saniyenur
Tue 31 July 2012, 11:54 am GMT +0200
2- Ahlâkî Faktör
Söz veren kimselerin sözlerini yerine getirmemeleri, toplumda büyük ahlâkî zaaflara delalet eder. Böyle sözle uyum içinde olmayan fiiller Allah tarafından da kınanır ve kerih görülür. Bu durum Saff sûresinde şöylece ifadesini bulur: "Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah nazarında en sevilmeyen bir şeydir. Doğrusu Allah, kendi uğrunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf hâlinde savaşanları sever." (61: 2-4).
Bu âyetleri birlikte mütalaa ettiğimizde genel anlamı yöyle olur: Gerçek Müslümanın söylediği sözle, yaptığı İşin tutarlı olması gerekir. Ne söylüyorsa onu bizzat yaparak göstermelidir. Şayet yapmaya niyeti veya gücü yoksa, o zaman susmalıdır. Dördüncü âyet öncelikle, müminlerin ancak canlarını feda
Hz. Peygamber'in Şahsiyet İnşa Usûlleri 499
etme tehlikesini göze aldıklarında, Allah'ın rızasını kazanabileceklerine işaret edilmektedir. Ayrıca Allah'ın ancak şu üç vasfa sahip olan orduyu tasvip ettiği vurgulanmaktadır:
1- İmanlı ve Allah yolunda savaştıklarının şuuruna ermiş askerlerden müteşekkil;
2- Dağınık olmayıp, disiplin içinde ve düzenli saflar hâlinde savaşan; ve
3- Düşmana karşı "kurşunla kaynatılmış duvarlar gibİ"(sağlam ve sarsılmaz bir şekildi) karşı koyan bir ordu. Özellikle bu ordunun son vasfı oldukça dikkat çekicidir. Çünkü hiçbir ordu savaş meydanında, şu aşağıdaki özellikleri barındırmaksızın "kenetlenmiş bir duvar gibi" olamaz:
a- İnanç ve hedef bakımından mükemmel bir görüş birliği, yani kumandanlar ve erler arasında mükemmel bir dayanışma olmalıdır.
b- Herkes birbirine samimi bir şekilde bağlı olmalıdır. Ancak bu bağlılık, gayeye ihlâsla sarılmadıkça ve ortada yüce gaye olmadıkça gerçekleşemez. Aksi taktirde savaş gibi çetin bir imtihanda, niyetlerdeki zaafların saklı kalması mümkün değildir. Dolayısıyla güven sarsıldığında, askerler itimatlarını kaybeder ve birbirlerinden şüphe etmeye başlarlar.
c- Yüksek derecede ahlâk sahibi olmalıdırlar. Şayet bir ordunun subay ve erleri, ahlaken zayıf kimselerse, aralarında saygı ve sevgi yok demektir. Bu ahlâkî zaafları dolayısıyla da birbirleriyle kavga ve münakaşa etmekten kurtulamazlar.
d- Ortak dava aşkı ve ona ulaşmada gösterilen azim bütün orduya yiğitlik, karalılık ve kendini feda duyguları ilham edecek ve ordu savaş meydanında düşmanı kenetlenmiş bir duvar gibi karşılayacaktır.
İşte bu esaslar, Rasûlullah'in liderliğinde muhteşem bir askerî güç meydana getirmiştir. Bu güce en büyük kuvvetler bile karşı koyamamış ve yüzyıllarca bütün dünya onlarla baş edememiştir." (The Meaning of the Qur'an, c. V, sh. 206-207, not 2-3).
Bu âyet kişinin sözlerinin bütün değerinin gereğini yerine getirmesine bağlı olduğunu açıkça belirtmiştir. Tabii ki yardıma gücü ve kabiliyeti elverirken kendisinden yardım isteyene doğrudan red cevabı vermek bu sözünde durmak kavramından ayrı bir olaydır. Bu İslâm kardeşliğine ve Allah honutluğuna aykırı bir durumdur. Bunun yanında, kişinin muhtaç bir kimseye cömertçe, bol keseden söz verip ihtiyacı anında arkasını dönmesi daha kötü bir davranış ve Allah katında da sevilmeyen bir durumdur.
