- Adaletin Ölçüsü

Adsense kodları


Adaletin Ölçüsü

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
seymanur K
Fri 19 August 2011, 01:31 pm GMT +0200
[Adaletin Ölçüsü]


Sahabenin büyüklerinin verdiği haberden oluşan zan, onlardan sonraki zamanlarda yaşayan diğer adil kimselerin haberlerinden elde edilen zandan daha güçlüdür. Sahabeler ile sonraki çağlarda yaşayan adil kişiler arasında eşitlik şart koşulmaz. Çünkü bu şahitlik ve rivayet kapısının kapanmasına yol açar. Sahabenin şahitliğini kabul ermeyi gerektiren şey, onların, şahsiyet­lerini koruma, büyük günahları işlememek ve küçük günahlarda ısrar et­mekten kaçınma konusunda bizlere eşit olmalarıdır. Bunun üzerindeki faz­lalık ise kabul için şart olmayan, pekiştirici bir durumdur.

Hakimler, halifeler ve valiler hakkında şart koşulan adalet konusunda da aynı durum geçerlidir. Çünkü bunun üzerinde bir şey şart koşulsa ha­kimlere, halifelere ve valilere bağlı olan maslahatlar ortadan kalkardı. Hat­ta tüm insanlarda adalet niteliğini bulmak imkanı ortadan kalksa bile belir­tilen maslahatların atıl bırakılması yine caiz olmaz. Bu durumda sıra ile du­rumu en iyi olan fasıktan ve bu işe en elverişli olanlardan başlayarak tercih yaparız. Bu hüküm şu temel prensibe dayanmaktadır: Bize bir şey emredil-diğinde gücümüzün yettiği kadarını yaparız, gücümüzün yetmediği kıs­mın sorumluluğu bizden kalkar. Şüphesiz ki bir şeyin tümünü korumak mümkün olmadığında bir kısmını korumak tümünü zayi etmekten daha [iyidir. Nitekim Hz. Şuayb da şöyle demiştir: "Ben yalnızca gücümün yetti-ji ölçüde ıslah etmek istiyorum"[40] Yüce Allah da: "Allah'tan gücünüzün yettiği kadar korkun"[41] demiştir. Görüldüğü gibi Yüce Allah takva masla­hatlarını elde etmeyi güç yetirmeye bağlamıştır. Maslahatların tümünde bu durum geçerlidir.

Aynı şekilde biz de şunu deriz: Helal bulunmayacak derecede haram tüm insanları kuşatsa, insanların zaruretin gerçekleşmesine kadar sabretmeleri gerekmez. Çünkü bu sabır, genel zarara yol açar.

[Şahitlikte Sayının Şart Koşulması]

Şahitlikte sayının şart koşulma sebebi şudur: iki kişiden elde edilen habe­rin verdiği zan, tek kişinin sözünden elde edilen haberin verdiği zandan da­ha güçlü ve kanaat oluşturma bakımından daha kuvvetlidir. Haber verenlerin sayısı arttıkça zan da ortadan kalkar. Bu, zannın inanca varmasına kadar devam eder. İnancın oluşmasından sonra da tekrarlanırsa kesin bilgi ifade etme derecesine varır. Bu, mütevatir haberin söz konusu olduğu durumlar­da adetlerin genel-geçerliliği ile bilinir.

Buna göre aynı konudaki iki şahidin uyuşması gerekir. Örneğin bir kim­se bir öldürme, Içabz, gasp, zina isnadı, satım veya kira akdinin pazar günü meydana geldiğine bir başkası ise Cumartesi günü meydana geldiğine şahit­lik etse olay sabit olmaz. Çünkü iki şahitlik zannı kuvvetlendirecek şekilde tek bir şeye bağlanmamıştır. Buna aykırı görüş belirtenler yanılmaktadır. Çünkü iki şahitlik tek bir şey üzerinde uyuşmamaktadır. Buna dayanarak hüküm verilirse özellikle de öldürme ve itlaf konularında tek bir şahitle hü­küm verilmiş olur. Çünkü iki şahit karşılıklı olarak birbirini yalanlamakta­dır. Buna dayanarak hüküm vermek, şüphe ile hüküm vermektir.

