- 76.Bölüm

Adsense kodları


76.Bölüm

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Thu 21 July 2011, 02:46 pm GMT +0200
76. BÖLÜM



Bu karaltıda Hızır'ın suyu var; fakat adam-akıllı bir susamış gerek ki bunu farketsin.Susuzluğun en üst derecesiyle farkedişin kalmayışıdır; kuyu suyu olsun, dere suyu olsun, ne gelirse içer;hele çölü aşmış bir susuz olursa Adam-akıllı susamış, Hızır suyunun kokusunu almış, hem de suyu sudanayırdediyor; bu çeşit adam, bu karaltıya sığamaz. Yahut da bu, bir bahttır, bir kısmettir, ayırdediş işideğildir. Çünkü ayırdedişin sınırı meydandadır, görülür-durur. Fakat o baht, o devlet, bir ayırdediş
kabiliyeti verir ki bu, başka ayırdedişlere benzemez. İman, zâti ayırdediştir, ayırdedişten başka bir şey değil.

Bir gün bu söz, dinleyene düşmanlık etmeye kalkışır da
Ben seni âbıhayâta çağırdım der, sense kendini sağır ettin.


Bu bengisu, ben bengisuyum diye bar-bar bağırmada, dünyayı sesiyle doldurmadadır da şu acı suyuyeter bulan yorgunlar, şu kara suya kanan yaralılar duymazlar bile... Duysalar da bahse girişirler, olaylarakapılırlar, o söze kulak asmazlar; o kadar çok yaygara ederler ki ses duyulmaz olur-gider. Baht işidir bu; okadar aradığı, o kadar sevdiği halde İskender'e bile vermediler; karşı koyanlara, cedelleşenlere nasılverirler. Herşeyi aramadıkça bulamazsın; ancak bu dostu bulmadıkça arayamazsın; yâni aramak, bulmak
demektir; aramak, bengisuyu içmek, bulup içtikten sonra da ebedî olarak kanmamaktır. «Yaratış da bilin ki onurdur, emir de onun.»
      Emir oğlu olanlar, halkın ahvâlinden boyuna incinir-dururlar. «Belânın çetini peygamberlere gelirçatar.» Demek ki kim peygamberlerin yoluna girer, onlara uyarsa o çetinlikten onun da bir payı vardır.Zahmet görünür, eziyet görünür amma ne kutlu zahmettir o, ne kutlu eziyet. Buyruğu yerine getirmeye dikilmiş olanlar başkadır, yaratıklar başka, «Ben insanım» buyurdu amma din ehlinin toprak ehlinden ayrılması için sınama yoluyla buyurdu bu sözü. Emir oğullarıyla, yâni ezel oğullarıyla amel oğulları olan halk arasında pek büyük bir fark var.
      On sekiz bin âlem, iki bölükten artık değil. Yarısı salt cansız, yarısı uyanık. Uyanıklık Peygamber’e uyanın, yahut Peygamber’in halidir. «Benden olup da bana benzemeyen benden değildir.» Yâni uyanık olan uyanıktır, geri kalanı cansız yaratıktır; buyruktan haberi bile yoktur onların; buyruğu anlamamışlardır. Bunca filozofi bilgisiyle, bunca ince, derin bilgilerle gene de bizim cinsimizdensin; hattâ bilgide, akılda bizden de eksiksin; sen gençsin, biz ihtiyarız diye buyruk ıssından mûcize istediler... Mûcizeyle de buyruğu
anlamadılar, uyanmadılar-gitti. On iki bilginin bütün terimleri, bütün bu bilgilerle ilgili sözler, bütün bilgilerle beraber salt cansızların harcıdır; çünkü yaratık çevresinden dışarda değil onlar. «Yaratış da bilin ki onundur.» Yaratık da Tanrınındır amma buyruğa karşı cansızdır. «Hüküm, hikmet ıssının katından verilen bilgi» , buyruktur, o bilgi de peygamberlerin, Tanrının bilgisidir; yâni uyandırıcı bilgidir o. Şu halde görüyoruz ya, bilgi, uyanıklık bilgisidir, uyanıklık vermeyen herşey, salt cansızdır. Demek ki kim daha
uyanıksa odur daha yakın olan.
     Bu yaratış âleminin, bu yaratıkların bilgilerinin, ibâdetlerinin sınırı, yönü, çevresi vardır; böyle olan da cisimdir, cisimse cansızdır. Fakat uyanıklığın sonu yoktur. Boyuna gittikçe gitsen dün bulduğun, bugünküne benzemez. Bu yüzden «De ki: Rûh rabbimin buyruğundan» buyurur. Toplum dedi ki: Rûh nedir, Peygamber de bilmiyor; işâretle bir sözdür, söyledi. Oysa ki o ne buyurduysa öyleydi; yâni rûh
buyruktur, geri kalanlar cansızdır, cansız da bunu anlamaz zâti. Evet, onların da bir anlayışı vardır amma kendi cansızlıklarına göre bir anlayıştır o. Karanın, denizin yüklenemediği var ya hani; biz yaratığız, cansısız, buyruk altına girmeye gücümüz yok dediler. Âdemoğulcağızıysa o anlamdan doğmuştu; elini göğsüne vurdu da dedi ki:

