saniyenur
Fri 10 August 2012, 09:49 am GMT +0200
ADALETİN TESİSİ
Şeriat müessesesi kendi içerisinde, resmi işlerde ve insanların birbirleriyle ve devletle münasebetlerinde, ihtilâflarında adaletin ve hakkaniyetin garantisidir. Hatta yol, metod, program veya muameleyi ifade eden min-hac'tn daha dar anlamında bile. Bununla beraber şeriat, yalnızca Allah'a itaat eden ve O'nun rızasını kazanmak İçin adalet ve fazilete dayalı nizamı kurmaya muktedir hayırlı, muttaki ve dürüst insanlar yetiştiren bir yönetim biçimidir. Bu metodun ilkesi adaleti ve fazileti şahıslarında ve sosyal hayatta en müessir ve başarılı şekilde tesis edebilecek insanları yetiştirmektir.
Şeriat'ın daha açık ve daha genel amacını şöyle formüle edebiliriz: İnsanların sulh, sükûn ve huzur içinde yaşayarak, her türlü baskı ve zulümden uzak inançlarını tatbik etmelerini sağlamak üzere yeryüzünde adaleti tesis etmek. Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed, selefleri gibi, insanlara âdil olmayı; can, mal, akıl ve nesil emniyeti içinde inançlarını yaşayabilecekleri bir toplum kurmayı öğretti. İrtihalinden sonra sahabileri de bu adalet sistemini devam ettirmeye çalıştılar.
Rasûlullah'in ardından Hz. Ebu Bekir geldi ve O'nun yolunu hiç değiştirmeden sürdürdü. Onun idaresi üzerine yapılacak küçük bir araştırma, İlahi kanunlara göre hükmeden insanların yönetimleri ile kendi heva ve heveslerine göre hükmeden yönetimler arası farkı açıkça gösterir. Hz. Ebu Bekir, halkın refahı ve haklan hususunda o kadar dikkatli idi ki, bazı geceleri uykusuz geçiriyordu. Ömer b. Hattab, ev işlerine yardım etmek İçin yaşlı bir kadının evine gitmekteydi. Birgün Hz. Ömer yapılacak işleri sorduğunda, kadın, bir adamın gelerek bütün işleri yaptığını söyledi. Ömer kadını günlerce ziyaret etmeye devam etti. Birgün kadının evine erken gitti ve kapıda dikilirken yüzü örtülü bir adamm evden sokağa çıktığını gördü. Ömer adamın peşine düştü ve onu yakaladı. Adam yüzündeki örtüyü çıkardığında Ömer onun Halife Ebu Bekir olduğunu gördü. Ömer ona: "Senin olduğuna emindim. Senden başkasının önde olamayacağını biliyordum." dedi.
Hz. Ebu Bekir'in devrinde Arabistan'da her biri bir valinin nezaretinde bulunan on vilayet vardı. Müslümanların azametinin ve gücünün ana sebebi üst makamlardaki memurların ve valilerin uyarladıkları hayat tarzıdır. Onlar İslâm kanunlarını bizzat kendilerine tatbik etmişler ve en uç noktalara kadar İslâm'ın gerçek ruhunun gereğini yerine getirmişlerdir. İnsanları adaletle yönetmişlerdi. Allah da çalışmalarını basan ile mükâfatlandırdı. İslâmî prensiplere göre insanların refahı, yöneticilerin ve ulemânın ıslahıyla ilgilidir. Rasûlullah'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Ümmetimden iki grup (âlimler ve âmirler) ıslah olduğunda, bütün toplum ıslah olur. Onlar bozulursa, bütün toplum bozulur. Bu musibete İlahi kanunlara uygun yaşayıp hükmetmekten başka bir çare yoktur." (Abu Bakr, the First Caliph, Islamic Foundation, Leİces-ter, 1976).
Hz. Ebu Bekir'in, başka insanların hakları konusundaki düşüncelerinin derinliği, adalet anlayışı ve dürüst muamelesi şu olaydan anlaşılabilir. O Aişe'yi diğer çocuklarından daha fazla severdi. Ona diğerlerinden fazla olarak biraz arazi ve mal mülk verdi. Fakat, bunun adaletsiz bir muamele olduğunu hissetti ve vefatından evvel Aişe'ye: "O malları geri vermeni dilerim. Böylece diğer mal mülk ile beraber, sen de dahil bütün çocuklarım arasında bölünebilsin." (İbni Sa'd, Tabakat, c. III)
Beytü'l-maVa, gelen bütün gelirler fakirlere, savaş teçhizatına harcanırdı. Fetihlerden elde edilen ganimetleri, altın ve gümüş gibi madenlerin gelirlerini hakkı olan insanlar arasında dağıtıyordu. Sir William Muir şöyle diyor:
"Hepsi eşit şekilde paylaştırılıyordu. Yeni dönen ile eski muharip, kadın ile erkek, köle ile hür. Müslüman maliyesindeki bir kabule göre bütün mü'minler kardeş ve eşittir. Şayet takvadaki üstünlükleri öne sürülürse şöyle cevap verirler: Bu Allah içindir. Allah öylelerini öbür dünyada üstün kılmakla mükâfatlandıracaktır." (Annals of Early Caliphate, sh. 121).
Ölüm döşeğindeyken şu sözlerle son mesajını vasiyet etti: "Merhametlilerin merhametlisi ve Lâtif olan Allah'ın adıyla. Ebu Kuhafe'nin oğlu Abdullah'ın dünya hayatının son deminde, ahiret hayatının ilk safhasında, inkarcının iman ettiği, günahkârın tevbeye geldiği, ya-lancınım doğruyu söylediği dakikada ahit ve vasiyettir. Hattâb oğlu Ömer'i kendime halef tayin ediyorum. O'na itaat ediniz. Bunu yapmaktan maksadım iyiliktir. Adaletle davranışa, ondan umduğum zaten budur, başka türlü davranırsa, biliniz ki insan ne işlerse onu kazanır. Gaybı bilemem. Ama zulmedenler nelere uğrayacaklarım bilirler (26: 227). Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun." (Kenzü'l-Ummal, c. II, sh. 45, c. IV, sh. 324).
