- Akıllı Olmak Allah ın Lütfudur

Adsense kodları


Akıllı Olmak Allah ın Lütfudur

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
seymanur K
Tue 21 June 2011, 05:54 pm GMT +0200
Akıllı Olmak Allah'ın Bir Lütfudur Aklın Kemali O'ndandır

 

Söylediğimiz gibi Haris ilk iki zümreyi reddetmekte, diğer iki­sini ise benimsemektedir. Benimsediğini söylediğimiz iki zümre ile; Yüce Allah'ın lütfü ile Allah'ın yarattığı varlıkları ve ilahî fiil­leri derinlemesine düşünüp ibret alanları kastediyoruz. Bu noktada Hâris'in "Akıllı olmak, Allah'ın lütfudur (el-aklu anillâh) ve aklın kemali, O'ndandır (kâmilu'l-aklı anhu)" ifadesinin kimleri kapsadı­ğını açıklaması gerekir. Hâris'in bu konuda; zühd, takva ve Allah (c) korkusu ayirdedici özelliği olan yaşadığı dönemin genel anla­yışı dışına çıkmadığını görüyoruz. Bu ortamı Hâris'e hazırlayan el-Hasanu'l-Basrî'dir (H. 110). O dönem zühd anlayışında Hasan Basrî cehennem korkusunu önplanda tutuyor hatta Allah'ın, cehennemi kendisi için yarattığını düşünüyordu. Buna, "Sen akıllıyı en­dişe, cahili ise aşırı güven içinde görebilirsin" diyen hikmet ehlini de ilave etmek gerekir.[390] Aynı şekilde Haris de akıllıyı: "İnanan ve Allah'tan sakınan biri" olarak tanımlamaktadır. O'nun el-Tevehhüm isimli eserini gözden geçiren bir okuyucu, cehennem ve Allah'ın cehennemde kafirler için hazırladıkları ile korkutma, cennet ve Al­lah'ın orada müminler için hazırladığı nimetlerle tatmin olma gibi Hâris'te görülen bazı düşüncelerin el-Hasanu'I-Basrî'ye ait bir eğilim olduğunu son derece net bir şekilde görecektir. Aynı şekilde Allah'ın lütfü ile düşünen kimse, Allah'ın kendisine öğrettiği şekilde Allah'ı zikreden, ilahî tedbire yönelik ayetleri anlayan, yarattığı derlere bakarak yaratıcı hikmeti gören ve bütün bunlarda kendisinden başka ilah olmayan Allah'ın büyüklük ve azametine ilişkin deliller olduğunu anlayan kimsedir.

Allah'ın lütfü ile düşünen; O'nun bir lütfü ile anlar ki; dinde de­rin kavrayış sahibi olmak; Allah (c) sevgisini miras bırakır. Bu doğrultuda azın azı bir bilgi bile insana Allah'ı tazim ve O'ndan sakınma hissi verir.

Allah'ın lütfü ile düşünen kimse, O'nun, kullarına, önce sınırsız rahmet, lütuf ve ihsan ile muamele ettiğini anlar.

Kendisine isyan edeceklerini bildiği halde O insanlara başlan­gıçta nimet ihsan eder. Allah'ın lütfü ile düşünenin kalbini merha­met kaplar, iyileri sever ve kötülere acır.

Allah'ın lütfü ile düşünen kimse, nefsin niteliklerine ilişkin ila­hî emirleri ve nefsi emmareyi anlar. Bunu anlayan ise günahlarının artmasını ve içindeki kötü eğilimleri engellemek için nefsinin iyi­liklerini küçümser.

Allah'ın lütfü ile düşünen kimse, dünya ve ahiret arasındaki farkı ortaya koyan ayetleri anlar ve ahiretin şeref ve mutluluk yur­du olmasına karşılık, dünyanın hor ve hakir olduğunu idrak eder.