Ben çekerim, onun yükü camındır benim;
Söyle, bir kimse kendi canını nasıl olur da çekmez?


    Şu on sekiz bin âlemden ne görüyorsak, ne duyuyorsak vuralım gitsin; bakalım, ne yana düşer? Rûhül Kudüs'le ilgili bile olsa bu uyanıklık olmadıkça biz onu cansız sayarız; hattâ bu uyanıklığın ta kendisidir, canıdır, Haktır, başka birşeydir diye şaka etseler de bu, böyledir. İsterse salt zehir olsun, bizi helâk olmaktan, yok olmaktan kurtaran herşey, panzehirdir; ölümden kurtaran tatlı şerbet. Bizim görünüşle işimiz yok. Şu on sekizi karmışlar, birbirine katmışlar ya; rûhların rûhu bile olsa bizi helâk ederse, bize zarar verirse zehirin ta kendisidir. Zâti ayırdediş de bunun içindir ya... Çünkü zehirle panzehiri
bir-birine katmışlardır. Yaratışla buyruk, bir mâcun halindedir.

    Canla beden ayrılmış değildir. Bir özelliği olanla görünüş de bir-birinden ayrı değil. Sözün anlamı, sözün söylenişinden, yazılışından ayrı olamaz. En yakın olan, en uzak olanın ta kendisidir. Burada pek ince işler var; pek dikkat etmek gerek. Halkın görünüşten de anladığı yaratış-yaratılış âlemiyle ilgilidir, anlamdan da anladığı böyledir, cansızı anlar ancak. Bu noksan anlayışlardan kurtulan, buyruk âlemindendir, uyanıklık âleminden. Şimdi vara vara kendi anlayışını gittikçe fazlalaşıyor görürsen bil ki
yürüyüşün, cansızlara doğrudur. Görmez misin? Kimin tahsili daha fazlaysa daha fazla donmuş, buz kesmiştir o; varlıkla-benlikle doludur; İblisin sıfatı olan «Ben ondan hayırlıyım» demek, daha fazladır onda. İnsan, o duygularını yakıp eritti mi hayrete dalar, sarhoş olur, özleyişlere düşer; o huylardan vazgeçeni böyle görürsün ya; bu, uyanıklığın artıklığındandır. Çünkü o yük ne kadar ağır olursa güç-kuvvet, o kadar
arıklaşır; isterse fil olsun, ağır yükün altında yoksullaşır-gider. Nerde olmayacak şeyler azsa, yoksulluk, düşkünlük, şaşkınlık fazlaysa bil ki orda mâmurluk fazladır.

A beden, sırtında kim var, haberin var mı?
Ayağını gökyüzünün üstüne bas; yükün peridir senin.
Öylesine bir kişiyi yüklenmişsin ki bütün ömrünce
Güneş bile yüzüne bakamaz senin.


