- Akıl

Adsense kodları


Akıl

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Tue 3 January 2012, 07:39 pm GMT +0200
c-Akıl


Akıl şu şekilde tarif edilir: Akıl, insana (nefs-i natıkaya) mahsus “Aynı şekilde akıl da bir bilgi elde etme vasıtasıdır”
bir kuvvet olup, kişi o sayede ilim öğrenme ve idrak etme kabiliyetine sahib olur.

Şu tarifle anlatılan manâ da aynıdır: Akıl, bir garîza, yani insan­da doğuştan var olan bir sıfattır ki, duyu organlarının sağlıklı ol­ması halinde, zarurî bilgiler ona tabî olur. Yani zarurî bilgiler bu garîzayı takib eder, gariza bulununca onun peşinden zarurî bilgi­ler de mevcut olur.

Diğer bir tarif: Akıl, gâib ve meçhul olan şeyleri vasıtalı, duyu organlanyle bilinir cinsten olan hususları doğrudan ve müşâhade ile idrâk eden bir cevherdir [24].

Müellif Ömer Nesefi'nin akim bilgi vasıtası olduğunu açıklama­sı, nazariyat bahsinin tümünde mülhidlerin ve Sameniye'nin[25] ilahiyat ve metafizik konularında bazı filozofların, bu alandaki ih­tilafların çokluğunu ve görüşler arasındaki çelişkileri ileri sürerek ihtilaf çıkarmış olmaları (ve metafizik konularda nazarî aklı delil olarak kabul etmemeleri) dir.

Bu görüşe verilen cevap şudur: Nazarın (ve düşüncenin) bozuk çalışmasından ileri gelen ihtilaf çokluğu ve çelişkili görüşleri, akla dayanan sıhhatli nazar ve düşüncenin ilim ifade etmesine aykırı değildir. Ayrıca “Akıl, metafizik konularda delil değildir”, sözü na­zarî akla dayanan bir istidlaldir. Bu sözle, reddedilen şey kabul edilmiş, böylece bir çelişkiye düşülmüştür. (Nazarî akla dayanarak me­tafizik konularda «şu vardır, şu şöyledir” diye müsbet hüküm ve­rilemezse: “Şu yoktur, şu şöyle değildir”, tarzında menfî hükümler de verilemez. Verilirse tutarsız ve çelişkili bir durum hasıl olur).

Eğer derlerse ki, bizim sözümüz “fasid ve hatalı olan bir görü­şe, fasid ve hatalı olan diğer bir görüşle karşı çıkmaktan (muaraza) ibarettir”. O zaman deriz ki: Şayet sizin bu sözünüzde bir manâ ve gerçeklik payı varsa, nazari akıl faydasız değildir; eğer bir manâsı yoksa, o zaman da bu bir muaraza ve karşı çıkma niteliğinde değildir [26].

İtiraz: Nazarî akim ilim verdiği kabul edilse, bu ilim ya zarurî nazari olur. Eğer zarurî ise, ihtilaf konusu olmaması gerekirdi, “Bir  ikinin yarısıdır”, hükmünde ihtilaf edilmediği gibi.

Eğer nazarî ise, nazari bir konunun yine nazari olan bir konu ile kabul edilmesi (gibi çelişkili bir durumun meydana gelmesi) lazım gelir. Bu ise (fâsid) bir devirdir.

Cevap: Bazan idrâk eksikliği veya inadcılık gibi bir sebeple zaruriyâtta ihtilaf vaki olur. Akıllı ve âlim kişilerin bu husustaki itti­fakı, eser ve neticelere dayanılarak yapılan (kıyas ve) istidlaller ve hadiselerin şehadeti göstermektedir ki, yaratılış itibariyle insanlar­da mevcut olan akıllar birbirinden farklıdır.