Yukarıdaki parça Ebu Bekir'in insanların huzuru konusundaki endişelerine ve onların meselelerine adaletle ve korkusuzca karar verilebilmesi hususundaki alâkasına açık bir örnektir. Halife seçildiğinde yaptığı ilk konuşmadaki sözleri, adalet ve faziletini yansıtır. "Ey insanlar! En iyiniz olmadığım hâlde bana bîat ettiniz. Görevimi adaletle yaparsam bana itaat, doğruluktan saparsam beni ikaz ediniz. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. (Haklı olan) güçsüz, hakkı alınıncaya kadar benim gözümde güçlüdür. (Haksız olan) güçlü, hak sahibinin hakkı kendisinden alınıncaya kadar benim gözümde güçsüzdür. Allah yolunda cihadı terkeden bir toplum zelil olmaya mahkûmdur. Bir toplumda kütülük yaygın olursa sonunda o toplum bir belâyla karşılaşır. Allah'a ve Rasûlüne itaat ettiğim sürece bana İtaat ediniz, eğer Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirsem bana İtaatiniz için sebep kalmaz."
Beytü' l-mal hakkında Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: "Ben, beytü'l-mal'dan yapılacak harcamalar hususunda üç yoldan başka bir tasarruf tarzını doğru bulmuyorum: Haklı sebeplerle alınacak. Hak Ölçülerine uygun şekilde harcanacak ve bâtıl usûller ortadan kalkmış olacaktır. Sizin mallarınız üzerindeki hassasiyetim, yetim malı üzerinde velînin gösterdiği hassasiyet gibidir. Muhtaç olmadıkça ben, birşey alamam. İhtiyaç içinde olursam, o zaman doğru (maruf) bir şekilde beytü'l-mal'den alıp harcayabilirim." (4: 6). (İmam Ebu Yusuf, Kitâbû'l-Harac). Bir hitabesinde, halifenin beytü'l-mal'de ne gibi hallerde tasarruf edebileceğini açıklamıştı: "Allah'ın malında benim şu kadardan başka bîr hakkım yoktur ve bundan başkası da benim için haramdır. Soğuktan sıcaktan muhafaza etmek için bir elbise, Kureyş'in ortalama bir ferdi gibi de aile efradım İçin geçim. Ben de diğer müslümanlar gibi bir müslümanım." (el-Bi-daye ve'n-Nihaye, c. VII).
Hilafet makamına geldikten sonra, Hz. Ömer: "Ey insanlar! Ben ancak sizden birisiyim. Eğer Rasûlullah'ın halifesinin emrini reddetmek hoşuma gitmeyen bir iş olmasaydı, bu görevi yüklenmezdim." dedi. Daha sonra ikinci hutbesinde şunları söyledi: "Ey insanlar! Sizlerin benîm üzerimde bazı haklarınız vardır. Bunları size hatırlatacağım ki, bu konularda beni sorumlu tutunuz. Haraçlarınızı ve fey'inizi meşru şekilde toplamam, sizin, benim üzerimdeki hakkınızdır. Bu gelirler elime geçtikten sonra, bunları ancak hak yerinde harcamam da sizin üzerimdeki hakkınızdır. Sizi tehlikelere atmamak ve sınır boylarında uzun süre tutumamak da üzerimdeki hakkınızdır. Cihad için sefere çıktığınızda, Çoluk çocuğunuzu korumak ve gözetmek görevi bana düşer."
Hz. Ömer'in hilafet makamındaki bütün zamanı bu durumda geçti. Bir keresinde hasta olduğunda bal tavsiye edildi. Beytülmalda biraz bal vardı, fakat o Mescid-i Nebevî'de minbere çıktı ve "Eğer sizlerin izni olursa onu kullanabilirim. Aksi halde benim için adaletsizlik olur" diyerek halktan izin almadan yemedi.
Hz. Ömer, kendisi dahil, insanlar arasında eşit muamelede bulunmak için çok güç harcadı. Bir kıtlık zamanı, başkaları açlık çekerken, o et ve yağ yemeyeceğine yemin etti. Bir süre sonra kölesi, pazardan 40 dirheme yağ ve süt satm aldı. Hz. Ömer bu durumu öğrenince; "bunları sadaka olarak verin, çok pahalı şeyleri yemekten hoşlanmam!" dedi. Sonra başını öne eğdi, bir süre düşündü ve: "Şayet halkım tarafından tecrübe edilenleri tecrübe etmezsem problemlerinin gerçek önemini nasıl anlarım?" O, problemleri hakkında gerçek bir hüküm verebilmek için halkın elde etmesi mümkün olmayan şeylerden kendini mahrum etmesi gerektiği fikrindeydi. Gerçekte O, halifelik makamının ona diğer insanlardan farklı imtiyazları elde etme yetkisi vermediği konusunda tamamı ile şuurluydu. Aynı zamanda adaletli davranmazsa onların kendisine itaat etmelerinin gerekli olmadığını düşünüyordu.
Hz. Ömer'in bu misali, İslâmî yönetimin Önemli bir kaidesini açığa çıkartıyor. İnsanların işlerini idare ederken âdil olmayan bir İmam'ın, halktan kendisine itaat etmelerini istemeye hakkı yoktur. Hatta Allah'ın hakimiyetine inansa, bunu iddia etse ve O'nun şeriatını uygulasa bile. İçki içen kendi oğluna, ilgili hükümleri uygulaması meşhurdur. Hal-tan birini döven Mısır valisi Amr b. Âs'ın oğluna kısas uygulaması gibi. Haraç toplamakla görevli tahsildarlara, vazifelerindeki aşırılıklardan dolayı çok şiddetli muamele ederdi. Bu prensiple Mısır valisi Amr b. As'ın malının yarısını alıp beytülmal'a aktardı. Keza Kûfe'deki vekili Sa'ad b. Ebi Vakkas ve Bahreyn'deki vekili Ebu Hureyre ile ilgilendi ve varlıklarını alıp beytülmal'a kattı.
