saniyenur
Sun 12 August 2012, 02:49 pm GMT +0200
2- Adaletin Tesisi
Âdil ve faziletli bir nizamın kurulması, peygamberlerin aslî gayesiydi. Böylece, ırk, mevki, kavmiyet, soy-sopuna bakılmaksızın bütün İnsanlara eşit ve dürüst davranılabile-cekti. Bu husus peygamberlere yüklenmiş çok Önemli bir vazifeydi. Çünkü toplumun bütün siyasî ve içtimaî nizamının başarısı buna bağlıydı. Adalet yolundan en ufak bir sapmanın tüm nizamı mahvedecek bîr yığın kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olacağı muhakkaktır. Bu yüzden bütün peygamberler Adâlet'in önemini vurgulamışlardır. Allah, Davud peygambere adaletle hükmetmesini şöyle buyurmuştur: "Ey Dâvûd! Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet." (38: 26).
Hiç şüphesiz, Allah'ın kendilerine güç ve udret verdiği sâlih kullar, yeryüzünde adaleti esiş ederler. "Onlar (o kimselerdir) ki kendi-jrine yeryüzünde iktidar verdiğimiz takdirde torbaların yoluna sapmazlar, bilâkis) namazı ularlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeğe çalışırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir." (22: 41). Allah, mü'minlere şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun..." (4: 135).
Bu âyet şunları anlatmak ister: Sadece âdil olmakla değil, haksızlığı ortadan kaldmp yerine adaleti ve hakkı ikâme için adaletin koruyucuları ve şahitleri olmakla da mükellefsiniz. Mü'minler olarak ne zaman sizin desteğinize ihtiyaç duyulsa, adaleti muhafaza için hemen harekete geçmelisiniz." (The Meaning of the Qur'an, c. II. sh. 175). Allah, elçilerini, yeryüzünde Hak ve Adâlet'i tesis etmeleri için göndermiştir. "Andolsun ki peygamberlerimizi belgelerle gönderdik; insanların doğru hareket etmeleri için peygamberlere kitab ve ölçü indirdik." (57: 25). Adaletin tesisi elzemdir, çünkü ancak bu şekilde fakirlerin ve zayıfların hakları, zenginlerin ve güçlülerin baskısından korunabilir. Adalet sayesinde toplum, günahkârların ve kötülerin taşkınlıklarının yol açacağı zararlardan kurtanlabilir. Çok güçlü ve sağlam kavimler, fakir ve zayıflarının haklarına tecavüz ettikleri, taşkınlık ve zulüm yaptıkları için yok olmuşlardır. Bu, tarihten alınacak bir derstir. Kur'ân bu tehlikeye şöyle işaret ederek uyarmaktadır: "Bir şehir ve bölgeyi helak etmek istediğimizde biz onun bolluklar içinde yaşayan cebbarlarına kötülüklerden sakınmayı emrederiz, onlar bizim buyruğumuzun tersine olarak fâsık kesilirler ve bununla cezaya çarpılmağa müstehak olurlar. Biz artık o şehir ve bölgeyi yer ile düz bir hâle getirirz. Nuh'dan sonra nice nesilleri helak ettik. Kullarının günahlarını haber alıcı, görücü olarak Rabb'in yeter." (17: 16-17).
Bu ayette, bir kavmin helak edilmesi için uygulanan ilahi bir süreç belirtilmektedir. Bir beldenin zengin ve güçlüleri haddi aştıkları vakit, sapıklıkta o kadar inat ederler ki, vicdanlarının uyarılarına kulaklarını tamamen tıkarlar. Ayetteki "istediğimizde" ifadesi burada, Allah'ın sebepsiz yere bir topluluğu helak etmek istediği anlamına gelmez. Haddi aşarak, toplumun çöküşüne neden olan baştaki kişilerin içlerindeki kötülük ve nefret tohumlarım ortaya sermeleri yüzünden helak edilirler. Zulüm, günah ve sapıklıkta ileri giden toplumun ileri gelenlerini, diğer insanlar da takip ederler ve Allah'ın azabını üzerlerine çekerler." (The Meaning of the Qur'an, c. VI, sh. 132).