îki kişi bir şahsın ikrarda bulunduğu konusunda şahitlik etseler fakat ikrarın tarihinde ihtilaf etseler bakılır; ikrar iki farklı şeyle ilgiliyse şahit­likle hüküm verilmez. Çünkü iki ikrarın her birinde yalnızca bir şahit bu­lunmaktadır. İkrar aynı konu ile ilgiliyse doğru olan görüşe göre ikrar ko­nusu şey sabit olur. Ancak bunda da iki şahitliğin aynı ikrar üzerinde bir-leşmemesi problemi vardır. Çünkü Pazar günü yapılan ikrara yalnızca bir kişi, Pazartesi günü yapılan ikrara da yalnızca bir kişi şahit olmuştur. Bu durumda iki şahitlik aynı ikrar üzerinde ittifak etmemiştir. Bu sebeple de şahitlerin birinin diğerine eklenmesi ile zannın pekişmesi de söz konusu olmamıştır. Ancak ikrara konu olan şey aynı olduğundan ittifak onun üze­rinde gerçekleşmiştir. Bu, sorunu ortadan kaldırmamaktadır. Çünkü iki şahit, ikrar konusu şeyle ilgili şahitlik yapmamışlardır ki "iki şahitlik ikrar konusu şey üzerinde birleşti" denilsin. Şahitler yalnızca söze şahitlik et­mişlerdir. Söz ile şahitlik edilen şey aynı değildir. Zira haber, haber veri­len şeyden farklıdır. İkrar eden ikrarında yalancı olabilir. Tüm bunlar göz önüne alındığında bu durumda şahitliğin sabit olmayacağını söyleyenle­rin görüşü ağır basmaktadır.

[Hâkimin "Nezdimde Şu Sabit Oldu" Sözünün Değerlendirilmesi]

Hakimin "benim nezdimde falan şey sabit oldu" demesi ona hükmettiği­ni göstermez. Ancak hakim "ben, sabit olma sözcüğünü kullandığımda bu­nunla nezdimde sabit olan hakka hükmetmeyi kastederim" demişse hüküm vermiş sayılır. Bunu demediği durumlarda "sabit olma" sözcüğünün tıpkı "yargı" ve "hüküm" sözcükleri gibi hükmü bildirme için kullanıldığı görü­şünde olanlar hata etmişlerdir. Çünkü iki anlama gelebilen bir sözcük gerek hakim gerekse başka bir kimse tarafından kullanıldığında, bu anlamlardan birini esas almak caiz değildir. Bu söz mutlak olarak kullanıldığında anlaşı­lan zahir anlamına yorulabilir. "Sabit olma" sözcüğünü bazı insanlar "hük­metme" anlamında kullansa da çoğunluk başka anlamda kullanmaktadır. Şu halde bu lafız mutlak olarak kullanıldığında hüküm anlamına geldiği nasıl söylenebilir? Oysa mücmel bir sözcüğü eşit ihtimalli iki anlamından birine bile yormak caiz değilken düşük ihtimalli bir anlamda kullanmak asla caiz olmaz.

"Isbat" sözcüğünün hüküm anlamına geldiğini kabul eden bir kişinin hükmünü bozmak konusunda hiç tereddüt etmem. Çünkü bu; "bir lafzı de­lilsiz bir şekilde eşit ihtimalli iki anlamından birine yormak caiz değildir" şeklinde üzerinde icma edilen kaideye aykırıdır. Bazıları anlamını ve kayna­ğını bilmedikleri bazı sözcükleri işitip, bilgisizce tercihlerde bulunuyorlar. Hatta bu konudaki görüş ayrılığının gerçek sebebini bile bilmiyorlar.