Onun yönetim fikri şöyleydi: İnsanlar Din'in sınırları içinde vefakâr ve samimi olarak itaat edecekler ve hüküm sahipleri de adaleti yerine getirecek. Aynı zamanda halkın hüküm sahiplerini ıslah ve tashih etme hakkı olduğunu kabul ediyordu. Bu, birinin şu hatırlatmasını gönül ferahlığıyla kabul etmesinde görülür: "Biz sende bir eğrilik görürsek onu kılıcımızla düzeltiriz." Bir keresinde müslüman-lara hitaben şu konuşmayı yapmıştı: "Ey müslümanlar! Amirler (valiler ve diğer görevliler), size musallat olmak, malınızı yağma etmek için gönderilmiyor; bilakis size İslâm'ı ve Rasûlullah'ın yolunu öğretmek için gönderiliyorlar. Şayet bunlardan biri buna aykırı davranınıp da zulmetmeye kalkışırsa, derhal bana haber veriniz ki, gereken işlemi yapayım." diyerek otorite sahibi insanların güçlerinin aşma haklarının olmadığını ve sınırlarım belirlemiştir.
Kör ve hasta insanların evlerine gidip ihtiyaçlarını karşılamak için bizzat uğraşırdı. Aynı zamanda Medine'den cihad için çıkmış olanların evlerine tek tek uğrayarak, kapıdan çoluk çocuklarının hal ve hatırlarını sorar, bir ihtiyaçlarının olup olmadığını öğrenir ve İstediklerini çarşı pazardan alıp, onlara bizzat kendisi taşır ve götürürdü. Mektuplarını teslim eder veya bu mektuplara cevaplarını yazar ve onların günlük alışverişlerini yapardı. Ara sıra şehirde devriye gezerdi. Bir gece şehirde dolaşırken, ihtiyar bir kadının ve acı acı ağlayan çocuklarının sesini duydu. Kadına çocuklarının niye ağladıklarını sordu sordu, açlıktan ağladıkları ceyabmı aldı. Halife ona ne pişirdiğini sorduğunda kadın pişirecek bir-şey olmadığını fakat boş tencereyi kaynatarak çocukları daha sonra birşeyler yeme ümidi ile uyutmaya çalıştığını söyledi. Ömer şehre geri döndü ve beytülmal'dan biraz un, yağ, et ve hurma aldı. Çuvalı kendi sırtına vurdu. Hizmetkân Usâme çuvalı taşımak istediyse de Ömer, Hesap Günii'nde herkesin kendi yükünü kendisinin taşıyacağını söyleyerek mâni oldu. Yükü kendi taşıdı ve kadına ulaştırdı. Yemek hazırlanıp çocuklar doyurulunca çok mutlu oldu.
Kendi sözleri ve amelleri ile Ömer bütün insanlar arasında eşitliği ve renklerine, düşüncelerine, kavimlerine veya statülerine bakmadan bütün vatandaşlar arasında mutlak adaletle hükmetmeyi tesis etmiştir. Onun hayatında bu iki prensibin pratiğe aktarıldığını gösteren pek çok olay vardır.
Suriye'nin en büyük kabilesi olan Gassânî'lerin reisi Cebele b. Eyhem İslâm'a girmiş ve hacc ziyareti yapmak üzere Mekke'ye gelmişti. Tavaf esnasında adamın biri Cebe-le'nin örtüsüne basmış, Cebele de birden hiddetlenerek adama bir tokat atmıştı. Adam zulme uğrayınca, derhal Halife'ye gelip durumu anlatmıştı. Hz. Ömer, Cebele'yi buldurup hemen kısas uygulamıştı. Cebele buna itiraz edince Hz. Ömer ona: "Ektiğini biçtin" demişti. Bunun üzerine Cebele hayretle: "Bir kabile reisine tokat atan birinin cezası idamdır" deyince de âdil halife ona şu cevabı verdi: "Cahiliyye devrinde durum söylediğin gibiydi. Fakat İslâm, insanlar arasındaki sosyal farklan kökünden kazıyıp attı." Cebele itirazına devam ederek, "Eğer İslâm, bizim gibi asil kimselerle alelade halktan biri arasında hiçbir fark gözetmiyorsa, ben böyle bir dinden vazgeçerim" demişti. Nitekim daha sonra gizlice irtidat edip, Bizansa sığınarak Kons-tantinopol'e (İstanbul) kaçmıştır. Fakat Hz. Ömer, bir prens için İslâm'ın hükümlerinden asla taviz veremezdi ve vermedi de.
Bir keresinde, Hz. Ömer vali ve âmillerine mektup yazarak hac mevsiminde toplanmalarını istedi. Onlar geldiler. Hz. Ömer ayağa kalkarak bir hutbe irad etti ve hazır bulunanların bir şikâyetleri olup olmadığını sordu. Dinlenlerden biri kalkarak: "Ey Mü'minlerin Emîri, senin âmilin bana yüz kırbaç vurdu." dedi. Hz. Ömer, o âmile: "Sen ona yüz kırbaç vurdun mu?" diye sordu ve iddia sahibine dönerek: "Kalk ondan hakkını al!" buyurdu. Bunun üzerine orada bulunan Amr b. Âs ayağa kalkarak: "Ey Mü'minlerin Emîri! Sen âmillerin hakkında böyle bir kapı açarsan, bu hâl hem onlara çok ağır gelir, hem de senden sonrakiler için bir âdet hâlini alır." dedi. Hz. Ömer: "Dikkat et, ben ki Rasûlullah'ın nefsine kısas tatbik ettiğini gördüm. Onu kısassız mı bırakacağım?" buyurup, sonra hak sahibine dönerek:"Kalk hakkını al!" diye emretti.
Amr b. Âs: "O halde izin verin de onu razı edelim." dedi. Muvafakat gösterilince, şikâyetçi olan şahsa, her kırbaç için iki dinar olmak üzere toplam 200 dinar verilerek razı edildi ve şikâyetçi kısas hakkından vazgeçti. {Kiîâbu l Harac).