Allah'ın lütfü ile düşünme konusunda durum bu olduğuna göre, bu konuda kemale erenin durumu nedir? Haris şunları söylemektedir:

Allah, Allah'ın lütfü ile düşünme konusunda kemal noktası yoktur. Çünkü Allah'ın ilmine, sıfatlarına, takdir ettiği ceza ve mükafata sı­nır yoktur. Hiç kimse Allah'ın sıfatlarını tam anlamı ile bilemez. Haris bu yaklaşımı ile belki mükemmelin sınırı olmadığını ve­ya belki de insanın soyut gerçeği kavrama yolunda her tür kısıtla­yıcı engelden azade, sınırsız bir özgürlük ile Allah'a yönelmesi ge­rektiğini anlatmak istemiştir. (İlim ve hilm sayesinde artan) Allah'ı anlama gayretinin bîr sınırı yoktur. Hâris'e göre Allah'ın zatına nisbetle akıl sahiplerinin en üstünü Allah'ın lütfü ile düşünerek, yine O'nun verdiği akıl ve marifet yolu ile Allah'ı tam anlamı ile bilemiyeceğini anlayandır.

Buna karşılık -görüldüğü gibi- Haris göreceli bile olsa, bir so­nuç almaksızın bu tanımdan ayrılmak istememekte ve sonuç olarak şunları söylemektedir:

Ama; Allah'tan sakınan, O'nun emirlerini yerine getiren, Allah'a ve buyruklarına, vaad ve vaide ilişkin ayetlere yakînen inanan, Allah'ın sevdiği ve sevmediği davranışlar konusunda dinde basiret sahibi olan ve Allah'ın emrettiği ve mubah kıldığı şeyleri bilen, ilimde de­rinleşen ve bunun bir göstergesi olmak üzere Allah'ın kaçınmayı emrettiği şüpheli şeylerden kaçman ve bünyesinde üç hasleti barındıran davranışları tercih eden kimse ancak Allah'ı düşünüp anlama noktasında kemale ermekle isimlendirilebilir.

İşte bu nedenle Haris, Allah'ı düşünüp anlayanlar arasında de­rece farkı olduğunu düşünmektedir. Her ne kadar Allah'ın kendile­rine bir seciye olarak verdiği ve ayetlerinin klavuzluğundan yarar­lanmak üzere yarattığı akıl insanlarda eşit ise de bu onların Allah'ı ve Allah'ın ayetlerini anlama konusunda eşit oldukları anlamına gelmez. Buna göre insanlar, akıl ile arzu eder ve akıl ile korkar, akıl ile Allah'tan sakınır, hatadan vaz geçer, doğruya yönelir ve yi­ne akıl ile bir takım dereceler kazanırlar.[391] Akıl sağlığı ve kalp te­mizliği oranında insanların zühdleri farklı olduğuna göre insanla­rın en faziletlileri Allah'ı en iyi anlayanlarıdır.[392]

O dönemde bir seciye anlamında akıl, -Hâris'e karşı bir tutum sergilediği halde, bu konuda "Akıl bir seciyedir" diyerek Hâris'le aynı kanaati paylaşmış olan- Ahmed b. Hanbel'i bile kapsayacak oranda yaygın bir kullanıma sahipti. Üstelik konu Ahmed b. Hanbel ile de sınırlı değildir; selef alimlerinin büyük çoğunluğu "akıl bir seciyedir" tezini savunuyorlardı.[393] Her ne kadar Hâris'in yaşa­dığı dönem ile Haris Öncesi döneme "akıl bir seciyedir" anlayışı hakim ise de'[394] bu durum; bu anlayışın şu ya da bu düşünür tarafın­dan doğrudan dile getirilmiş, savunulmuş, temel ilke ve genel çiz­gileri belirlenmiş akılcı bir felsefe okulu ya da felsefî bir anlayış oluşturduğu anlamına gelmez. Zaten aklın bir seciye olduğunu sa­vunanlar kelimenin taşıdığı anlamı, yol açacağı sonuçları ve buyutlarını tam olarak düşünmüş değillerdi.

Hâris'in "akıl bir seciyedir" tezini savunurken; bunu başkaları gibi iyice düşünüp taşınmaksızın kendisine sorulan bir soruyu ge­çiştirmek üzere öylesine söylemediği ve söylediklerinin arkasında durduğu görülmektedir. Şüphesiz bizim üzerinde çalıştığımız Maiyetu'l-Akl isimli eser onun bu konudaki felsefî yaklaşımını ortaya koymaktadır; bu köklü yaklaşım, İslâm düşünce tarihinde uzun süreli bir etkiye, son derece ciddi ve değerli bir akılcı yaklaşımın or­taya çıkmasına yol açmıştır.