[Hâkimin Hükmü ile Bâtınî Hüküm Arasındaki İlişki}

Hakimin fesih, akit veya bu ikisi dışındaki bir konuda verdiği hüküm sebebiyle (diyaneten geçerli hüküm) değişmez. Ancak hakim içtihada açık bir konuda hüküm verdiğinde batmî hükmün değişip değişmeyeceğinde görüş ayrılığı vardır. Değişir ve değişmez diyen görüşlerin yanında orta­da yer alan görüşe göre, sıradan bir insan ile müctehid arasında ayırım ya­pılmıştır. Çünkü hakimin içtihadı, hüküm verilen kişinin içtihadından da­ha, iyidir.                                                 

 [îmam Şafiî'nin, Hakimin "nezdimde sabit oldu" Cümlesi Hakkındaki Yorumul

îmam Şafiî, hakimin "benim nezdimde sabit oldu" sözünü iki kişinin sö­züne eş tutmuştur. Bu kişilerin her biri ondan daha güvenilir ve adil olabilir. Onlardan birinin sözü ile oluşan zan hakimin sözü ile oluşandan daha güç­lü olabilir. Bu ihtiyaç sebebiyle böyle kabul edilmiştir. Örneğin "sabit olma" sözcüğünü şahitliği nakletme olarak kabul edersek hakimin "nezdimde sabit oldu" sözünü olayın şahitlerinin sözü yerine koyarız.

Bir kimse kölesi gibi çalıştırdığı birinin kölesi olduğunu iddia etse, o kişi de kölesi gibi boyun eğse, davalı ergin ise yeminle birlikte davacının sözü kabul edilir. Küçükse imam Şafiî bunu elbise konusu gibi değerlendirmiştir. İmam Şafiî'nin görüşü problemlidir. Çünkü elbise konusunda temel prensip onun bir insanın mülkü olmasıdır. İnsanlar konusunda temel prensip ve yaygın durum ise hürriyettir.

Davacının değil de ergin olan davalının sözünün kabul edilmesinin sebe­bi şudur: Onun hür olduğunu gösteren temel prensip ve yaygın duruma, onun köle gibi çalıştırılması üstün olmak bir yana eşit bile olamaz. Bu durum ergin için geçerli olduğu gibi çocuk için de geçerlidir. Buna göre temel pren­sip ve yaygın durumun, çalıştırmaya üstün olması sebebiyle hakimin dava­cının sözüne iltifat etmesi uygun olmaz.

Hakim nezdinde davacının davalıyı kölesi gibi çalıştırdığı sabit olmazsa, çocuğu elbise gibi kabul ederek hüküm vermesi caiz olmaz. Çünkü davalı­nın iddiası hem temel prensip hem de yaygın durum sebebiyle davacıdan üstündür. Her iki bakımdan da davacıdan üstün olduğu halde nasıl yalnız­ca davacının sözü esas alınarak ona göre hüküm verilebilir?

Belirtilen üstünlük sebebiyle buluğ sonrasında çocuğun sözünü kabul et­meyenlere şaşılır. Çünkü çocuğu elbise konumunda kabul edenler, onun sö­zünün muteber olmamasını delil getirmektedirler. Öyleyse sözü geçerli hale gelince davada onun doğru söylediği davacının yalan söylediği ortaya çıktı­ğı halde nasıl onun köle olduğuna hükmedilebilir? Bunu anlamak mümkün değildir. Bu problemli bir konudur.

Tek başına hakimin sözünü iki şahit hatta dört şahit yerine koymak da böyle problemlidir. Bu icma edilen bir konu değildir. "Sabit olma" sözcüğü­nü hüküm verme olarak kabul edenler hakimin sözünü uygularlar. Çünkü hüküm verme hakimin gerçekleştirme yetkisine sahip olduğu bir tasarruf­tur. Bir tasarrufu gerçekleştirme yetkisine sahip olan kişi o tasarrufu ikrar et­me yetkisine de sahiptir.

tmam Mâlik hakimin kendi bilgisine dayanarak hüküm vermesini yasak kabul ettiği için onun ikrarda bulunması konusuna da karşı çıkmaktadır. Çünkü hakimin "hükmettim" sözünde var olan töhmet, diğer hükümlerin­deki töhmetin aynısıdır.