Bir keresinde Kureyş'in reisleri ile Süheyl, Bilal ve Ammar b. Yasir gibi azatlı kölelerden oluşan bir gurup aynı anda Hz. Ömer'i ziyarete geldi. Ömer Kureyş'in reislerini dı-şarda bekletip diğerlerini çağırdı. Cahiliyye devrinde Kureyş reislerinin lideri olan Ebu Süfyan bunun çok fena bir muamele olduğunu düşündü ve yanındakilere: "Bu, tekerleğin garip bir dönüşü; biz dışarıda beklerken köleler içeri alınıyor" dedi. Fakat içlerinden biri olaydaki adaleti fark ederek: "Doğruyu söylemek gerekirse Ömer'i tenkid etmeye hiçbir hakkımız yok, kendimizi eleştirsek iyi olur. İslâm bizi tek bir sesle çağırdı, çağrıya geriden icabet edenler, bugün de geride kalmayı hakkettiler" dedi. (Süheyl b. Amr, Usdü'î-Gabe).
Meseleler İslâm'a göre çözülmeye başlayınca sosyal statü ve doğuştan gelen ayrılıklar gö-zardı edildi ve sadece İslâm'a yapılan hizmetler dikkate alınır oldu. İslâm yolundaki hizmetlerinde eşit olanlara eşit maaş veriliyordu. Bu meselede köle ile efendisi arasında fark gözetilmiyordu (Fütuhu l-Buldan).
Hz. Ömer, eşitlik esasının tatbikinde ısrarlıydı. Herhangi bir ayrıma müsamaha göstermedi. Amr b. Âs, Mısır Camii'nde kendine bir minber yaptırınca, Ömer mektubunda azar-larcasına şöyle dedi: "Sen yukarda otururken diğer müslümanlann aşağıda oturmalarım uygun görüyor musun? Duydum ki diğer müs-lümanlardan daha yüksekte oturduğun bir minber yaptırmışsın. Senin emîr olarak onlara hitab etmen ve onların tebân olarak seni dinlemeleri imtiyazı sana yetmiyor mu? O minberi yıkmanda ısrar ediyorum." (İbni Hiye, Futuhu'l-Mısr, sh. 92; Suyutî, Husnu'l-Muhadara, c. I, sh. 79).
Ömer ile Übeyy b. Kaab arasında ihtilaflı bir mesele oldu. Bu hususta Zeyd b. Sâbit'i hakem tayin ettiler. Hakemin huzuruna geldikleri vakit Zeyd ayağa kalkarak halifeye yer vermek istedi, fakat Ömer bu teklifi kabul etmedi ve Übeyy'in yanına oturmayı tercih etti.
İnsanlar arasında eşitlik ruhunu yerleştirebilmek için halkla olan münasebetlerinde veya şahsî ilişkilerinde en üst nokadaki sadeliği arardı. Sezar'm elçisi 'müslümanlann imparatoru' ile görüşmeye geldiğinde, Mescid-i Nebevî'de onu bir köşede eskimiş elbiseleri içinde, otururken buldu. (Şibli Nu'manî, Life of 'Umar the Greaî, c.II).
Hz. Ömer'in bu davranışları, devletin üst mevkilerindeki memurları üzerinde müthiş etkili oluyordu. En uç sınırdaki Iraklı reislerden bazıları mükellef yemekler hazırlatıp İslâm ordusu kumandanı Ebu Ubeyde'ye getirdiler. Ebu Ubeyde'nin: "Bunlar sadece benim için mi, yoksa ordunun hepsi için mi?" sorusuna: "Kısa zamanda ordunun tamamı için yemek hazırlayabilmek maalesef imkânsız." dediler. O: "Kan dökmede ben ve bu askerler eşitiz. Yemek yerken de onların bana refakat etmelerini isterim. Onlar ne yerse ben de onu yemeliyim" diye cevap verdi. Müslüman kumandanın cevabı bu tür yaşayışa alışmamış olan reisleri çok şaşırtmıştı.
Müslüman kumandanlarla askerler arasındaki münasebetler, aralarında mutlak eşitlik, kardeşlik ve adaletin olduğunu yansıtıyordu. Suriye, müslümanlann eline geçince İmparator Heraklius Bizantium'a gitti ve önceden müs-lümanların eline esir düşmüş birisiyle konuştu. İmparatorun "Müslümanlar ne tür insanlar?" sorusuna adam "Muhteşem insanlar. Gündüz hepsi korkusuz birer savaşçı, fakat geceyi ibadetle geçiriyorlar. Zaptettikleri yerlerdeki insanların bedelini ödemeksizin bir-şeylerini almıyorlar. Kendileri âdil ve gittikleri her yere adalet ve banş götürüyorlar." diye cevap verdi. İmparator, "Şayet böyle büyülü güçlere sahiplerse, birgün benim ayağımın altındaki toprağa da sahip olurlar" dedi.
Mısır'daki en büyük Bizans kalesinin muhasarasının sonlarında, savunmalar zayıfladığı zaman, İmparatorunun valisi barış istedi. İslâm kuvvetlerinin kumandanı Amr b. Âs'a elçiler gönderdi. Elçiler, müslümanların hayat tarzlarını bizzat görebilsinler diye iki gün alıkondular ve sonra valiye geri gönderildiler. Vali elçilere müslümanları sordu. Onlar: "Efendimiz, müslümanlar ölümü, bizim hayatı sevdiğimizden daha çok seviyor. Alçakgönüllülüğü gururdan çok seviyorlar, açgözlülük ise yokluğu ile farkedilebiliyor. Rahatlıkla yere oturuyorlar ve bunu herhangi bir şekilde küçüklük olarak görmüyorlar. Yemekleri masada yemiyorlar. Komutanları sıradan bir er gibi, farklı bir işaret taşımıyor. Üst ile ast veya köle ile efendi arasında bir ayırım yapmıyorlar. İbadet zamanı yıkanıp Allah'ın önünde mutlak bir tevazuyla omuz omuza duruyorlar" dediler. Vali fevkalâde etkilendi ve müslümanlarla barış yaptı.