Söz verip yerine getirmemek bütün durumlarda kerih görülen bir harekettir, fakat Allah'a iman edildiği iddia edilip de ona uygun davranılrnaması bu hareketin çirkinliğini ve kötülük derecesini pek çok defa daha büyütür. Hz. Muhammed (S)'in davetini kabul etmeyen ve imana gelmeyi açıkça reddeden kişiler Allah'ın cezalandırmasını haketmişler-dir. Ancak, Allah'ın Gazabını ve Cezalandırmasını daha çok hak eden kişiler Rasûlullah'in davetini kabul ettiklerini söyleyen fakat ona uygun hareket etmeyen, veya yalnızca kendi arzularına uygun gelen kısımları kabul edip mal ve candan fedakârlık talep eden öneme haiz Dinin aslına ait meseleler ortaya çıktığında reddeden kimselerdir. Şurası açıktır ki, bu kimselerin tavır ve davranışları Dirit zarar yönüyle, İslâm'a açıkça karşı olan düşmanlarınkİnden daha tehlikelidir. Çünkü onlar dost olarak kabul edilirler, düşmanlıkları ise ihtiyaç duyuldukları en kritik anda anlaşılır. Onların suçunu İğrenç ve İki kat cezaya müstehak kılan şey, kâfirlerin aksine, Dini, hayatlarında takip edecekleri sırât-ı müstakim olarak kabul ettiklerini açıklamış olmalarıdır. Bundan dolayı, bu kişilerin konumu, İslâm'a karşı olduklarını itiraf eden kişilerinkinden daha farklıdır; çünkü kâfirlerin hareketlerinden Dinin getirdiklerini gerçek mânada kavrayamadıkları açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu durumda onlara bu çerçeve içinde hoş görüyle bakılabilir. Ancak Diril anlayıp dine inandıktan sonra onun gereklerini yerine getirmekten kaçınanlar, kabul edilemeyecek bir mazeret olan manevî ve ahlâkî zaaflarını gösterme konumuna düşmektedirler. Bunlar münafıktırlar; münafıklık ise Allah'ın gazabını çeken büyük bir günahtır. Böyle ahlâkî zaaf hâllerine Kur'ân'da muhtelif âyetlerle temas edilmiştir.
Nisa sûresinde, münafıkların davranışları ile ilgili olarak, şöyle Duyurulmaktadır: "Kendilerine: 'Ellerinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekatı verin!' denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir grup, insanlardan, Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korkmaya başladılar..." (4: 77)
Tevbe sûresinde bazı kimseler şu sözlerle kötülenmiştir: "Ey iman edenler, size ne oldu ki: 'Allah yolunda topluca savaşa çıkın!' dendiği zaman yere çakılıp kaldınız..." (9: 38).
Yine aynı sûrede korkaklık ve çekingenlik şöyle tasvir edilmiştir: "Eğer (sizden korunmak için) sığınacak bir yer, yahut (barınacak) mağaralar, ya da sokulacak bir delik bulsalardı, hemen oraya yönelip koşarlardı." (9: 57).
Enfal sûresinde, insanlar savaş esnasında meydana gelebilecek böyle kandırmaya yönelik münafıkâne davranışlar konusunda İkaz edilmişlerdir: "Kim o gün savaşmak için bir tarafa çekilmek, ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını dönerse o, Allah'tan bir gazaba uğrar, onun yeri cehennemdir, o ne kötü bir varılacak yerdir!" (8: 16).
Müslümanlara, önceki milletlerin tarihinden ibretler sunmak gayesiyle Kur'ân İsrail oğullarının münafıkça tavırlarından şu sözlerle bahsetmektedir: "Bir zaman Musa, kavmine: 'Ey kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz?' demişti. Onlar (doğruluktan sapıp) eğrilince Allah da kalplerini eğriltti. Allah fâsıklan doğru yola iletmez." (63: 5).