Şüphesiz ki kendisine ait haklardan birinde tasarruf gerçekleştirme yetki­sine sahip olan kişi, o tasarrufu ikrar etme yetkisine de sahip olur. Örneğin zorla evlendirme yetkisine sahip olan veli, dış görünüş açısından sözünün doğru olması ve bu konuda hakkı bulunması sebebiyle velayeti altındaki ka­dını evlendirdiğini ikrar edebilir. Evlendirmesine izin verilen erkek kardeş ise böyle değildir. Bir kimse vekalet yoluyla bir tasarrufu gerçekleştirme yet­kisine sahip olsa sonra da o tasarrufun gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğin­de müvekkil ile anlaşmazlığa düşse hükmün ne olacağı tartışmalıdır. Çünkü aslolan tasarrufun gerçekleştirilmemiş olmasıdır. Hak da onun aleyhine de­ğildir. Zahir olan budur.

[Birinci ve îkinci Derece Şahitlikler]

Olayı gören veya duyan kişinin verdiği haberden elde edilen zan, olayı görenden nakleden kişinin haberinden elde edilen zandan daha güçlüdür. Allah'ın kanunu bu şekildedir. Şöyle ki: adil bir kimse: "falan adil kişi filan­cayı gördüğünü bana bildirdi" dediğinde, "falan kişinin filanı öldürdüğünü gördüm" diye haber vermesi durumunda elde edilenden daha düşük bir zanla onun doğru söylediğini düşünürüz. Bu yüzdendir ki ancak asıl şahit­lerin gelmesinin mümkün olmaması veya gelmelerinde zorluk bulunması halinde ikinci derece şahitlerin (şahitlerin şahitlerinin) şahitliği kabul edilir. Çünkü şahit sayıları tamam olduğunda güçlü zanna imkan bulunsa bile za­yıf zan ile yerinilir. Rivayet bunun aksidir. Çünkü şahitlik konusunun aksi­ne rivayet konularında kolaylaştırma amaçlanmıştır.

Hakim veya vali dinde müstehab olan bir şeyi emrettiğinde, emir verdiği kişiye bunun zorunlu olmadığını açıklamalıdır. Ta ki zorunlu olduğu vehmi­ni vererek aldatmış olmasın. Çünkü emre muhatap olan, emrin mendup ol­duğunu öğrendiğinde onu yapmak istemeyebilir.

 

 [Hâkimin İçtihadının Değişmesi!

Hakim içtihada açık bir konuda bir hüküm verdikten sonra içtihadı de­ğişse sonra ikinci içtihadına göre hüküm verse, ilk olarak verdiği hükmü or­tadan kaldırmış olur ancak ilk hüküm batıl olmaz. Yalnızca içtihadın değiş­mesi anından itibaren kesintiye uğramış olur. ilk hüküm, olduğu hal üzere devam eder. Bu şuna benzer: Abdesti bozan bir durum meydana geldiğinde abdest bozulur, hükümleri de o andan itibaren ortadan kalkar. Ancak abdes­ti bozan durum meydana gelmeden önceki hal batıl olmaz. Muamelelerin feshi de böyledir. "Abdest bozuldu", "satım kendiliğinden fesholou", "ahid / sözleşme bozuldu" sözlerinin tümü, içinde hazif bulunan mecazdır. Bu sözlerin açılımı şöyledir: "Abdeste bağlı hükümler ortadan kalktı", "satım akdine dayalı hükümler kendiliğinden fesholdu", "sözleşmeye bağlı hü­kümler ortadan kalktı". Çünkü abdest, satım akdi, sözleşme varlık sahasına giren hakikatlerdir. Bunların bozulması ve ortadan kaldırılması mümkün değildir.

[Hâkimin Kayıp Şahıslar Aleyhinde Hüküm Vermesi]

Hakim hak sahiplerinin menfaatini gözetmek amacıyla gerektiğinde ka­yıp olan mükellefler aleyhine hüküm vermelidir. Bu hüküm kayıp şahısları haklar ve mallardan ibra etmesi açısından aslında onların menfaatlerini de gözetmek anlamına gelir. Ancak burada kayıp şahıslan ibra etme asli hüküm değildir, tabî bir durumdur. Hakimin himaye ve gözetmesi iki türlüdür:

Birincisi: Almvsatımda olduğu gibi maslahatları elde ermek suretiyle ta­sarrufta bulunmak. Hakim bu yetkiye sahip değildir. Çünkü onlar üzerinde velayeti yoktur. Hakimin tasarrufu onların amaçlarına uygun düşmeyebilir. Çünkü insanların amaçlarını belirlemenin bir ölçüsü yoktur.