Hz. Ömer'in katledilmesinden sonra Hz. Osman müslümanlara halife seçildi. İslâm devletinin merkezinden çok uzaklarda olan valilerine, kumandanlarına ve âmillerine gönderdiği genelgeler devlet işlerinde güttüğü siyaseti ortaya koyar.
Onlara hitaben şöyle yazmıştır: "Allah, İmamları (devlet başkanlarını) Ümmetin fertleri hakkında zorba olmaktan uzak durmalarını, bir vergi tahsildarı gibi davranmamalarını ve ümmete çoban (merhametli birer yönetici) olmalarını emretmiştir. Bu ümmetin İlk yöneticileri de gerçekten ümmet için merhametli birer yönetici olmuşlar, birer zorba ve zâlim vergi memuru olmaktan çok uzak durmuşlardır. Sizler de birer yöneticisiniz, sizin de aynı şekilde davranmanız gerekmektedir. Bu ümmetin imamları (yöneticileri) şayet birer zâlim kesilseler, o zaman müslümanlar arasında haya kalkar, emanete hıyanet edilir ve vefa kaybolup gider. Yönetimin en güzeli ve Allah'ın razı olacağı en güzel davranış, müslümanların işlerini güzelce halletmeniz, ihtiyaçlarını karşılamanız, haklarım kendilerine ulaştırmanızdır. Aynı şekilde tebamız olan, zımmîlerin de haklarını iyice gözetmenizi tavsiye ederim. Ayrıca düşmanlarınız ile savaşmaya vardığınız zaman önce onlara İslâm'ı anlatın ve tevhid akidesine davet ediniz. Kalplerini adaletiniz ile kazanınız." (Ta-beri, c. V).
Ordu kumandanlarına hitaben de şöyle yazmıştır: "Siz (ey kumandanlar!) Müslümanların koruyucuları ve müdafiîlerisiniz. Ömer bin Hattab sizlere emirler vermiş ve uymanız gereken hususları bildirmiştir. Bunların ne olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Sizden istenilen bu emirlere mutlaka uymanızdır. Sakın sizin biriniz Ömer'in size talimat ile bildirdiği bu emirleri değiştirmeye kalkmasın, sakın sizden böyle bir şey duymayayım. Yoksa Allah sîzi, sizden başkası ile değiştirir ve yerlerinize bu emirlere uyacak kişileri getirir. Nasıl davranmanız gerektiğini biliyorsunuz, buna mutlaka uyunuz. Ben size bakıyor ve sizleri kontrol ediyorum. Zira beni de hakkınızda nasıl davranacağım diye Allahu Teâlâ kontrol etmektedir." (Taberi, c. V).
Amillere (zekat ve cizye tahsildarlarına) şöyle yazdı: "İnsanları hak ile yaratan Allah, hakdan başkasını asla kabul etmez. Hakkı alınız ve tekrar hakkı (hak sahiplerine) veriniz. Size emaneti tavsiye ederim. Sakın onu ihmal etmeyiniz, mutlaka yerine getiriniz. Emanete hıyanet edenlerin ilki olmayınız. Yoksa, sizden sonra, sizin yaptıklarınıza bakıp emanete hiyanet edenlerin yüklenecekleri günahlara ortak olursunuz. Vefakârlık, aman vefakârlığı elden bırakmayınız. Yetime ve kendisiyle ahitleştiğiniz zımmî ve emân ehline iyi muamelede bulunup haklarını gözetiniz. Allah yetime ve zımmîye zulmedenin düşmanıdır..."
Halka da mesajı söyledi: "Şunu unutmamalısınız ki, sizin başarılarınız ve zaferleriniz liderlerinize itaat etmenizle elde edilmiştir. Dikkat ediniz! Dünya sevgisi sizi doğru yoldan ayırmasın. Üç şey vardır ki bunlar insanları doğru yoldan saptırır: 1) Fazla bolluk içinde yaşanan hayat, 2) Cariyelerle münasebete aşırı düşkünlük, 3) Kur'ân-ı Kerim'in ezbere okunmasında Arap ve Arap olmayanlar arasında meydana gelen fark. Rasûlullah şöyle buyurmuştur: 'Sadakatsizliğin to^ humlan yabancı yollarda yatar. Müslümanlar yabancı yollara girince Doğru yoldan sapmaya başlarlar ve bidatlarla tanışırlar." (Taberî, c.V).
Bunlar açıkça göstermektedir ki, Hz. Osman'ın izlediği siyaset, bizzat Allah'ın Rasûlü tarafından tesis edilen ve seleflerince takip edilmiş olan dürüst ve âdil davranışın devamıdır. Bununla beraber, insanlara karşı çok yumuşak başlı ve şefkatli oluşundan istifadeyle bazıları, özellikle akrabaları, bazı gayri meşru imtiyazlar elde ettiler. Mektuplarına ve emirlerine cevap vermediler. Bütün gücü kendi ellerine geçirmek için uğraştılar.
Halifeliğinin son günlerindeki riyakârlıklar ve bazı problem üretici kişilerce düzenlenen suikaste rağmen hilafeti şırasında İslâm Devleti, Arap yarımadasının her yanında büyük bir genişleme gösterdi. Hz. Osman'ın en mühim faaliyetlerinden biri, Kur'ân-ı Kerîm nüshalarının çoğaltılarak İslâm devletinin belli başlı merkezlerine göndermesidir.
