armi
Thu 15 October 2009, 05:56 pm GMT +0200
Osmanlı âlim ve velîlerinin en meşhûrlarından. Büyük devlet ve ilim adamı. Asıl ismi Ahmed Şemseddîn'dir. Dedesi Kemâl Paşaya nisbetle "İbn-i Kemâl" veya "Kemâl Paşazâde" diye tanınmıştır.
Ahmed Şemseddîn 1468 (H.873) yılında Tokat'ta doğdu. Bâzı kaynaklarda ise Edirne'de doğduğu rivâyet edilmektedir. Babası Süleymân Çelebi, devrinin tanınmış kumandanlarındandı. Amasya ve Tokat sancakbeyliklerinde bulunan Süleymân Çelebi 1530 yılında İstanbul'da vefât etti. Annesi ise Fâtih Sultan Mehmed devri âlimlerinden İbn-i Küpeli'nin kızıdır. Ayrıca annesi büyük âlim Yûsuf Sinânüddîn Efendi ile de akrabâdır.
Baba tarafından asker, anne tarafından ise ilim ile meşgûl olan bir âileye mensup bulunan İbn-i Kemâl, küçük yaştan îtibâren âilesinin nezâretinde iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Daha sonra baba mesleği olan askerlik yolunu seçti. Altı-bölük sipahisi olarak Sultan İkinci Bâyezîd Hanın seferlerine katıldı.
Ancak bu sırada karşılaştığı bir hâdise onun hayâtını, geleceğe yönelik plânlarını tamamen değiştirerek baba mesleği olan askerliği bırakmasına ve ilmiye sınıfına geçmesine sebeb oldu. Kendisi bu olayı şöyle nakletmektedir:
Sultan İkinci Bâyezîd Han ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halîl Paşanın oğlu İbrâhim Paşaydı. Şanlı, değerli bir vezirdi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de kumandan vardı. Kumandanlardan hiçbiri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise, vezîrin ve bu kumandanın huzûrunda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defâsında, eski elbiseler giyinmiş biri geldi. Bu, kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Buna hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim olduğunu sordum. "Filibe Medresesi müderrisi, âlim bir zattır. İsmi MollaLütfi'dir." dedi. "Ne kadar maaş alır." dedim. "Otuz dirhem." dedi. "Makâmı bu kadar yüksek olan bu kumandandan yukarı nasıl oturur?" dedim. "Âlimler, ilimlerinden dolayı tâzim ve takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezîr buna râzı olmazlar." dedi. Düşündüm, "Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi olurum." dedim ve ilim tahsîl etmeye niyet ettim.
Nitekim İbn-i Kemâl ordu ile Edirne'ye dönünce bu düşüncesini tatbik mevkıine koydu. Askerlikten ayrılarak ilim tahsîline başladı. Bu sırada Molla Lütfi, Edirne'deki Dârü'l-hadîs'e tâyin edilmişti. İbn-i Kemâl bir müddet onun derslerine devâm etti. Kendisinden Şerhu'l-Metali' ve haşiyelerini okudu. Arkadaşları arasında zekâsı, kavrayış kabiliyeti ve yeteneği ile temâyüz etti. Kısa sürede ilimde yüksek makamlara kavuştu. Daha sonra Kestelli Muslihiddîn Mustafa Efendi, Hatîbzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi ve Muârifzâde Sinânüddîn Yûsuf Efendilerden usûl ve tefsîr dersleri alarak tahsîlini tamamladı.
İlim adamlarına fevkalâde hürmet gösteren ve onları teşvik eden İkinci Bâyezîd Han, İbn-i Kemâl'in bilgi ve istidâd yönünden sâhib olduğu değerleri duyunca kendisini Edirne'de Taşlık Medresesine tâyin etti. Ayrıca İdris-i Bitlisî'nin Farsça yazdığı Heşt Behişt adlı Osmanlı târihine benzer Türkçe bir Osmanlı Târihi yazmasını istedi ve bu iş için kendisine otuz bin akçe ihsân eyledi.