«Nefsini bilen, rabbini bilir» demişler; nefis sözüyle buyruğu, uyanıklığı kastetmişlerdir; helâk olacak cansız şeyi değil. «Herşey helâk olur.» Sonradan meydana gelen helâk olacak şeyi bilmenin önüne ön bulunmayanı bilmekle ne ilgisi var? «Ancak onun zâtı helâk olmaz.» Yâni a göz, sende güneşten bir ışık var; o ışığı tanırsan güneşi de tanıdın-gitti; yaratılmış olan, cansız bulunan gözdeki yağı, yahut karalığı,
beyazlığı tanırsan güneşi tanımış olmazsın. A parça-buçuk ışık, sen tüm ışıktaydın; bir yağ parçasını; «İnin» buyruğuyla senin ayağına bağladılar, parça-buçuk oldun, yaratık kesildin, «Ben bir insanım» sözü, sözün oldu. Şu bağla bağlıyken kendini görür, tanırsan bilirsin ki sen, parça-buçuk değilsin; tümdün ya, gene o tümsün sen; bir iş için şu cansızlar arasındasın. Tanrı daha iyi bilir.

Konya Müzesi'nin müze kısmında 79 No.da kayıtlı olan ve «Önsöz»ümüzde tavsîfi yapılan
mecmuada «Mecâlis-i Seb'a»dan sonra Mevlânâ'nın bâzı kısa-uzun sohbetleri var (107 b-110 a).
108 a daki ilk bölümün kenarında, metnin yazısiyle «Nukıla min hattıhiş şerifi kaddasallâhu
sırruhul-lâtif va kütiba min hâhunâ ilâ hamseti safahâtın», yâni, «Tanrı lâtif sırrını kutlasın, yüce
yazısından nakledildi ve buradan itibâren beş sahife yazıldı» kaydı var. Bu bölümleri de «Fîhi
mâ-fîh»e almayı uygun bulduk.
§ İçinde yardım ışığı bulunan kişi, ne diye kötü sözden gamlansın? Yardım ışığını görmüyorsa ne diye güzel
söze sevinsin? Hani padişahın ayarı tam, doğru-düzen altınına bir bölük halk, bakırdır bu,kalptır, özsüzdür, ateşi görünce kararır-gider der. O altın onların sözlerini duyar, bir de kendine bakar, güleceği gelir. Fakat kara pulsa, yahut kalp dirhemse bir bölük halk, bu, ayarı tam saf altındır desin; o der ki; Bu ânadek kendi halime ağlıyordum, şimdiyse size ağlamaya koyuldum. Kalp akçenin ağlayışı da faydasız değildir; gün gelir, o gözyaşı bir iksire ulaştırır onu. Bâzı adamlar, söz söylemeyi huy edinmiştir; başkalarının soluğuyla tuzağa düşer onlar. Derler ki: Siz ak doğanlarsınız; gölgesi kutlu devlet kuşlarısınız. Kendilerine hiç bakmazlar; ne biçim kuşuz biz; av mıyız, avcı mıyız, leş mi yemedeyiz, neyiz biz demezler. Üflendiler mi yelle dolu tuluma dönerler; demezler ki tutalım, bu
tulum zümrüdüanka olsun, kanadı nerde, güzelliği hani, uçuşu, yücelişi hangi durağa? Amma bu düşünce de yapılmış-düzülmüş konaktan başgösterir; yelle dolu tulumun işi değildir bu. Olacak bu ya, birisi tulumun içinde kalsa dışarıdaki sesleri duyunca anlar ki tulum, onun hapishanesidir, ayağına bağ kesilmiştir, kafes olmuştur ona. Ne mutlu kılavuzu yardım olan, tez giden, uz gören göze uyup ardından yol alan kişiye.
§ Tanrıyı akılla-fikirle bulmaya uğraşma; aklı-fikri Tanrıya ulaştırmaya savaş. Duyguların, anlayışların, duyuşların, akılla sezişlerin Tanrıya ulaştırılması, hoş birşeydir: Tanrı onlara esenlik versin, peygamberlerin yolu da budur... Onları herşeye sürüp götüren de Tanrıdır, onlara kılavuz olan da Tanrı. Delil de nedir, burhan da nedir ki Tanrıyı belirtsin, göstersin? Güneşin her zerresinden yüz binlerce delil, yüz binlerce burhan başgöstermede. Sen
Tanrıyla ol, delilin, burhânın eksik olmaz. Güneş doğdu mu her vuruşu, her ışığı, güneşin dileğine uyar; artık delilin, burhânın yeri mi? Köre, delille güneşi göstermeyi kursan ne kadar uğraşırsan uğraş; işte hem bunu başaramazsın sen, hem de zamancağızın yiter-gider. Güneşe delil, gene güneştir.