Hz. Ali hilâfet makamına seçildiği zaman sosyal veya siyasî reforma girişebilmek kolay bir görev değildi. Bununla beraber Hz. Ali, yönetenlerin ve yönetilenlerin ruhlarını tekrar İslâmî hayat çizgisine döndürmek için büyük gayret gösterdi. Şahsî yaşantısı, çok sâde ve mütevaziydi. Yiyeceği, kendi hanımının bizzat öğüttüğü undan yapılan arpa ekmeğiydi. Bu arpa torbalanmn ağzını bağlarken şöyle diyordu: "Temiz ve helâl olduğunu bildiğim şeyden başkasını yemek istemem." Bazen öyle olurdu ki, parasıyla yiyecek ve giyecek almak için kılıcını satmak zorunda kalırdı. Kûfe'de, fakirlerin kaldıkları mütevâzi evler dururken, sarayda kalmak istememişti. O, Nadr b. Mansûr'un, Ukbe b. Alkame'den rivayet ettiği şekilde yaşamak için gelmişti. Ukbe dedi ki: "Ali'nin huzuruna girdim. Önünde ekşiliğinden rahatsız olduğum bir miktar süt ile kurumuş bir ekmek parçası vardı. Ona: 'Ey mü'minlerin Emîri, sen böylesini mi yiyorsun?' dedim. O da: 'Yâ Eba'I-Cenûb, Allah'ın Rasûlü bu ekmekten daha kurusunu yerdi, -elbisesini işaret ederek- bunun da daha kabasını giyerdi. Eğer onun yaptığını yapmayacak olsam, ona kavuşamamak-tan korkarım' dedi." Benzer bir şekilde Harun b. Antere babasından rivayet ediyor. Babası Hz. Ali'ye gitmiş. Kış mevsiminde, eskimiş bir elbisenin içinde titrediğini görünce: "Ey mü'minlerin Emîri, Allahu Teâlâ, sana ve ailene bu maldan bir pay ayırmış olduğu halde, neden kendine bunu yaparsın?" diye sormuş. Buna karşı Hz. Ali'nin cevabı şu olmuş: "Allah'a yemin ederim sizden birşey almış değilim. Bu elbise Medine'den ayrılırken aldığım elbisedir?"
Hz. Ali, kendisine ve ailesine karşı bu tutumunu ortaya koyarken, dinin kendisine bundan fazlasını mubah kıldığını, bu dinin mahrumiyeti, yoksulluğu emretmediğini, o zamanda müslümanlardan bir fert olarak bey-tü'l-mal'den payının aldığının birkaç kat fazlası olduğunu, bir kamu hizmeti gören Emîr'ül-mü'minîn olarak yaptığı görevin bu aldıklarından daha büyük olduğunu, Hz. Ömer'in bazı bölgelerdeki valilerine takdir ettiği kadarını almak isteseydi haklı olarak alabileceğini bilmiyor değildi. Fakat bu hususta, Allah'ın dininde izin verilen kolaylıkları tam olarak bildiği halde, kendine ve ailesine oldukça sıkı muamele etti. Hz. Ali, yönetimin insanlara daima örnek olması gerektiğini, yöneticinin hem zan altında hem de uyulacak bir makamda olduğunu biliyordu. Beytü'l-mal'in nihai mesulü olması yönüyle, tahsisat ve harcamalarda son derece sıkı davranıyordu. Bu husustaki davranışlarıyla, İdarî vazifede bulunan veya bulunmayan herkese bir ömek teşkil ediyordu. Bu yüzden, Hz. Ebu Bekir ve Ömer'in güç ve sıkıntılı yolunu sürdürdü. Çünkü, Allah'ın dini üzere Rasûlullah'in halifesi olanlara en yüksek ufuk daha lâyıktı.
Hz. Ali yönetime, Rasûlullah ve ondan sonraki iki halifenin kazandırdığı şekli tekrar kazandırmaya çalışıyordu. Hilâfete seçimi, Muhacirin ve Ensann ileri gelenleri ve diğer müslümanlarm bİatlaryla gerçekleşmişti. Bu toplantıda mevcut bulunan sahabilerden, 17 ya da 20 kişinin biat etmekten çekinmeleri ve Muaviye'nin Hz. Osman'ın katillerine karşı kısas talebiyle karşı koyması Hz. Ali'nin hilafetinin meşruiyetini etkilememiştir. Çünkü o, biat hususunda kendisinden Önceki Halifelerin usûlünü aynen takip etmiş ve onların tuttuğu yoldan gitmiştir. Halk toplanmış, serbestçe, hür iradeleriyle ve müşavereyle Hz. Ali'yi halife seçmişlerdir. Daha sonra Şam hâriç bütün İslâm âlemi onun hilafetini resmen tanımıştır. Bütün bunlardan sonra halife, bazı guruplar arasındaki ihtilâflardan uzak olarak, adaleti her seviyede tesis etmiş, halka daima âdil muamelede bulunmuştur.
Bununla birlikte Hz. Ali bu olayların tesirini izale etmek ve kendi katline ve çok sonraları da devletin yapısında ayrılığa yol açan Hz. Osman'ın suikastinin yankılarını dindirmek için elinden geleni yaptı. İslâm'ın siyasî bünyesini bu geçici engelden temizlemek için çok çaba harcadı, idaresi ile yüksek bir ömek teşkil etti.
Hz. Ali çok sâde bir hayat sürmüştü. Halîfe olduğunda bile toprağı kazmak, kuyudan su çekmek veya ayakkabılarım tamir etmek gibi el işlerini yapmaktan çekinmezdi. Yere oturur, bazen toprak üstünde uyurdu. Elbisesi genellikle yamalı olurdu. Elbiselerini yenilemesini söyleyenlere, böyle giyinmenin kanaatkârlığı beslediğini, gururdan uzak tuttuğunu \f. başkaları tarafından taklide lâyık olmaya sebep teşkil ettiğini söylerdi. Evinde seccade olarak kullandığı keçi derisi üzerinde elçileri ve d'ğer yüksek mevkideki memurları karşılardı. Mütevâzi evinin hâline dikkat çeken kimseye, sonunda bırakıp gitmek zorunda kalacağı bir evde çok şey bulundurmanın akıllılık işareti olmadığım söylerdi.