İbn-i Kemâl 1511 yılında günlük kırk akçe ile Üsküp'teki İshak Paşa Medresesine nakl edildi. Bir yıl kadar sonra Edirne'deki Halebiye Medresesine tâyin edildi. Bu sırada Osmanlı Devleti içerisinde şehzâdeler kavgası kızışmıştı. Doğuda Şâh İsmâil, Osmanlı Devletinin bütünlüğünü tehdîd ediyordu. Ahmed ibni Kemâl hazretleri bu nâzik devrede devlet idâresi ve siyâset hakkında görüşlerini ortaya koyarak devlet adamlarının dikkatini çekti. Onun bu görüşleri şöyle özetlenebilir:
1. Saltanat ve mevkı Allahü teâlânın takdiri ile olur. Allah vergisidir.
2. Ordunun görevi memleketi korumak ve gerekirse ölümlerin en güzeli ve en şereflisi olan gazâda ölmektir. (Nitekim şiirinde de;
"Ölümden kurtuluş yoktur cihânda
O derdi çekmez olmaz ins-ü canda
Kişinin ömri çünkim âhir ola
Yeg olur kim gazâ yolunda öle"
demek sûretiyle Allahü teâlânın dînini yaymak için çarpışırken ölmenin ehemmiyetini çok güzel anlatmaktadır.)
3. İdâreci güzel silâh kullanacak ve tedbir sâhibi olacaktır.
4. Düşmanı hor ve küçük görmemeli ve plânlı olmalıdır.
5. Siyâset yâni idâre çok mukaddes bir vazîfedir. Herkes bunu yapamaz. Bâzı kâbiliyetler doğuştan veya irsî olarak verilmiştir.
6. Bir memlekette bir idâreci bulunmalı o da âdil, ihsânı bol, affedici, büyüğüne hürmetli ve saygılı olmalıdır.
7. İdâreci, adamı elde etmeyi bilmeli, tehlikeleri işâret edip, onları ne yolla avlarsa avlayabilmelidir.
8. İdâreci kiminle harb ve kiminle sulh yapacağını iyi bilmelidir.
Ahmed Şemseddîn 1468 (H.873) yılında Tokat'ta doğdu. Bâzı kaynaklarda ise Edirne'de doğduğu rivâyet edilmektedir. Babası Süleymân Çelebi, devrinin tanınmış kumandanlarındandı. Amasya ve Tokat sancakbeyliklerinde bulunan Süleymân Çelebi 1530 yılında İstanbul'da vefât etti. Annesi ise Fâtih Sultan Mehmed devri âlimlerinden İbn-i Küpeli'nin kızıdır. Ayrıca annesi büyük âlim Yûsuf Sinânüddîn Efendi ile de akrabâdır.
Baba tarafından asker, anne tarafından ise ilim ile meşgûl olan bir âileye mensup bulunan İbn-i Kemâl, küçük yaştan îtibâren âilesinin nezâretinde iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Daha sonra baba mesleği olan askerlik yolunu seçti. Altı-bölük sipahisi olarak Sultan İkinci Bâyezîd Hanın seferlerine katıldı.
Ancak bu sırada karşılaştığı bir hâdise onun hayâtını, geleceğe yönelik plânlarını tamamen değiştirerek baba mesleği olan askerliği bırakmasına ve ilmiye sınıfına geçmesine sebeb oldu. Kendisi bu olayı şöyle nakletmektedir:
Sultan İkinci Bâyezîd Han ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halîl Paşanın oğlu İbrâhim Paşaydı. Şanlı, değerli bir vezirdi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de kumandan vardı. Kumandanlardan hiçbiri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise, vezîrin ve bu kumandanın huzûrunda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defâsında, eski elbiseler giyinmiş biri geldi. Bu, kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Buna hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim olduğunu sordum. "Filibe Medresesi müderrisi, âlim bir zattır. İsmi MollaLütfi'dir." dedi. "Ne kadar maaş alır." dedim. "Otuz dirhem." dedi. "Makâmı bu kadar yüksek olan bu kumandandan yukarı nasıl oturur?" dedim. "Âlimler, ilimlerinden dolayı tâzim ve takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezîr buna râzı olmazlar." dedi. Düşündüm, "Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi olurum." dedim ve ilim tahsîl etmeye niyet ettim.