Allah'ın peygamberleri ve onların sâdık takipçileri toplumda adaletin tesisi için bütün gayretlerini sarfetmişlerdir. Ferdlerin hayatlarını Allah'ın kanununa göre düzenlemiş, onları Allah'ın dinine çağırmışlardır. Böylece toplumda yüksek şahsiyetler yetişmiştir. Bu gibi zâtların yardımıyla bütün avamın Allah'ın nizamına uyarak emin, mutlu ve huzurlu yaşadığı, iyi ve âdil bir sistemin kurulması için çalışmışlardır. Peygamberlerin varisleri de bu yolu takip ederek diğer kavimleri aynı anlayışa çağırmışlardır. Çünkü bu anlayış, insan kültür ve medeniyetinin sağlıklı bir çizgide hızlı bir şekilde büyümesinin başarısını garanti etmektedir. İbrahim'in nesli bu çizgiyi takip etmiş ve ülkelerinde adaleti hâkim kılmışlardır. Bunun fayda ve kazançlarını gören başka kavimler de toplumlarında aynı şeyleri uygulamaya başlamışlardı. Böylece bu ilahî anlayış tüm Mezopotamya topraklarına, kuzeyde, doğuda, batıdaki ülkelere yayıldı ve insanların hayatını önemli ölçüde iyileştirdi.
Hz. İbrahim ve Hz. Musa'nın şeriatlerini tam olarak takip etmeyen toplumlar bile yalnızca İlahî adalet anlayışını uygulamakla bir çok yararlar sağlamış, kültürlerini büyük ölçüde zenginleştirmişlerdir. Bu Nizam ve Adalet anlayışı zamanla bütün bölgeyi kapladı. Akdeniz kıyısındaki ülkelere, hatta Atlas Okyanusu'nun kıyılarına kadar ulaştı. Adaletsizlik ve eşitsizlik yaygınlaşıp sosyal, iktisadî ve siyasî sistemi yıkıncaya kadar bu anlayışın meyvelerini toplamaya devam ettiler.
Beyt-i ibrahim'in insanlığı sayısız şekillerde nimetlendirdiğini görmekteyiz. İnsanlara doğru yolu göstermiş, yüzyıllar boyunca onları yüksek ahlâkî ve ruhî değerlerle donatarak hayatın maddî ve manevî cepheleri arasında doğru bir dengeye sahip olmalarını sağlamışlardır. İnsan hürriyeti ve haysiyeti anlayışını ortaya koyarak, sosyal ve siyasî alanlarda bir çok düşüncenin geliştirilmesini başlatmış, cesaretlendirmiş, Yunan'da ve Roma'da görülen fert hürriyeti hareketinin temelini atmışlardır. Toplumun sosyal ve siyasî meselelere katılımı düşüncesini de yayarak, ilk önce bereketli Fırat Havza'sında, sonra da Yunan'da şehir devletlerinin kurulmasına ön-ayak olmuşlardır. Bu düşünce orada büyümüş, gelişmiş ve daha sonraları Romalıların da uyguladıkları demokrasi ve hürriyet anlayışını büyük ölçüde etkileyen kendi çapında bir siyasî felsefe hâline gelmiştir.
Daha önce de işaret edildiği gibi Rasûlullah'in getirdiği şeriat halkın yararı için vazedilmiş bir çeşit disiplindi.
Bu disiplin Allah tarafından, insanın yeryüzündeki halifeliğine lâyık bir şekilde eğitilmesi ve donatılması için her toplumun ihtiyaç ve isteklerine gönderilmiştir. Yine bu disiplin, toplumda adaletin, faziletin, tesisi için mücadelede her türlü zorluğu göğüsleyecek yüksek vasıflara sahip etkili kişiliklerin oluşması, geliştirilmesine göre tasarlanmıştır. Rasûlün gösterdiği yolda dilleri ve kalbleriyle bağlanıp gidenler, bu dünyadaki mücadelelerinde daima Allah'ın yardımına mazhar olmuşlardır. Allah'a itaat etmeleriyle bu dünyanın nimetlerini hak etmişler, Hesap günü ise daha iyi bir mükâfata sahip olacaklardır. Onlara yeryüzünde Allah'ın yolundan gitme imkânı verilmiş, başarılı bir şekilde şeriatı ve adaleti hakim kılan sağlam bir devletin idaresi altında huzur ve emniyet içinde yaşamaları lûtfedilmişti. Bu hususta Kur'ân'da şöyle buyrulmaktadır: "...Allah, kendi(dîni)ne yardım edene elbette yardım eder. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, galiptir. Onlar (o kimseler dir) ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimiz takdirde namazı kılarlar, zekâtı verirler, uygun olanı emrederler, fenalığı yasak ederler. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir." (22: 40-41).