Bazan nazarî bir konu, “nazari” denilmeyecek kadar özel olan diğer nazarî bir konu ile (Küllî olan nazarî bilgiler, cüz'î olan na­zarî bilgilerle) sabit olabilir. Meselâ: “âlem (mütegayyir ve) değiş­kendir. Her değişken hadis ve sonradan olmalıdır”, cümleleri âlemin hadis olduğu konusunda zarurî bir bilgi verir. Bu, bahis konusu na­zarî meselenin hususiyetinden değil, fakat bu nazari konunun sıh­hatli ve gerekli şartları toplamış olmasından ileri gelmektedir. Şu halde gerekli şartlara haiz olan sıhhatli her nazarî akıl (ve düşünce) ilim ifade eder, bilgi elde etme vasıtası olur.

Köküne inip bu itirazı reddetmek, bu eserin hacmına uygun ol­mayan geniş açıklamalar gerektirmektedir. (Onun için inceleme ve araştırmalarımızı genişletmiyoruz).

Akılla kabul edilen ilim nevinden olmak üzere: “Bedihî ve apa çık olarak sabit olan”, yani akim hedefe ilk defa yöneltilmesiyle derhal kavranan ve düşünmeye ihtiyaç bırakmayan bilgile­re “zarurî ilim”, denir. “Bütün parçasından büyüktür, hükmün­deki bilgi gibi” [27].

Şüphe yok ki, “bütün”, “parça” ve “büyük” tabirlerinin tered­dütsüz kavranması için hiç bir sebep yoktur. “Bir insanın eli kendi­sinden daha büyük olabilir”, zannına kapılıp, bu konuda hüküm vermede duraklayan kimse “parça” ve “bütün” tabirlerinin manâla­rını kavramamış demektir.

“Akim istidlali ile sabit olan bilgiler iktisabîdir”
Delile dayanan nazarî ve istidlali bilgiler, ister illetten malûle ve sebepten neticeye - ateşi gören bir şahsın, onun dumanı da ola­cağına intikal etmesi gibi- intikal olsun, ister ma'lûlden illete ve neticeden sebebe - dumanı gören bir şahsın, onun ateşi de olacağına hükmetmesi gibi - intikal olsun iktisabıdır. Özel bir manâda bi­rincisine “talil”, ikincisine “istidlal”, denir. Yani kesb ile (ve çalışarak) elde edilmiştir. Burada kesb sözünden maksat doğrudan doğruya irâde ile sebeplere sarılmaktır. İstidlali konular­da aklı ve fikrî öncüllere yöneltmek, hissi konularda bir şeyi işitmek için kulak kesilmek ve bir şeyi görmek için gözü dört açmak gibi.

Bu duruma göre iktisabı, yani irâde ile kazanılan bilgi istidlali bilgiden daha umumî bir ifadedir. Zira sadece delile bakma sonu­cunda hasıl olan bilgiye istidlali ilim denir. Bu duruma göre istidlali olan her bilgi aynı zamanda iktisabîdir, ama bunun aksi böy­le değildir. Meselâ, irâde ve ihtiyar ile bakmak ve bir şeyi görmek neticesinde hasıl olan bilgi istidlali değildir.

Zarurî bilgi: Bazan iktisabı bilginin zıddına zarurî bilgi denilmiş ve bu da, “Elde edilmesi insanın gücü (ve irâdesi) dahilin­de olmayan bilgidir”, şeklinde tefsir edilmiştir. Bazan da istidlali bilginin zıddına zarurî bilgi adı verilmiş ve bu da, “Delil üzerinde düşünüp taşınmadan öğrenilen bilgidir” tarzında izah edilmiştir; Bu noktadan hareket eden bazı âlimler duyu organlarıyle hâsıl olan bilgiyi “iktisabî” saymışlardır. Yani onlara göre bu çeşit bilgiler, ira­deli olarak doğrudan sebep ve vasıtalara başvurularak elde edilmek­tedir. Diğer bazıları ise hisse dayanan bilgileri “zarurî bilgi” olarak kabul etmişlerdir. Yani onlara göre bu nevi bilgiler kıyas ve istidlal yapmadan hasıl olmaktadır.