Hz. Ali yüksek adalet hissi ve âdil davranışlarıyla meşhurdur. Bir keresinde zırhını hıris-tiyan bir adamın yanında gördü ve onunla kadısı Şureyh'in huzuruna gitti. Orada halktan birisi gibi muhakeme edildi. Ali, zırhın kendisine ait olduğunu, onu ne hediye ettiğini ne de sattığını söyledi. Kadı hıristiyana ne söyleyeceğini sordu. Adam zırhın kesinlikle kendisine ait olduğunu, fakat Emîrül mü'minîn için yalancı da diyemeyeceğini söyledi. Kadı Şureyh, Ali'ye bir delili olup olmadığını sorduğunda Ali gülerek bu sorunun yerinde olduğunu, fakat herhangi bir delilinin olmadığını söyledi. Bu durumda kadı zırhın hıristiyana ait olduğuna hükmetti. Adam mü'minlerin emîrinin gözü önünde zırhı alıp gitti. Ancak bir kaç adım atmıştı ki, geri dönerek: "Şehâdet ederim ki, bunlar Peygamberlerin hükümleridir... Mü'minlerin Emîr'i beni kadıya götürüyor ve kadısı onun aleyhine hüküm veriyor. Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Rasûlüh. Allah'a yemin ederim ki, ey mü'minlerin emîri, zırh senindir. Sen Sıffîn'e giderken ben askerin arkasından geliyordum. Bu zırh senin badem renkli devenden düştü." dedi. Bunun üzerine Hz. Ali: "Madem ki müslüman oldun, zırh da senin olsun." dedi. (Mahmud Akkad, Abqariyah al-lmani).
Adaleti tesis edebilmek için uyguladığı yol, kendisine biattan sonra yaptığı şu konuşmada açıkça görülür: "Ey insanlar, ben ancak sizden biriyim. Sizin lehinize olan benim de lehimedir, sizin aleyhinize olan benim de aley-himedir. Ben sizleri Peygamberimizin yolu üzere yöneteceğim, aranızda emrolunduğum şeyi uygulayacağım... Haberiniz olsun, Osman'ın yaptığı herbir iktâ ve Allah'ın malından verdiği her mal, Beytü'lmal'a geri döndürülecektir. Çünkü hakkı hiçbir şey İptal edemez. Ben bu mal ile kadınlarla evlenilmiş, onunla cariyeler alınmış veya şehirlerde dağıtılmış olduğunu görsem bile muhakkak onu geri alacağım. Adalette ferahlık vardır. Haktan sıkıntı duyan bilsin ki, zulüm onun için daha sıkıntılıdır
Ey İnsanlar! Dikkat edin, aranızda dünyalığın etraflarını sardığı kimseleri, akarlara sahip olanları, pınarları akıtanları, atlara binenleri, nâzik cariyeler edinmiş olanları, daha önce dalmakta oldukları şeylerden men edecek ve onları bildikleri haklarına geri çevirecek olursam, sakın "Ebû Talib'in oğlu bizi haklarımızdan mahrum etti." demesinler. Dikkat edin, Rasûlullah'ın ashabından, Muhacir veya üiMsar'dan her kim Rasûl ile olan yakınlığından dolayı fazl-u keremin kendisine ait olduğu görüşünde ise (bilsin ki) yarın fazl-u kerem Allah'ın yanındadır, onun sevab ve ecrini vermek Allah'a düşer. Haberiniz olsun, Allah'ın ve Rasûlünün çağrısını kabul eden, dinimize giren, kıblemize yönelen kim olursa olsun, İslâm'ın haklarının ve hududunun kendisine uygulanması vâcib olur. Mal da Allah'ın malıdır. Aranızda eşit olarak dağıtılacak, hiç kimsenin bu malda başkasından fazla hakkı yoktur. Takva sahipleri için ise, Allah'ın yanında en güzel mükâfat vardır." (Seyyid Kutub, Social Justice in islam).
Gerçekte Hz. Ali'nin ilk ve en Önde gelen vazifesi, İslâmî geleneklere Rasûlullah tarafından bırakılan ve kendinden önceki halifelerin uyguladığı gerçek gücü tekrar kazandırmak ve Din'in aslî ve sahih ruhunu canlandırmaktı.
Hulefa-i Raşidin'den sonra her ne kadar yönetici sınıf lüks bir yaşantıya kapılmış, halkın hakkı olan mallan gasbetmiş ve İslâm Şeria-tı'nın usûlünden sapmışsa da halk doğru yolda kalmaya ve İslâm dinini pratikte yaşamaya devam etti. Gerçekte bu alevin sönmemesine sebep olan şey, iman nurudur, İslâm'ın yapısındaki gizli hayatiyet ve güçtür. Bu nûr, çevresini aydınlatmış, ışıklarını (imam) yüzlerce, binlerce kişiye taşıyarak, sürekli yayılmıştır.
Şüphesiz ki, İslâm'ın manevî gücünde muhtelif yönlere dağılan ve insan düşüncelerini, değerlerini, hareketlerini hatta diğer dinlerden, kültürlerden ve medeniyetlerden olsalar bile olumlu yönde etkileyen bir fıtrî kapasite vardır. Bunun sebebi, İslâm'ın özü ve pratiği olan şeriatın diğer din ve hayat tarzlarına etkisinin doğurduğu güç ve kapasitedir. Bunun tesirleri sonsuza kadar sürecek ve hiçbir zaman saklanıp gizlenemeyecek bir hakikati ihtiva eder. Bir süre için baskı ve zulümle veya hileli yollarla gözden uzak tutulabilir. Fakat eninde sonunda hayatın her adımında etkilerini gösterecek, cihanşümul mânâda İslâm'ın insanlık için gerçek hayat yolu olduğu anlaşılacaktır.
Bütün bu söz edilenler gösteriyor ki, ilk dört halife çok sâde ve muttakî bir hayat sürmüşlerdir. Onlar dürüstlük ve adaleti hayatlarının her sahasında yaşamışlar ve adaleti ülkeye yaymışlardır. Her ne kadar Hz. Osman, ömrü boyunca iyi bir işi olan varlıklı bir kimse idiyse de, özel hayatında muttaki, doğru ve âdildi. Serveti, itikadını herhangi bir şekilde menfi yönde etkilememişti. Şüphesiz ki onların dördü de şahsî işlerinde olduğu kadar resmî vazifelerinde de dürüstlüğe ve hakkaniyete önem verirdi. Edward Gibbon'a göre, "Dört halifeyi, hurafelerle sarsılmamış elle tartan bir tarihçi açık bir şekilde onlann davranışlarının birbirinin aynı, saf ve samimiyette olduğunu, gücün ve zenginliğin ortasında hayatlarının ahlâkî ve dinî vazifeleri yerine getirmeye adandığını belirtecektir." (D e eline and Fail ofthe Roman Empire, c. III).