Bu ayet, yeryüzünde Allah'ın Dinini ve adaleti hâkim kılmaya çalışanların O'na yakınlaşacağı hususunda hiç bir şüphe bırakmamaktadır, İslâm devletinin esas ve temel hedefi de budur: Allah'ın dinini yaymak ve insanların yeryüzünde huzurlu, mutlu bir şekilde yaşayabilmeleri için âdil ve faziletli bîr nizam tesis etmek. Allah'ın Yolunu (şeriatı) hâkim kılmaya çalışanlar, Allah'ın yardımcıları olarak belirtilmektedir (3: 52). Çünkü "Allah insanların kertdi yolunu tatbik etmelerini onların hür iradelerine bırakmış, hareket serbestisi vermiş, zorlamamıştır. Fakat akıl vermiş, ikaz etmiştir. İnsanları Doğru Yol'a gelmeleri hususunda uyarmak ve öğütlemek Allah'a ait olduğu için, O'nun yolunu hâkim kılma hususunda canla başla çalışanları 'Yardımcıları ve Dostları' olarak anmaktadır. Gerçekten bu, dünyada bir insanın manen erişebileceği en yüksek mertebedir." (The Meaning of îheQur'an, sh. 33-34).
Ancak, şu hususun belirtilmesi gerekebilir: Allah 'Kudret ve Kuvvet' sahibidir ve hiç kimsenin yardımına muhtaç değildir. Acz ve zayıflıktan uzaktır. Böyle iyi ameller işlemekle aslında insanlar kendilerine yardım etmiş ve Allah'ın yardımına mazhar olmuş olurlar. Çünkü Allah, kendi yolunda çalışanlara yardımım va'detmiştir.
Mü'min sûresinde bu va'd şöyle belirtilmektedir: "Elbette biz elçilerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında, hem de şahitlerin (şahitliğe) duracakları günde yardım ederiz." (40: 51). Saffât sûresinde ise şöyle buyrulmaktadır: "Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: 'Mutlaka kendilerine yardım edilecektir. Ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur!" (37: 171-173). Buradaki "Ordumuz" sözüyle kastedilen, Allah'ın Rasüllerine inanan ve yeryüzünde onların yolunu hâkim kılmaya çalışan kimselerdir.
İnsanlar var güçleriyle kendilerini Allah'ın Dinine verdikten sonra bütün kötü güçleri al-tetmeleri ve başarıya ulaşmaları muhakkaktır, zira Allah'ın yardımı onlarla birliktedir: "Allah, içinizden İman edip sâlih amel işleyenlere onlardan öncekileri halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir." (24: 55). Allah'ın yardımı yalnız, imanlarında ve O'na bağlılıklarında sabit, O'nun Dinini yeryüzüne hâkim kılma uğraşı içinde bulunanlar için va'dedilmektedir. Allah kime yardım ederse, onu hiç bir güç yene-mez: "Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yaradım edecek kimdir?" (3: 160). Bu söz, iman edip sâlih amel işleyenler için daima geçerlidir.
Kur'ân, aynı hususu yine aynı sûrede şöyle belirtir: "Gevşemeyin, üzülmeyin, İnanmışsa-nız, mutlaka en üstünsünüzdür." (3: 139). Muhammed sûresinde ise şöyle buyruluyor: "Ey iman edenler! Sizler daha üstün olduğunuz halde düşman karşısında gevşemeyin ki barış istemek zorunda kalmayasmız; Allah sizinle beraberdir; sizin işlerinizi eksiltmeye-cektir." (47: 35). Bu âyette Allah, müminlere, hiç bir şeyden korkmamalarını, düşmanlarına karşı muzaffer kılarak onların durumunu güçlendireceğini söylemektedir. Allah, onlarla beraberdir ve emeklerini boşa çıkarmayacaktır. Muhakkak gayretlerini mükâfaatlandıracak, yere ayaklarının sağlam basmasını sağlayacaktır. "Ey iman edenler! Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar," (47: 7).