Verilen izahattan aşikâr olarak anlaşılmıştır ki, EI-Bidâye mü­ellifi (Sabûnî)nin[28] şu sözleri arasında bir çelişki yoktur: “Hadis (olan beşerî) ilim iki çeşittir:

1. Zarurî  ilim:Kulun irâdesinin ve çalışmasının tesiri olmaksızın Allah Taâlâ'nın insanda icad ettiği bilgidir. İnsanın kendi varlığı ve hallerinin değişmesi hakkında sahip olduğu bilgisi gibi.

2. İktisabî ilim: Kulun kazanması vasıtasiyle Allah Taâlâ'nın insanda yarattığı bilgidir. Burada kesb ve  kazanmadan maksat, insanın bilgi elde etme vasıtalarına doğrudan başvurması­dır, îlim elde etme vasıtaları ise üçtür.

a) Selim (sıhhatli ve kusursuz) duyu organları,

b) Haber-i sâdık,

c) Nazarî (ve istidlali) akıl.

el-Bidâye müellifi daha sonra diyor ki: “Nazarî akılla hasıl olan ilim de iki nevidir:

1. Zarurî ilim. Bu, düşünmeye ihtiyaç göstermeden ilk nazarda hasıl olan bilgidir. Bütün parçasından büyüktür, önermesiyle ilgili bilgi gibi.

2. İstidlali ilim. Bu, bir nevi düşünmeye ihtiyaç gösteren bir bilgidir. Dumanı görünce, orada bir ateşin de olabileceğini bilmek gibi.”

Feyz yolu ile kalbe gelen bir manâdır, şeklinde tefsir ve tarif edilen, “İlham, hak ehli olanlara göre bir şeyin sıhhatini bilme konusunda ilim elde etme vasıtası değildir”. Onun için yukarda geçtiği üzere “îlim elde etme vasıtaları neden üçten ibaret gö­rüldü”, diye itiraz edilemez.

Ömer Nesefî'nin “îlham bir şey konusunda ilim vasıtası değil­dir”, demesi daha uygun olurdu. (Yani ilhamla ilgili tarifte “mari­fet” yerine “ilim” tabirinin kullanılması, sıhhat sözünü kullanma­ması daha doğru olurdu). Ancak müellif Nesefî bununla, marifetle ilmin aynı manâya geldiğini kastettiğini anlatmak istemiştir. O, ba­zılarının “mürekkep ve küllî bilgilere ilim, basit ve cüz'î bilgilere marifet denir”, şeklindeki ve özel mahiyetteki ıstılahî manâsını kasdetmemiştir. Ancak tarife özel olarak “sıhhat” kaydım koymasının hiç bir izah. şekli yoktur. Öyle anlaşılıyor ki, müellif Nesefî, bunun­la, “Herkes için bilgi edinme vasıtası değildir, başkasına karşı delil olarak kullanılmaya elverişli de değildir”, manâsım kasdetmektedir. Aksi halde, ilhamla ilim hâsıl olduğu konusunda şübhe yoktur. Bu hususla ilgili hadisler mevcuttur. Bir çok seleften bununla ilgili menkıbeler nakledilmiştir [29].

Âdil kimselerin verdigi haber (haber-i vahid) müctehidin taklid edilmesi ise ,zan  ve daima degişmesi ihtimali bulunan “kesin inanc”(itikad-ı cazim) ifade eder. Müellif  Nesefi zannı ve zeval bulması muhtemel olan kesin inancı “ilim” kavramının dışında  bırakmak istemiştir. Aksi halde ilim elde etme sebeplerini üçe inhisar ettirmesinin izah şekli olmazdı. [30]


[24] Filozoflara    dayanan kelâmcılar akim,  heyulâî akıl,  bi'l-meleke  olan akıl, bi'l-fiil olan akıl ve Müstefad olan akıl gibi düşünce nevilerinden bahsederler.