Halifeler, Allah'ın Şeriatı dahilinde her türlü çabayı göstererek halkın uyacağı kuralları belirlemek, Allah'ın hudutlarını muhafaza etmek ve herkese karşı adaletle muameleyi esas alan hayat nizamını sürdürmek için çalıştılar. Diğer bir ifadeyle Rasûlullah'in halifelerinin kontrolü altında adalet ve eşitlik sistemi kurmak, ilâhî kanunları insanî meselelere uyarlamanın tabiî bir sonucudur. Bu kanunların tatbiki, herhangi bir ayırıma tâbi tutmadan, herkesin aynı şekilde istifade edeceği ve aralarında adalet esasına dayanan eşitliği sağlayacak tabii özelliklere sahiptir. İbn-i Haldun İlâhî Kanunlardaki bu etkiye şu sözlerle dikkat çekmektedir: "Eğer teba, Allah tarafından indirilmiş ve kanun tatbikçisi olan peygamber tarafından halka anlatılmış ve şeriat olarak kavimlere tebliğ edilmiş kanunlar ile idare edilirse, buna dinî siyaset denilir."
"Bu dinî siyaset, insanların dünya ve ahiretleri için faydalıdır. Çünkü yaratılıştan maksat, yalnız dünya hayatı yaşamak değildir. Dünya hayatı hep boş ve aldatıcıdır, sonu fânilik ve ölümdür. Yüce Allah Kur'ân'mda: "Biz sizi boşuna ve faydasız mı yarattık sanıyorsunuz?" buyurmaktadır. İnsanları yaratmaktan maksat, onları ahiret saadetine götüren din İle amel ettirmektir. Bu ise göklerde ve yeryüzünde mevcut bütün mahlûkların tutacakları bir yoldur. Şeriatler insanları ibadet ve mua-melelerindeki bütün hallerinde insan toplulukları için tabii olan devlet işlerinde dahi amel edilmesi gerekli dinî hükümlerle indirilmiştir. Dinin açık olan bu yolundan ayrılmadığı takdirde bütün insanlar Sârinin nazar ve himayesi altındadır. Devlet zülüm, zorbalık ve hayvanî duygu ve kuvvetleri kendi hallerinde bırakmak yoluyla idare olunur ise, bu fâcirlik ve düşmanlıktan başka bir şey değildir. Bu hâl hüküm sahibi Allah nazarında kö-tülenmiş olduğu gibi siyasî nikmet bakımından da böyledir. Devlet ve teba, siyasetin ve siyasî olan hükümlerin icabına göre idare olunur ise bu da yerilmiş olur. Çünkü Allah'ın nurundan ibaret olan şeriat hükümleri ihmal edilmiş oluyor. Allah bir kimseyi kendi nuru ile aydınlatmaz ise o kimse aydınlıktan mahrumdur. Zira sâri (kanun koyan Allah) insanların gözleri ile görüp akılları ile bilemedikleri ahiret işlerinde de insanların maslahatlarına uygun olan hikmetleri bilir. İnsanlığın bütün işi, gerek devlet işi, gerek başka işler olsun, iyiliği ve kötülüğü ahirette kendisine aittir. Yani iyi ise ecİrli ve sevaplıdır, kötü ise cezaya çarptırılır. Rasûlullah: "Ancak dünyadaki iyi ve kötü bütün amelleriniz ahirette kendinize verilir", yani hayırlı ise ecir ve sevap kazanır, kötü ise cezaya çarptırılırsınız, der. Siyasî hükümlerde ise, ancak dünyevî fayda ve maslahatlar gözönünde bulundurulur. Siyasî kanunları koyanlar ancak dünya hayatının dış görünüşünü görür ve bilirler. Şariin maksadı ise insanların ahiret saadetidir. İşte bundan dolayı bütün insanları gerek dünyevî ve gerek uhrevî işlerinde şeriatlere uygun olarak iş görmeğe sevk etmek vaciptir. Bu vazife, kendilerine şeriat indirilmiş peygamberlere, onlardan sonra da onların yerine geçenlere, yani halifelere yük-letilmektedir.
Bu açıklamalardan halifeliğin mânası sarih olarak anlaşıldığı gibi, insanlar için tabiî olan hâkimiyetin umûmi maksat, heves ve arzulara göre iş görmeğe sevk etmekten ibaret olduğu da anlaşılmaktadır. Siyasetçi demek, aklî delil ve hükümlere dayanarak dünya maslahat ve faydalarını elde eden, zarar ve ziyanları def etmeğe sevk eden insan demektir. Halifelik ise genellikle ahiret fayda ve maslahatlannı gözönünde bulundurarak şeriat ile iş görmeğe sevk eder. Şâri'e göre dünya iş ve amellerinin hepsi de netice itibariyle ahirete dönüktür. Halifelik ise dini korumak ve dünya siyasetini dine uygun olarak idare etmek hususunda şeriat sahibine naiplik etmek demektir." (İbni Haldun, "Halifelik ve imametin mânası," Mukaddime).
Sonuç olarak denilebilir ki, Rasûlullah'in sahabeleri ve onların temsilcileri olarak her-bir "Halife-i Rasûlullah", tesis edilen adalet ve fazilet sistemini muhafaza ettiler ve onu dünyanın muhtelif yerlerine yaydılar. Söz ve davranışlarıyla saadet asrının timsalleri olurken, zulüm ve baskı ile sağlanan yönetimlerin şeytanî ve Allah ve Rasûlü katında değersizliğini ortaya koydular.