Bütün bu ayetler açıkça göstermektedir ki, kendilerini ve işlerini tamamen Allah'a adayanlara (2: 208) ve tüm gayret ve kaynaklarını Allah'ın Dini'nin yeryüzünde hâkim olması için sarfedenlere (9: 36; 8: 72-74; 9: 20-21) bu dünyada düşmanlarına karşı yardım ve zafer (30: 47), âhirette de büyük bir mükâfaat (8: 74) va'dedilmiştir.
Bunlar, İlahî Yol'un ışığında manevî değerle-rin ve maddî zenginliğin uygun bir şekilde ayarlandığı dengeli bir hayat düzeni kurabilen kişilerdir. Toplumda yüksek bir adalet ve fazilet ölçüsü tesis edilmiş, avam ve havas, fakir ve zengin, güçlü ve güçsüz, bütün insanlar eşit muamele görmekte ve halkın medeniyet ve kültürlerini maddî ve manevî yönlerden zenginleştirmek ve güçlendirmek için çevrelerinden azamî ölçüde yararlanmaktadırlar. Herkes huzur ve mutluluk içinde, Allah'tan başka hiç birşeyden korkusu olmaksızın yaşayabilmektedir. Fakat bazı insanlar Allah'ın elçilerinin getirdiği şeriati reddedip başka bir hayat tarzı edinmektedirler. Bunlar, yeni ve çok ileri bilimsel, teknolojik güç kaynaklarıyla astronomik ilerlemeler yaparak, belli bir zaman için maddî refahlarını çok arttırabilirler. Ancak bu çok uzun sürmez, çünkü, toplumun değişik unsurları ve bölümleri arasında uygun bir denge kuramazlar. Er geç bu dengesizlik tüm yapıyı sarar ve toplumun mahvına sebep olur. Bunun sebebi, insanoğlunun kendi başına toplumun çeşitli unsurları arasında uygun dengeler kurma yeteneğinden mahrum oluşudur.
İnsan, kâinatın kaynaklarım kullanıp, gayretlerinin meyvelerini dilediğince toplamaya muktedir olabilir; fakat kültür ve medeniyet, ahlâk kuralları, insanın ferdî ve toplumsal hayatı gibi hususlar söz konusu olunca, doğru esasları bulmakta kendî başına âciz kalır. Onu, kendi kaderinin sahibi, üstün bir Gücün rehberliği olmaksızın, tüm hususlarda bağımsız düşünmeye ve karar vermeye muktedir olarak kabul etmek hatadır. Çağdaş insan kendisini öyle büyük görmekte ki, kendisine yol gösteren üstün bir Gücün var olduğunu bile inkâr edebilmektedir.
Gerçek şu ki, insanoğlu, onsuz hayatta doğru dengeyi ne kurabileceği ne de devam ettirebileceği, ilahî Rehberliğe muhtaçtır.
Eğer İnsanoğlu, ilahî Rehberlikten bağımsız olmaya çalışır, sadece aklını, zekasını, araştırma ve tecrübesini kullanırsa, hiç bir zaman sağlıklı ve doğru bir nizama kavuşamayacak, habire sistem değiştirecektir. Kendinden öncekilerin tarihinden ders almazsa, geçmiş kültür ve medeniyetlerin akıbetine uğrayacak, mahvolacaktır.
Geçmiş kültürlerin tarihlerini daha önce anlatmış ve Rasûllerin insanların problemlerine doğru çözümleri nasıl sunduğunu görmüştük. Nuh, ardından Hud, Salih, Lut ve Şuayb birbiri peşine gelerek, insanları hep o Hak Din'e davet etmişlerdi. Fakat insanların çoğu rasûilerini reddedip, Allah'ın gazabına uğradılar. Her rasûl yanındaki inananlanyla birlikte yepyen. bir başlangıç yapıp, âdil ve sağlıklı bir düzen kuruyor, fakat arkalarından gelenler zamanla Allah'ın Dini'ni unutarak yine eğri yollara sapıyorlardı. Yol gösterici olarak tekrar bir rasûl geliyor, fakat yine büyük bir çoğunluk onu inkâr edip bu yüzden helak oluyorlardı. İnsanoğlunun, ilahî Dini takip etmekten kaçınıp, kendi koyduğu kuralları uygulaması, toplumların ve kavimlerin mahvolmasından başka bir işe yaramamıştır (20: 128). (Mevdudî, Khutbat-i Europe, Lahor).