- Ahmet Hamdi Tanpınar

Adsense kodları


Ahmet Hamdi Tanpınar

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 11 July 2012, 06:39 pm GMT +0200
Ne içinde ne de büsbütün dışında: Ahmet Hamdi Tanpınar
Celil CİVAN • 72. Sayı / DİĞER YAZILAR


“Ne içindeyim zamanın/ne de büsbütün dışında” diyordu ünlü şiirinde Ahmet Hamdi Tanpınar. 24 Ocak 1962’de İstanbul’da vefat eden Tanpınar’ın kaderi, bir eşikte kalmış olmaktı belki de. Tanpınar, başta üstadı Yahya Kemal gibi dönemin birçok aydınıyla aynı ıstırabı çekiyordu: Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken yeni bir cumhuriyet kuruluyordu. Üç gün önce Osmanlıca yazıp çizen, klasik musiki dinleyenler birden bire Latin harflerine geçmişler, Klasik Batı müziği dinler hâle gelmişlerdi. Tarih Osmanlıyı unutup Uzak Asya’dan başlar olmuştu. İbadete odaklı “Müslüman saatin” yerini gündelik iş hayatını düzenleyen ilerlemeci ve soyut bir zaman almıştı. Doğu ile Batı, imparatorluk ile ulus devlet, Türk ve Avrupalı arasında kalan aydınların hayatı bir tereddüdün romanını andırıyordu. Tanpınar’ın yazdıkları kadar hayat hikâyesi de benzer bir tedirginliği içeriyordu.

Şerif Mardin Jön Türkler ile ilgili çalışmasında, özellikle Fransa’yla entelektüel bağ kuran bu kesimin asıl amacının memleketi kurtarmak olduğunu söylüyordu. Bu yüzdendir ki bir tür toplum mühendisliği olan pozitivizmin cazibesine kapılmışlar, yüzeysel bir modernlik algısıyla medenileşmeyi kılık kıyafetle, dildeki değişimle, dinin hayattan uzaklaştırılmasıyla, başka bir deyişle şekilcilikle özdeşleştirmişlerdi. Mardin aydın yerine “okumuş” dediği bu kesimin el kitapları ve üçüncü sınıf yazarlarla yetindiklerini de ekler. Dolayısıyla pozitivizmleri bile derin değildi. Devleti kurtarma amacını güden Jön Türkler pozitivizmde amaçlarına uygun elitist bir yön gördüler ve kullandılar (Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, İletişim Yay.).

Benzer bir durum cumhuriyetin ilk yıllarındaki okuryazar kesim için de geçerliydi bir bakıma. Batı’da “Batı’nın çöküşü, Avrupa’nın krizi, teknolojinin insan üzerindeki olumsuz etkileri,” gibi meseleler tartışılırken Avrupa’yla irtibat kuran okumuşlar hâlâ pozitivizmden, ilerlemecilikten ve Batıcılıktan söz ediyorlardı. Söz konusu tartışmalar, yönünü Batı’ya çevirmiş bir ülkenin yol haritası için uygunsuz olduğu için ya görmezden gelinmişti ya da daha kötüsü görülmemişti bile.

Bu bakımdan Tanpınar ve başka yazarların Fransız felsefeci Henri Bergson’dan etkilenmeleri bu pozitivist anlayışla tezat oluşturur. Ancak Bergson, Tanpınar için “yaşam enerjisi” ve “irade” olduğu kadar yeni cumhuriyetin rejimiyle dengelemek istediği milliyetçilikle de uyuşuyordu: “Bergsonculuk, dayandığı romantik-irrasyonalist eğilimler dolayısı ile değişim ve yeniliği yaratan toplumsal ve siyasal dinamikleri ateşlemeyi hedefleyen dönemin ulusçu aydınlarının iradeci aydınlarına uygun bir felsefî dil sağlamaktadır.” (Nazım İrem, “Muhafazakâr Modernlik, ‘Diğer Batı’ ve Türkiye’de Bergsonculuk”, Toplum ve Bilim, Sayı: 74’den aktaran Mehmet Aydın, “Kayıp Zamanın İzinde” Ahmet Hamdi Tanpınar, DoğuBatı Yayınları, s. 104.) Zira pozitivizmin toplum ve yasalarına karşı Bergsonculuk birey ve iradeyi ön plâna çıkarıyordu.

Ancak Tanpınar’ın Bergsonculuğu rejimin pozitivist elitizmine birebir muhalif bir tavır değildi. Yukarıdan yapılacak bir devrim yerine halkın da iştirak ettiği bir yenileşmeyi savunuyordu. Manevi değerlere ve “mazi”ye önem veren Tanpınar’ın siyasi kişiliği ulus-devletin sınırlarını aşmıyordu. Bu bakımdan mesela azınlıklara bakış açısı ulus-devletin görüşleriyle örtüşür. Keza 27 Mayıs darbesinden sonra yazdığı “Suçüstü” isimli yazıda da Menderes’e hakaret eder ve orduyu alkışlamaktan kaçınmaz. Ancak burada belki de Enis Batur’un Yahya Kemal için dediği gibi Tanpınar da rejimle başının derde girmesini istemiyordu. Bir bakıma olabildiğince uzakta durmaya çalışıyordu. Romanlarında alegorik bir biçimde devrimleri ince bir ironiyle ele alan Tanpınar, gündelik hayatında muhalif olmaktan uzak duruyordu.

Romanlarındaki bu eleştirel ve muhalif tutuma rağmen Tanpınar’ın günlük ve mektupları, yazarın yaşadığı kafa karışıklığını, tereddüdü gösterir. Kendimize özgü bir şekilde “Avrupalılaşmamız” gerektiğini söyleyen yazar da kendisini “garplı” olarak niteler. Gene de mazinin ve halkın inançlarının farkındadır. Müslümanlığın bu toprakların en önemli niteliği olduğunu bilir ve bundan vazgeçilmemesini ister. Batılılaşmayı sanayileşmek ve müreffeh olmak diye anlayan Tanpınar bu meydana geldiğinde “kendimizle barışacağımıza” inanır. Bu bağlamda yazar, yönetici elitin halkı ve inançlarını dışlayan Batıcılığının aksine halkın inanç ve duyuşuna önem veren bir Batıcılığı savunur gibi görünmektedir. Geleneklerden vazgeçemediği gibi cumhuriyet modernleşmesine de karşı çıkmayan yazar döneminin aydınları gibi tedirgin ve kararsız bir şekilde eşikte yaşamıştır. Hayatında tezatlar olsa da -belki de tastamam bu yüzden- Türk edebiyatının en önemli romanlarını yazan Tanpınar cumhuriyetin “ne içinde ne de büsbütün dışında” kalmıştır.