[25] Sümeniye veya Sameniye bir nevi Hind sofistleridir. Bk. Ülken H.Z., İslâm felsefesi tarihi, s. 49  (İst. 1957).

[26] Nazarî  aklın tabiatötesi   (maverayı tabiat,     maba'dettabia,   metafizik) konularda verdiği hükümlere güvenilemeyeceğini ileri  süren bazı Selefüer ve sûfîler de bu noktada kelâma karşı çıkmışlardır. Alman filo­zofu Kant da    Allah'ın varlığının nazarî akıl  (akl-ı mahz)  ile kabul edilemeyeceğini, akl-ı ameli  (pratik akıl) ile kabul edileceğini savun­muştur. Metafiziğe yapılan en kuvvetli ve en sürekli itirazlar, “ilahi­yatçılar metafizik konularda durmadan ihtilaf ediyorlar, birbiriyle çe­lişen açıklamalar yapıyorlar, şayet bu sahada saf ve nazarî akılla bir gerçeğe ulaşmak mümkün olsaydı, bu durumun mevcut olmaması ge­rekirdi..”şeklindedir.  Kelâmcılar,  ilahiyatçı  filozoflar  gibi   metafizik konularda birtakım hakikatlerin mevcut olduğunu, bu gerçeklerin na­zarî akıl ve istidlallerle bilinebileceğini ısrarla savunmuşlardır,

[27] Kıyasın tatbik konusu olan beş sanat şunlardır: Burhan, cedel, hatabe, şiir, safsata. Kıyas ve istidlal vasıtasıyle bir bilgi elde etmenin ve bir gerçeği öğrenmenin yolu bu beş sanattan biridir. Bir kıyasla, yukardaki beş neticeden birine ulaşmak, kıyasta kullanılan mukaddem ve öncüllere göre değişir. Kaziye ve önermelerin muhtevasını teşkil etmesi bakımından öncül olarak kullanılan kaziye ve Önermeler yedi çeşittir.

A,Yakîniyât: Kesin hükümler ihtiva eden  önermelere yakîniyat adı verilir. Bunlar da iki nevidir: Bedîhiyat, nazariyat.

I. Bedîhiyât: Bir hükmün ve kaziyenin doğruluğu, hiç bir delile muh­taç olmadan kabul edilecek kadar akla açık olursa, bu nevi önermele­re bedîhiyât {apaçıkçılık, aksiom)  adı verilir. “Bütün, parçasından bü­yüktür” hükmü gibi. Bu çeşit önermelerin altı çeşidi mevcuttur.

a)  Evveliyat: Zihnin vasıtasız olarak    kabul ettiği önermelerdir. “Bir, ikinin yarısıdır”, “toprak ateş değildir”, gibi.

b) Fıtriyât: Zihnin, ara ve orta bir terim vasıtasıyle doğruluğunu apa­çık olarak kabul ettiği    önerme ve hükümlerdir.  “Dört çifttir”, gibi. Dördün çift olduğunu anlayabilmek için, bu sayının ikiye bölünür ni­telikte olup olmadığım, ara ve orta bir terim olarak  gözönünde bulun­durmak gerekmektedir. Bu çeşit bilgiler, doğuştan insanda var olduğu için fıtriyât denilmiştir.

c) Müşahedât: Duyuların doğrudan doğruya idrâk ettikleri hükümler­dir. Bu idrâk dıştaki beş duyu (havass-ı zahire) yolu ile hasıl olursa, “Hissiyat, içteki duyular (havass-ı bâtına) vasıtasıyle hasıl olursa, vicdaniyât adını alır. Batınî beş his: müşterek his, vehm, hayal, mutasarrife, hafıza.

Hissiyata misâl:  “Güneş ışık verir, kar soğuktur”.