Nitekim İbn-i Kemâl ordu ile Edirne'ye dönünce bu düşüncesini tatbik mevkıine koydu. Askerlikten ayrılarak ilim tahsîline başladı. Bu sırada Molla Lütfi, Edirne'deki Dârü'l-hadîs'e tâyin edilmişti. İbn-i Kemâl bir müddet onun derslerine devâm etti. Kendisinden Şerhu'l-Metali' ve haşiyelerini okudu. Arkadaşları arasında zekâsı, kavrayış kabiliyeti ve yeteneği ile temâyüz etti. Kısa sürede ilimde yüksek makamlara kavuştu. Daha sonra Kestelli Muslihiddîn Mustafa Efendi, Hatîbzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi ve Muârifzâde Sinânüddîn Yûsuf Efendilerden usûl ve tefsîr dersleri alarak tahsîlini tamamladı.
İlim adamlarına fevkalâde hürmet gösteren ve onları teşvik eden İkinci Bâyezîd Han, İbn-i Kemâl'in bilgi ve istidâd yönünden sâhib olduğu değerleri duyunca kendisini Edirne'de Taşlık Medresesine tâyin etti. Ayrıca İdris-i Bitlisî'nin Farsça yazdığı Heşt Behişt adlı Osmanlı târihine benzer Türkçe bir Osmanlı Târihi yazmasını istedi ve bu iş için kendisine otuz bin akçe ihsân eyledi.
İbn-i Kemâl 1511 yılında günlük kırk akçe ile Üsküp'teki İshak Paşa Medresesine nakl edildi. Bir yıl kadar sonra Edirne'deki Halebiye Medresesine tâyin edildi. Bu sırada Osmanlı Devleti içerisinde şehzâdeler kavgası kızışmıştı. Doğuda Şâh İsmâil, Osmanlı Devletinin bütünlüğünü tehdîd ediyordu. Ahmed ibni Kemâl hazretleri bu nâzik devrede devlet idâresi ve siyâset hakkında görüşlerini ortaya koyarak devlet adamlarının dikkatini çekti. Onun bu görüşleri şöyle özetlenebilir:
1. Saltanat ve mevkı Allahü teâlânın takdiri ile olur. Allah vergisidir.
2. Ordunun görevi memleketi korumak ve gerekirse ölümlerin en güzeli ve en şereflisi olan gazâda ölmektir. (Nitekim şiirinde de;
"Ölümden kurtuluş yoktur cihânda
O derdi çekmez olmaz ins-ü canda
Kişinin ömri çünkim âhir ola
Yeg olur kim gazâ yolunda öle"
demek sûretiyle Allahü teâlânın dînini yaymak için çarpışırken ölmenin ehemmiyetini çok güzel anlatmaktadır.)
3. İdâreci güzel silâh kullanacak ve tedbir sâhibi olacaktır.
4. Düşmanı hor ve küçük görmemeli ve plânlı olmalıdır.
5. Siyâset yâni idâre çok mukaddes bir vazîfedir. Herkes bunu yapamaz. Bâzı kâbiliyetler doğuştan veya irsî olarak verilmiştir.
6. Bir memlekette bir idâreci bulunmalı o da âdil, ihsânı bol, affedici, büyüğüne hürmetli ve saygılı olmalıdır.
7. İdâreci, adamı elde etmeyi bilmeli, tehlikeleri işâret edip, onları ne yolla avlarsa avlayabilmelidir.
8. İdâreci kiminle harb ve kiminle sulh yapacağını iyi bilmelidir.