İkincisi: Mefsedetleri def etmek suretiyle onlar lehine tasarrufta bulun­mak. Bu da geriye bıraktıklarını korumak ve zayi olmasından korkulanla­rı satmak suretiyle mallarını ve haklarını korumaktır. Yine, ihtiyat göstere­rek onların rızası olmaksızın alacakları olan miras ve vakıf gibi mülkleri teslim almak, suç işleyenleri hapsetmek, onların haberi olmadan miras, va­kıf, vasiyet gibi elde ettikleri sabit mülkleri kiraya vermek de bu tür hima­ye kapsamına girer. Hakim bunları zaptedip koruyarak tasarrufta bulu­nur. Bu vaciptir. Çünkü mülkleri korumak, akıl sahibi herkesin amaçladı­ğı bir şeydir.

"Kayıp şâhsın malım korumak ona tahakkümdür" denilemez. Aksine bu ona hizmettir. Bu sebeple din buluntu malların alınmasına cevaz vermiştir.

Çünkü bulanın amacı, mülk sahipleri adına bu mallan korumaktır. Bir şey bulanların onu almasına teşvik etmek için bir sene sonra buldukları şeyi mal edinmelerine izin verdiği gibi mal sahibini himaye için bir sene dolmasa bi­le çabuk bozulacak malları satmalarına da izin vermiştir.

Eğer "buluntu malı etrafa duyurmak için yapılan masraf ne olacak?" di­ye sorulursa şöyle cevap veririz: Masraf mal sahibine aittir. Çünkü etrafa du­yurmanın yararı malikinedir.

Şöyle bir soru sorulabilir: Bir sene boyunca buluntu malı etrafa duyurmak için yapılan masraf buluntu malın kıymetine denk olursa, malın koruyucu­ya ve konulacak yere de ihtiyacı olduğunda o malı bulan ne yapmalı?

Buna şu şekilde cevap veririz: Buluntu mal para karşılığında biri ile satı­lır. Bu parayı korumak kolay olup masrafı gerektirmez.

Gaspedilen malın gasıbm elinden alınması da bu kısma dahildir. Kayıp şahsın velayeti altındaki kadım hakimin evlendirmesi de onun üzerindeki hakkın ödenmesi türünden bir fiildir. Çünkü kayıp şahıs mevcut olsa da ka­dın kendisine denk biri ile evlendirmesini istese bunu yapması gerekir.

imam (Cüveyni) şöyle demiştir: Mesafe uzayıp da geri dönmesi imkansız halde olmadıkça kayıp şahsın mallarını hakim kiraya veremez.

[Velayet Yetkileri]

Velayet yetkileri, velayet altındaki kişinin maslahatlarını sağlamak ve mefsedetlerini gidermeye yöneliktir. Velayet hakkının bizzat kendisinde de maslahatlar ve mefsedetler vardır.

Velayet Yetkilerinin Maslahatları: Adaleti yerine getirmek, aciz durum­da olan çocukların, kayıp şahısların ve delilerin haklarını korumak, maz­lumların hakkını zalimlerden almak, hak sahiplerine haklarını tam olarak vermek, borçluların zimmetlerini borçtan kurtarmak, fasıklara şer'î ceza­ları uygulamak.

Velayet Yetkilerinin Mefsedetleri: Kibir, kendini beğenme, riyaset sevgisi, saygı bekleme, caiz olmayacak şekilde yakınlara ve arkadaşlarına çıkar sağ­lama, caiz olmayacak şekilde kıskandığı kişilere ve düşmanlarına zarar ver­me, hakkı kabul etmeme ve doğruyu dinlememe konusunda inatçılık etme.