Vicdaniyata misâl: “Kişinin aç, susuz ve elemli olduğunu bilmesi...”

d) Hadsiyât: Gizli ve hızlı, fakat doğru bir kıyasla zihnin süratle ne­ticeye intikal  etmesi ve sonucu derhal  sezmesidir. Misâl: “Ay ışığını güneşten alır”.

e)  Mücerrebât:  Tecrübe ile öğrenilen kesin hükümlerdir.  Misâl: “Şa­rap insanı sarhoş eder”.

f) Mütevatirât: Akıl için imkânsız görünmemesi şartıyle, yalan üzerine birleşmeleri âdeten imkânsız olan bir topluluğun verdiği haberler de kesinlik ifade eder. Misâl:  “Mekke vardır”.

İlk iki çeşit bedîhiyata, “bedîhiyat-ı akliye”, ikinci iki çeşit bedihiya-ta ise “bedîhiyat-ı hissiye” denir.

II. Meşhûrat: Ya bütün insanlar veya insanların büyük bir kısmı ta­rafından doğru olarak kabul edilen  öncüller ve hükümlerdir. Herkes tarafından iyi kabul edilen önermeler: “Adalet iyidir, zulüm kötüdür”. Bir kısım insanlar tarafından muteber sayılan önermeler: Dinî, kavmi ve millî gelenek ve görenekle ilgili olarak söylenen vecizeler.

III. Müsellemdi: Bir tartışmada hasım durumunda bulunan iki tara­fın da doğruluğunu kabul ve teslim ettikleri önermelerdir:  “Hz. Muhammed semâya nasıl çıktı? diye itiraz eden bir Hıristiyana bir müslümanın, “Hz. İsa nasıl çıktıysa Öyle”, demesi gibi.

Harikulade haller her iki din mensuplarınca da mümkün ve vaki gö­rülmektedir.    '

IV. Mukbûlât: Otorite ve salahiyetli kabul edilen kişilerin sözleri. Hz. Ali: “Adalet mülkün temelidir”, “bana bir harf Öğretenin kulu olu­rum”.

V.  Zanniyât:  Zan  ve  tahmine  dayanan     hükümlerdir.  Gece  dolaşan bir adam için, “Bu hırsızdır”, denmesi gibi.

VI.  Muhayyeldi:  Doğru olmadıkları bilindiği halde sırf neşe vermek veya nefret uyandırmak için söylenen sözler: “İçki akıcı bir yakuttur”, “bal iğrenç bir kusmuktur”.

Fakat daha ziyade hayal gücüne dayanarak şair ve ediblerin yaptıkları temsil ve teşbihlere muhayyelât adı verilmektedir.

VII. Vehmiyût: Kuruntuya dayanan hükümlerdir. Görünen varlıklara bakarak, “her varlık mekânda yer tutar”, demek ve Allah'ın da mekânı olduğunu söylemek gibi.

Yedi çeşit önerme (kaziye ve mukaddime) ve hükme göre beş sanat şu şekilde meydana gelir:

1.  Burhan ve hüccet: Öncülleri yakîniyât yani bedîhiyât ve nazariyat olan kıyastır. Verdiği bilgi yakın ve kat'iyet ifade eder.

2. Cedel   (diyalektik):  Öncülleri meşhûrat ve müsellemat olan kıyas­tır. Gayesi ikna ve tatmindir. Kelâmda burhan ve cedel geçerlidir.

3. Hatabe veya Hitabe: Öncülleri makbûlât ve zanniyât olan kıyastır Gayesi vaaz, nasihat ve öğüttür. Tasavvufta, irşaddâ ve vaazlarda bu çeşit delil ve kıyaslar kullanılır.

4.  Safsata: Öncülleri    vehmiyat olan kıyastır, kasten   yapılırsa buna mugalata denir.

5.  Şiir: Öncülleri muhayyelât olan kıyastır.

B. Nazariyat: Akıl tarafından kesin olarak kabul  edilmeleri için bir delile   (kıyasa ve istidlale)   ihtiyaç  gösteren  önermelerdir:   “Âlem hâdistir”. Bu önermenin doğruluğunu ispat eden kıyas ve delil şudur: Âlem  (müteggayir ve)   değişkendir   (Kübra, büyük öncül). Her değişken hadistir.   (Suğra, küçük öncül).