"Akıl bir seciyedir" tezini savunan Hâris'in bizzat kendi düşün­cesinde gözlemlediğimiz gelişme, bu yaklaşımı yeni ve değerli kı­lan belirtilerin ilkidir; o seciye kelimesini ilim ve nur kelimeleri ile izafet halinde kullanarak geliştirmiş ve deneyimlerinin artmasına paralel olarak kendisine akılla ilgili soru sorulduğunda verdiği ce­vaba seciye terimi yanma nur kelimesini de ilave etmiş, daha sonra ilim ve hiim kelimeleri ile bunu daha da zenginleştirmiştir.[395]

Muhâsibî'ye ait "akıl seciye nurudur" ifadesi bir takım fikrî so­nuçlara yol açmıştır. Bunlardan en büyüğü daha sonraki dönem İs­lâm düşüncesinde özellikle de Ebu Hamid el-Gazâlî'nin el-İhya ve Mişkatu'l-Envar isimli eserlerinde ortaya çıkmıştır.[396]

Maiyetu'I-Akl ve Fehmü Ma'nahu isimli eserini etüd etmedikçe biz Hâris'te akıl kavramının değer ve orijinalitesi üzerinde dura­mayız.

Böyle bir tahlil neticesinde şu noktalar açıklık kazanacaktır: Hâris'e göre akıl, Allah'ın birçok kuluna verdiği bir seciyedir ve bu seciyenin öğretimle elde edilmesi mümkün olmadığı gibi duyu or­ganlarından elde ettiğimiz deneyimlerle bu aklî seciyeyi geliştir­mek de mümkün değildir. Ayrıca akıl; ancak akıl, yani düşünen, önünü ve sonunu iyice düşünen aklî duyarlılık ile kavranabilir. Bu nitelikleri ile akıl, kendi dışındaki varlıklardan farklı ve üstün bir varlıktır. Bu demektir ki: Akıl dışında hissedilebilir varlıkların bilinebilmesi akla bağımlı iken, akıl kendine ilişkin bilgi konusunda bir başka varlığa bağımlı değildir.

'Seciye nuru' terimini kullanan Haris bu ifade ile aklın, hem 'bilinç', hem de 'iman sahibi' bir varlık olduğunu ortaya koymuş­tur. Bu durumda aklın kendi zatını tanıması, iki olgunun bilincinde olması anlamına gelir:

1) Akıl kendi zıddına, delilik ve akılsızlığa aykırıdır;

2) Düşünüp idrak eden bilinç ilahî bir nimettir ve Allah (c) bu nimeti hilm ve hüccet itibariyle olgun, erişkin kullarına lütfeder.

Maiyetu'l-Akl'da Muhâsibî, aklın seciye olduğunu savunan bazı mezheplerin görüşlerine de yer vermektedir:

Bazı kelam mezheplerine göre akıl, ruh temizliği, yani ruhun özüdür. Onlar bu ifadeyi açıklarken; Ancak akıl sahipleri anlar [397] ayetini tefsir sadedinde, lübb kelimesi için "bir şeyin özü, katıksız (saf) olanı”dır demişlerdir.

Ne Kur'an'da ne de hadislerde bunu kanıtlayacak bir delil bu­lunmadığı gerekçesi ile Hâris bu iddiayı reddeder.

Bazı alimler "Akıl, Allah'ın kullarında; arattığı, sayesinde kendi menfaat ve zararına olan şeyleri ayırabildiği, çalışarak elde edilebi­len (mükteseb) ve bilgi ile artıp gelişen bir marifettir" demişlerdir.

Biz, Muhâsibî'nin; "akıl bir marifettir" fikrine karşı olduğu ka­naatindeyiz. Muhâsibî'ye göre akıl; akıl dışında başka bir şey de­ğildir. Yani, akıl, ancak bir seciye ve bir yetidir. Marifet ise, akıl­dan meydana geldiği için aklın bir sonucudur.