Günah ve isyanın çarpık yollarında yürümekte ısrar eden bir kimseyi sırât-ı müstakîm'e sokmak ya da isyanda direnen kimseye zorla hidayet vermek Allah'ın sünneti değildir. Bu tesbitten, bir şahsın veya toplumun dalâlete düşmesine neden olan ilk müsebbibin Allah olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Aksine, insanlar sapık yollara kendiliklerinden girerler. Ancak İlâhî Kanun odur ki Allah dalâlet yollarını da var eder ve onu seçen kişiler diledikleri bu kötü yolda gitmeye devam ederler. Allah insanlara seçme hürriyeti vermiştir. Her ferd ve topluluk için Rablerine itaat etmek veya etmemek, doğru yolu ya da eğri yolları seçmek konularında serbestçe karar vermek hakkı bulunmaktadır. Bu seçim içinde Allah'ın hiçbir zorlaması yoktur. Bir kimse itaat ve hidayet yolunu seçerse, Allah onu dalâlet ve isyan yoluna zorla iletmez; ve bir kişi de doğruluk yolu yerine isyan yolunu takip etmekte ısrar ederse onu da zorla itaat ve hidayet yoluna çevirmek Allah'ın sünneti değildir. Ancak hidayeti ya da dalâleti seçen bir kimsenin, Allah'ın yarattığı sebep, imkân ve vasıtaları kullanmaksızın bir adım bile ilerleye-meyeceği çok açık bir gerçektir. Nitekim bir kimsenin çabalarının verimli olması Allah'ın yardımıyla mümkündür.
Şayet bir kimse iyilik için yardım istemiyor, aksine kötülük için imkân istiyorsa, ona bu istediği imkân verilir. Ona kötülük yapma imkânı verildiği süre içinde, o kimse kötülük yapa yapa, iyice dalâleti düşer, yavaş yavaş fıtratı dâhi bozulur ve sonunda o kimsenin iyiliği benimseme yetenekleri tamamen kaybolur. Âyetteki "Onlar eğrilince Allah da onların kalplerini eğriltti" ifadesinin anlamı budur. Bu durumda, sapkınlığı benimsemeyi isteyen ve ona ulaşma yolunda çaba sarfeden, canla başla çalışan ve bütün zihin gücünü ve enerjisini onu elde etmek için sarfeden kimsenin zorla hidayet yoluna çevrilmesi Allah'ın sünnetine aykırıdır, çünkü böylesi bir hareket, bu dünyanın, "imtihan yurdu" olmasını anlamsız kılardı. Ayrıca insana irade (seçme) hürriyetinin verilmesi, hidayete ulaşan bir kimseye doğru yolu takip ettiğinden dolayı mükâfaat, hidayeti elde edemeyen bir kimseye de, dalâlet üzere bulunduğundan ceza öngörülmesi de bir anlama gelmezdi. Çünkü bu kimsenin dalâlete düşmesinden Allah sorumlu olur ve o Kıyamet Günü: "Herkese zorla hidayet vermek senin sünnetindi. Beni ise bu hidayetten mahrum bıraktığın için, benim bir suçum yok" diyebilir. "Allar fâsıkları doğru yola iletmez" ifadesinin anlamı da aynı şekildedir. Yani fısk ve itaatsizliği seçen bir kimse, iradesini bu yolda kullandığı için doğru yola iletmez (Mevdudi, The Mea-ning ofthe Qur'an, c. V, sh. 207-208).
İnsanları dalâlete düşürmenin Allah'ın sünneti olmadığını Kur'ân şu ifade ile vurgulamaktadır: "...Onunla sadece fâsıkları saptırır. Onlar ki, söz verip bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; işte ziyana uğrayanlar onlardır." (2: 26-27).
Bakara sûresinin bu âyetleri mümin olduklarını iddia ettikleri halde her fırsatta sözlerinden dönen ve Allah ile yaptıkları ahdi bozup yeryüzünde fesadı yayan münafıkların çeşitli faaliyetlerine işaret etmektedir. Fâsık ve aha kelimeleri ile âyetin geriye kalan kısımları Ebu'1-Alâ Mevdudi tarafından şöyle İzah edilmiştir.