O halde âlem sonradan olmadır.  (Netice, dava, matlub-ı haber). Kelâm ilminde bu çeşit nazarî ve teorik kıyas ve hükümler çok geniş olarak kullanılır. Hatta geniş ölçüde kelâm, tamamiyle nazarî hüküm­lerden ibarettir. Bazan  nazariyecilik spekülasyon haline  gelir. Felsefe kendi bilgi sisteminin burhana ve delile dayandığım ileri sürer. Fakat kelâm bunu reddederek kendilerinin ehl-i burhan olduğunu ile­ri  sürer. Aslında mantık kitaplarında mevcud olması lazım gelen bu bilgilere  Cürcanî'nin Mevâkıf şerhi,  Taftazânî'nin Makâsıâ.  şerhi  gibi eserlerde geniş yer ayrılmıştır. Bu hususları iyice bilmeden kelâm tam olarak anlaşılmaz.

[28] el-Bidâye mine'l-Kifâye fî usûli'd-din, Nureddin Ahmed b. Mahmud Sabûnî'nin eseridir. Bu eser evvela 1969'da Mısır'da daha sonra 1979'da Bekir Topaloğlu tarafından Ankara'da Matûridî akaidi adiyle neşr edilmiştir. Katip Çelebi Keşfu'z-zunûn'da (bk. I, 229) Ebu Turab İbra­him b. Abdullah'ın el~Bidâye fi'l-kelâm isimli bir eserinden de bahse­der. Taftazânî, Sabûnî'nin fikirlerini, kısaltarak ve özet olarak nakletmiştir.

[29] Kelâm ilminde sadece peygamberlerin ilhamı bilgi kaynağı olarak ka­bul edilir. îlham, feyz yolu ile kalbe ilkâ olunan manâdır, diye tarif edilir. Fakat Gazali, Kiyâlhisarî, Razî ve Amidî gibi en büyük kelâmcılar nazar ve istidlal bahis konusu olmaksızın ilhamla “yakinî ve kat'î” bilgilerin elde edileceğini kabul ederler. Bu halde, keşif ve il­hamla hasıl olan kesin bilgiler, kelâmcıların kabul ettikleri zarurî bil­giler nevinden sayılmaktadır. Fakat ilhamı vehimden ayırarak onu âyet ve hadisle kontrol etmelidir. Bu şekilde kabul edilen ilham bile dinler ve mezhepler konusundaki tartışmalarda Ölçü değildir. Bk. İz mirli,a.g.e.l,59.

İlham, umumi, külli ve kesin bir bilgi vasıtası değildir. Özel, cüzî ve vasıtasıdır.Hucce-i muteaddiye ve mülzime değildir.Yani başkası bağlamaz.   Huccet-i  lâzimeâıv,  sadece ilhama mazhar olan şahsı baglar. Fakat kıyas ve istidlalle ortaya konulan içtihadı bil­gilerde de durum böyledir. Bir müctehidin içtihadı diğer bir müctehidi  bağlamadıgı gibi  bütün müslümanları da bağlamaz. Bu bakımdan esas nitelikleri itibariyle aynıdır. Zaten sûfîlerin yaptıkları ictihatlara çoğu zaman keşf ve ilham, fıkıhçılann ilham ve buluşlarına da ictihat adı verilmektedir.

Kelamda ve fıkıhta ilhamın delil kabul edilmemesinden daha tabiî bir şey yoktur. Herkes kendi ilhamına ve hissine, yani sezgi gücüne göre konu tartışma yolu ile müsbet bir şekilde neticelendirilemez.Zira ilham temel özelliği enfüsî  (subjektif)  olmasıdır. Halbbuki kelam daima afakî (objektif) olmaya büyük önem vermiştir.

[30] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 115-122.