Din, velayet yetkilerini yalnızca belirttiğimiz kötülükleri içerdiğinden do­layı yasaklamıştır. Özellikle de velayet yetkilerini yerine getirmekten ve mazlumların hakkım zalimlerden almaktan aciz olanlara yönelik yasaklama bu türden bir yasaktır. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v.) Ebu Zer'e (r.a.) şöyle demiştir: "Ey Ebu Zer! Seni zayıf görüyorum. Kendim için istediğimi senin için de isterim, iki kişiye bile başkanlık yapma, yetimin mallarının ba­kımını üstlenme!".[42]

Hakların sicillere yazılmak suretiyle koruma altına alınması konusunda görüş ayrılığı vardır.

Kayıp şahıslar ile mahkemeye gelmesi mümkün olmayan, çok uzak me­safede bulunan şahıslar aleyhine olan davanın dinlenmesinde hak sahipleri için derhal gerçekleşen bir maslahat vardır. Çünkü bu tür durumlarda dava­ların dinlenilmemesi, davalının kesin olarak ölümü veya bilinmeyen bir sü­reye kadar gecikmesi sebebiyle hak sahiplerinin haklarının ortadan kalkma­sına yol açar.

Bir günlük mesafe miktarında kısa bir süre olursa, davalının müdafaa im­kanlarını kullanarak kendini müdafaa etmesi mümkün olduğundan onun gelişine kadar bekleme mefsedetine katlanılır.

Şöyle bir soru sorulabilir: Kayıp şahıslar gelince kendilerini savunmaları mümkün olduğundan onlar aleyhine hüküm vermenin caiz olmaması gerek­mez miydi?

Buna şöyle cevap veririz: Hakkın varlığı şer'î sebepleriyle ortaya çıkmış­tır. Bunu zedeleyecek bir savunma ise ihtimal dahilinde olup aslolan bu­nun olmamasıdır. Varlığı kesin olan şey, var olacağı yalnızca tahmin edilen şey için ertelenemez. Üstelik hakim imkan ölçüsünde kayıp şahsı savun­maktadır.

[Dini Hükümleri Uygulamakta Karşılaşılan Meşakkatler]

Şahitlik konusunda ne hukukî olaya şahit olmada ne de mahkemede şa­hitlik etme konusunda bir zorluk söz konusu değildir. Zorluk yalnızca şahit­lik yapmak için mahkemeye gitmede söz konusudur. Bunun maslahatları ise zorluklarından üstündür. Bu üstünlüğün farklılığı ölçüsünde sevabı da fark-lılaşır.

Açık hükümde zorluk yoktur. Yalnızca düşman lehine arkadaş ve veli aleyhine hüküm vermede zorluk vardır. Bu, zorluk olmaksızın verilen hü­kümden daha üstündür. Müctehid hakkı arama ve onu elde etme peşinde so­nuca ulaşıncaya kadar harcadığı güç ölçüsünde sevap kazanır. Valilerin mas­lahatına vakıf olma veya maslahatının mefsedetinden üstün olması sebebiyle kendileri için kolay ve zor olan tasarrufları gerçekleştirmeleri de böyledir.

Şer'î cezalan infaz eden kişi, yorgunluğu ölçüsünde sevap alır. Hissettiği acıma ve merhametten kaynaklanan acı, günahlarına keffaret olur. O, özel­likle de velisi ve yakın dostu söz konusu olduğunda rahmet, acıma ve şefkat zorluklarına tahammül etmekle emrolunmuştur. Allah'ın dini konusunda acıma hissinin ona engel olmaması emredilmiştir. Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: "Muhammed'in kızı Fatıma bile hırsızlık etse elini keserdim".[43] Bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu yapmış olsaydı bu kendisine son derece meşakkat verirdi.

Haya edilen konulardaki taatler de böyledir. Caiz olacak biçimde düş­manlara zarar verme arzusunu terketmekten ve terketme konusunda insanın kendi nefsiyle mücadele etmesinden dolayı da sevap elde edilir. Yakınlara ve arkadaşlara caiz olmayacak şekilde çıkar sağlamayı terketmek de, bunu terketme ve karşı gelmenin zorluğu ölçüsünde terkeden ve karşı gelene se­vap kazandırır.