"İsyan eden anlamına gelen fâsık kelimesiyle, Allah tarafından konulan sınırları aşan kimseler kastedilmektedir.
Ahd (söz) kelimesi Arapça'da, hâkim bir gücün tebaasına buyurduğu emir ve talimatlara verilen addır. Bunlar vatandaşlar için uyulması gerekli kurallardır. Bu âyette de kelime bu anlamıyla kullanılmıştır. Allah'ın ahdi, insanlara sadece kendisine ibadet etmeleri, kendisine boyun eğmeleri ve kendisine itaat etmeleri için vardiği emirdir. Ahdin kabul edilmesi İse, bütün İnsanlığın Âdem aleyhisselâmın yaratılışı sırasında verdiği, Allah'a itaat sözüdür.
Bu kısa âyet mâna bakımından öylesine derindir ki, iki insan arasındaki ilişkiden, uluslararası ilişkilere kadar bütün bir ahlâkî sistemi kapsar. Bu ayete göre, Allah'ın tesis edilmesini emrettiği ilişkilerin ve yakınlıkların ihlâl ve ifsad edilmesi kaos ve düzensizliğe yol açar, çünkü sadece bu ilişkiler insanları Allah'a ve birbirlerine bağlar.
"Birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler" ifadesi bir anlamda "ilişkilerin kötüye kullanıldığım da ima eder, çünkü bu ilişkilerin gereğine dosdoğru riayet edilmemesi de ihlâl edilmesiyle aynı sonucu doğurur. Bu nedenle Kur'ân yeryüzünde fesat, çatışma ve düzensizliğe yol açtığı için sadece bu ilişkilerin ihlâlini değil kötüye kullanılmasını da kerih görür.
Bu ayette fâsık kelimesinin tam tanımı verilmiştir: Fâsık insanla Allah arasında veya insanla insan arasında olan ilişkileri bozan ve ifsad, yeryüzünde karışılık çıkmasına neden olan kimsedir." (The Meaning ofthe Qur'an, c.I, sh. 63, notlar 30-33).
Daha sonra Kur'ân ahidlerini ve sözlerini yerine getiren ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi birleştiren gerçek müminlerin güzel niteliklerini şöyle tanımlar: "Onlar ki Allah'ın ahdini yerine getirirler ve andlaşmayı bozmazlar. Ve onlar ki Allah'ın, birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler (akraba ile, müminlerle ilgiyi kesmez, birbirinden ayırdetmeden bütün peygamberlere inanırlar), Rab-lerine karşı saygılı olur ve en kötü hesaptan korkarlar. Ve onlar ki Rablerininyüzünü (rızasını) arzu ederek (nefsin gücüne giden şeylere) sabrederler..." (13: 20-22).
"Onlar verdikleri sözü yerine getirirler, şerri salgın olan bir günden korkarlar." (76: 7).
Ve Allah bu iyi işleri şöyle emretmektedir: "Ahidleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah'ı kendinize kefil kılarak sağlama bağladığınız yeminleri bozmayın. Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir." (16: 91).
Bu ayetler kişinin sözleri ve inancı ile hal, hareket ve uygulamaları arasında tam bir tutarlılık ve birlik olmasının önemini vurgulamaktadır. Bu gereklidir, çünkü, "imanının bir sonucu olarak her müslüman Allah ile bir ahid yapmıştır. Bunu da şehadet kelimesi ile beyan eder; şehadet kelimesini her tekrarlayışında bu ahdi tasdik etmiş olur." Bu nedenle ona imanının gerekli kıldığı vazife ve şartlara riayet etmek için sadakatle ve tüm kalbiyle çalışmak Müslümanın mecburi görevi olur. Bu şartların herhangi bir şekilde ihlali büyük günahtır. Bu durum sadece onun samimiyet ve sadakatini şüpheli kılıp, karakterinin zaaflarını açığa çıkarmakla kalmaz; aynı zamanda Allah'ın gazabını haketmesine ve Hesap Gününde Allah tarafından cezaya çarptırılmasına da neden olur.