Bazıları ise aklın; seciye nuru olduğunu savunmaktadırlar. İn­san, başka varlıklarla ilgili bilgileri bu nur sayesinde görür ve ifa­de eder. Nitekim gözde de görme (basar) dediğimiz ve görülebilir arlıkları görmemizi sağlayan bir nur vardır. Kalpte de bir nur bulunmaktadır [398] ki bizim bu varlıkta gizli olan ilahî hikmeti kavramamızı sağlar.[399] Haris son aşamada akıl konusundaki görüşlerini bu ifade üzerinde temellendirir. Biz, bu görüşün büyük ihtimalle Hâris'e ait bîr görüş olduğunu düşünüyoruz çünkü o, bu görüşü sa­vunan herhangi bir isim zikretmemiştir. Biz de Haris dışında aklın bir seciye nuru olduğunu savunan birine rastlamadık.

Hâris'e göre akıl; nuranî, yapısal bir varlık olduğuna göre, bu­nun tabii bir sonucu olarak aynı zamanda o, kendi kendini de tanı­yabilir. Bu durumda akıl, bu anlamı ile bilginin ilk kaynağı olmalı­dır. Yine ancak bu tanım temel alındığında başka varlıkların bilgisi mümkün olabilir.

"İşte akıl kendi kendini tanıma aracı olursa ancak ikinci adıma bir basamak teşkil eder ve insan akıl yardımı ile kendisine faydalı ve zararlı olan varlıkları bilebilir" diyen Haris fiilen aklın marifet yani bilgi olduğunu savunmaktadır. Bu noktadan itibaren Maiyetu'l-Akl’da Hâris'in akıl teorisinin pratik bir uzantısı karşımıza çık­maktadır.

İyi ve kötü, faydalı ve zararlı arasında ayrım yapabilmek için teorik anlamda potansiyel bir yeti olan akıl, aynı zamanda -bunun hemen ardından, bir sonraki aşamada ve tamamlayıcı bir unsur olarak- düşünen insanın pratik hareketlerini (sülük) tartması ve dengelemesi gereken pratik bir zorunluluk halini alır. Çünkü Allah (c) bu nuranî seciyeyi insanlara bahşettiğine göre bu aynı zamanda aklın insan aleyhine bir burhan olarak kullanılacağı anlamına da gelmektedir. Teorik açıdan karekteristik bir yeti olan akıl, pratik açıdan da bir sorumluluk ve tercih aracıdır. Ancak bu iki yönü ile birlikte ele alındığında akıl bir fonksiyon üstlenebilir. Hatta bize göre Haris nazarında aklın pratik yönü daha önemli ve tehlikelidir; çünkü potansiyel akıl, ancak pratik sonuçlan ile bir anlam ifade edebilir.

Seciye halinde sahip olduğumuz, teorik akıl ise ne hissedilebilir bir niteliğe, ne cisme, ne de bu kabil bir şeye sahiptir. Şayet onu bir nitelik ile tanımlamak gerekirse, gözlemlenebilir eylemlerin toplamıdır demek gerekir; çünkü arkaplandaki potansiyel aklı an­cak bu akledilebilir eylemler yardımı ile nitelemek mümkün olabi­lir. Bu akledilebilir eylemleri aşağıdaki şekilde özetlemek müm­kündür: [400]


[390] İbn-i Ebu'd-Dünya, el-Aklu ve Fazluhu, s. 27.

[391] el'Vasaya, s. 86; (Ata neşri).

[392] Muhasibi, el-Kevakibu'd-Dürriyye, s. 219.

[393] İbn-i Teymiye, er-Reddu ale'l-Mantıkıyyin, s. 94; Ayrıca İbnu'l-Fevzi, Kitabu'l- Ezkiya, s. 10.

[394] el-Kindi de aynı şekilde aklın seciye olduğu kanaatini benimsemiştir; Resailu'l-Kindi s. 169,312,340.

[395] Tabakatu'ş-Şafiiyye, c. 2/41; Aynı şekilde Kitabu'l-Ezkiya, s. 10.

[396] Dr. Ebu'l-Ala el-Afifi neşri; Kahire 1964, Milli Kültür ve İrşad Bakanlığı.

[397] Ra'd: 13/19.

[398] Yani, akıl.

[399] el-Gazâlî'nin Mişkatu'n-Nur isimli eserinde sözünü ettiği nur için hareket noktası­nın bu olduğundan emin olabilirsiniz.

[400] Haris El- Muhasibi, El- Akl Ve Fehmü’l Kur’an, İşaret Yayınları, İstanbul, 2003: 153-158.