Kötülük yapan kişiyi affetmede de kötülüğün derecesine göre sevabın de­recesi değişir. Kötülük büyüdükçe ve bunun acısı şiddetlendikçe, bunu affet­menin sevabı da Allah katında büyük olur. Örneğin kişinin çocuğunun veya babasının öldürülmesini affetmesi, bir veya iki dirhemlik bir borcu affetme­sinden Allah katında derece olarak daha büyüktür. Kısas, had ve tazirleri af­fetmenin ecri, katlanılan zorluğun şiddeti oranında değişir. Haram veya mekruh şehvetlerden kendini alıkoymanın ecri, şehvetin şiddetine göre de­ğişir. Uzak durması zor olan en büyük şehvetlerden kendini korumak, uzak durmanın en faziletli mertebelerindendir.

[Şahitliğin Maslahat ve Mefsedetleri]

Bir olay veya tasarrufa şahit olmak, gerektiğinde bu konuda şahitlik yap­maya, şahitlik yapmak hüküm verilmesine, hüküm verilmesi de maslahatla­rı elde etme ve mefsedetleri uzaklaştırmaya vesiledir. Maslahatları elde et­me; dünyada veya ahirette yahut her ikisinde yararlı bir hakkı yerine getir­mektir. Mefsedetleri uzaklaştırma; cinsel meseleler, mallar ve cezalarla ilgili konularda bunları ıskat etmek için yapılan şahitlik, bunların tümünden do­ğan mefsedetleri uzaklaştırmış olur.

Şahitliklerin ve hükümlerin dereceleri bunların sağladığı maslahatlar ve uzaklaştırdığı mefsedetler derecesinde değişir. Bir dirhemi isbat veya ıskat etmek için yapılan şahitlik bir dinarı isbat veya ıskat için yapılan şahitlik gibi değildir. Malları korumak için yapılan şahitlik, canlan, namus ve şahsiyet haklarını korumak için yapılan şahitlik gibi değildir.

Adaletin şart koşulmasının amacı; şahitliklerde adil kişinin sözüne güve­nin sağlanması, velayet yetkilerinde hıyanetten uzak durmanın sağlanması­dır. Kişinin şehvetlerini ve le'zzetlerini engelleyen Allah korkusu, başkası hakkında yalan söylemeye engel olmak suretiyle kişiyi dizginleyen üstün bir niteliktir. Allah korkusu ve veraya devam etmek velayet yetkileri konusun­da şiddetli bir şekilde yalan ve hıyanete engel olur.

Bir fasık, takva sahibi bir insanın büyük günahı kötü görmesi gibi ya­hut daha üst derecede yalan söylemeyi kötü görüyor ve bundan uzak du­ruyorsa, sözüne güven duyulması halinde Ebu Hanife bunun şahitliğini kabul ermiştir. İmam Şafiî ise onun şahitliğini reddetmiştir. Çünkü sonuç­ta bu, Allah korkusunun kötülüğe engel olması derecesine varmamakta-dır. Zira Allah'ın azabı gibi azap, onun kötülemesi ve kınamasının ayıbı gibi ayıp yoktur. Fasık biri yalandan uzak duruyorsa bu çoğunlukla gös­teriş ve başkasına iyiliğini duyurma isteği sebebiyledir. Fasığı insanlardan gizli olan durumlarda yalandan alıkoyacak bir engel yoktur. Allah korku­su ise böyle değildir. O, gizli ve açık tüm durumlarda kişiyi yalandan uzak tutar. Allah görünen görünmeyen her şeye muttali olduğundan ye onun için gizlilik hali insanlar için açıklık hali gibi olduğundan Allah korkusu her durumda kötülüklere engel olur. O, gizli sözleri de insanların gizlide yaptıkları fiilleri de bilir.


[40] Hud, 88

[41] Tegabün, 16

[42] Müslim, İmare, 3,1457, 1458

[43] Buharı, Enbiya, 6, 513; Müslim, Hudud, 3, 1-315