızdan metni, anlamı kolaylaştıracak bir biçimde bölümlere ayırma­ya çalıştık.

[521] Bu ve daha sonraki sayfalardaki rakamlar; mikrofilmlerde de var olan yazma nüs­halara ait rakamlardır.

[522] el-Maiku: Ahmaklığı veya akılsızlığı nedeni ile helak olan; Lisanu'l-Arab, c, 12/ 227.

[523] Zümer: 39/9.

[524] Burada ed-darretü kelimesi ile ed-daruretü yani aklın seciye olması nedeni ile bu bilgi zorunlu bir sonuç olarak öğrenilir, anlamı kastedilmekledir.

[525] Bakara/43'e gönderme yapmak istiyor.

[526] EnfaI: 8/42.

[527] Tevbe: 9/115.

[528] Fussilet: 41/17.

[529] Fıissilet: 41/17.

[530] Bakara: 2/204.

[531] Tanınmış hatip ve belagat ustasıdır. Hişam b. Abdülmelik ve Ebu'l-Abbas es-Saffah'la aralarında geçenlere ilişkin bir takım rivayetler vardır.

[532] Taha:20 /13.

[533] Bakara: 2/75.

[534] Bakara:2/146.

[535] Asıl metinde rabbinden şeklindedir, rablerinden şeklinde değil...

[536] Bakara: 2/26, 144.

[537] Anlamı ve cümleyi tamamlamak amacı ile; (yani) ifadesini biz ilave ettik.

[538] Asıl metinde babeste kelimesindeki sin eksiktir.

[539] Asıl metinde riclîhi değil ricliha ve nafiyetihi ve fahzin şeklindedir. Düzeltme Lisanu'l-Arab, c. 12/ 258; Tacu'l-Arus, c. 6/ 263 doğrultusunda yapılmıştır, çünkü en-nevf kelimesi bu iki eserde; paçadan aşağı sarkması nedeni ile kuyruk ucu için kullanılmıştır.

[540] Burada anlatan Muhâsibî'nin kendisidir; çünkü Cüneyd'in dediği gibi onun eserleri­nin ekseriyeti ona yöneltilen sorular ve Hâris'in verdiği cevapları esas alarak dedi ve dedim şeklindeki diyaloglardan oluşmaktadır. Bu durum önsözde belirtilmiştir.

[541] Hakka: 69/12.

[542] Hacc: 22/22.

[543] Ahkaf: 46/26.

[544] Ahkaf: 46/26.

[545] Bakara: 2/75.

[546] Furkan: 25/144.

[547] Kehf: 18/104.

[548] Fatır: 35/8.

[549] Mücadele: 58/18.

[550] Rum: 30/7.

[551] Rum: 30/7.

[552] Mııhâsibfnin üstadları bölümünde biyografisi verildi.

[553] Ebu Nafi Sahr b. Cüveyriye, Temim kabilesinin azadlısıdır, kendisi; Ebu Reca el-Utaridi, en-Nafi, Hişam b. Urve, Abdurrahman b. el-Kasım ve başka ravilerden; Eyyub es-Sicistani, Ebu Amr b. el-Ala, Hammad b. Zeyd, el-Kattan, İbn-i Mehdi. İbn-i Mübarek ve Affan ise kendisinden hadis rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel; güvenilir bir ravi, sika ravilerin şeyhi olduğunu söylemiştir. Affan da sika olduğu­nu belirtmiştir. Ancak bazı eleştirmenler eserinin kaybolması nedeni ile bazı dedi­kodulara yer vermişlerdir. Bkz. Tehzibu't-Tehzib, c. 4/410-11.

[554] Meşhur Hasan Basrî'dir(H. 21-110).

[555] Rum: 30/7.

[556] Şu'be b. el-Haccac (H. 82-120) el-Ezdi el-Basri: el-Hakim, Basra'da hadîs ilminde imamların imamı olduğunu söylemiştir. Sahabilerden Enes b. Malik ve Amr b. Malik'i görmüş ve tabiinden 400 civarında hadis dinlemiştir. Bkz. Tehzibu'l-Tehzib, c. 4/338-346.

[557] Şarki b. Kutami: Tarihçidir, senedinde durumu şüpheli raviler bulunan on civarın­da hadis rivayet etmiştir, İbrs-i Adiyy, zayıf ruviler arasında yer vermiştir. Asıl adı el-Velid b. el-Husayn olup Şarki lakabıdır. Lisanu'l-Mizan, c. 3/142.

[558] Sad: 38/82.

[559] Bakara: 2/146.

[560] Nemi: /14.

[561] En'am: /114.

[562] Âl-i İmran: 3/187.

[563] A'raf: 7/198.

[564] Yazma nüshada la yefqahune ifadesi, la ya'qdune şeklindedir.

[565] A'raf: 7/179.

[566] Mülk: 67/10.

[567] Sorunun el-Cüneyd'e ait olduğu kanaatini tercih ediyoruz.

[568] Taha: 20/184.

[569] Taha: 20/110.

[570] Yazma nüshada el-ibadetu şeklindedir.

[571] Yazma nüshada minhu ifadesi min şeklindedir.

[572] Secde: 32/17.

[573] Bakara: 2/219, 266.

[574] Bu anlamda çok sayıda başka ayet bulunmaktadır.

[575] A'raf: 7/60.

[576] A'raf: 7/66.

[577] A'raf: 7/61.

[578] A'raf: 7/63.

[579] A'raf: 7/68

[580] A'raf: 7/69.

[581] İbrahim: 14/36.

 

[582] Haris El- Muhasibi, El- Akl Ve Fehmü’l Kur’an, İşaret Yayınları, İstanbul, 2003: 205-225.