Can, bakışta-görüşte yok oldu da şunu dedi:
Tanrının yüzüne, Tanrıdan başkası bakamadı-gitti.


Allah daha iyi bilir.
§ Hazreti Mevlânâ, Tanrı aziz sırrını kutlasın. Pervâne'nin evinde sohbet buyurmadaydı. Pervâne, ey Mevlânâ dedi, temel, buyruğa uymaktır. Mevlânâ buyurdu ki (1)Bu sözler, kendi yazısından nakledildiğine göre bu başlık, sonradan biri tarafından eklenmiştir.:
Evet amma halkın anladığı şekilde buyruğa uymak değil. Buyruğa uymanın anlamı şudur: Vergili, adâlet ıssı, yumuşak huylu, kerem sahibi, çeşit-çeşit güzel huyları benimsemiş, hazneler biriktirmiş, birçok ordular toplamış, birçok memleketleri bayındırmış bir padişah ölür, yerine mîrasçısı olan velîahdı geçer. «Bilginler,
peygamberlerin mîrasçılarıdır.» denmiştir ya hani. Bu da tıpkı öncekinin huyunu güder; onun gibi ihsanda bulunur. Onun huylarını edinir, ona uymaya çalışır. İşte uymak, buna derler. Yoksa her yoksul, her külhanbeyi kalksın da buyruğa uyuyorum diye dâvâya girişsin; buna buyruğa uymak denmez. Buyruğa uymak başkadır,
gerçek bilip bîatleşmek başka. Allah daha iyi bilir.

§ Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Peygamber dedi ki: «Bir an adâlette bulunmak, altmış yıl ibâdetten
hayırlıdır(2)(Üstüne, aynı yazıyla "bir yıl" yazılmış. ).» Bu, o hikmet yeşilliğinin bülbülünden, o dileyiş sedefinin
incisinden, o kudret bahçesinin yeni yetişmiş fidanından, o san’at ustasının şaşılacak san'atından, o, yoktur
Tanrıdan başka tapacak sözünün şahnesinden, o yücelerdeki toplumun kervanbaşısından, o yaklaştı-yakınlaştı odasında oturandan, o daha da yakınlaştı bucağının konuğundan, o noksan sıfatlardan arı biliriz. Tanrıyı ki kulunu geceleyin götürdü durağında yurt tutandan, o vahyetti kuluna ne vahyettiyse haznesinin
haznedarından, o ahret hocasından, o dünyanın en ulusundan, en iyisinden, o kadri yüceltilmiş, o seçilmiş Muhammed Mustafâ'dan gelmiş dos-doğru bir haberdir... Övüşlerin en olgunu, en yücesi ona. Şöyle buyuruyor yâni:
Ey peygamberlik mîrasına konanlar, şu muştulukla dop-dolu buyruğu taç-taht sahiplerine ulaştırın; bu lûtuf adını-sanını padişahların yedinci kat gökte bulunan sayvanlarına kazıyın; bu incîyi padişahların kapısına götürün; şu lâtif sözü adalet sahiplerine okuyun; bu şaşılacak sırrı onlara duyurun; bu eşsiz nükteyi onlara
anlatın. Deyin ki: A taca-tahta, a devlet, baht memleketlerine sahip olanlar, esirgeme ağacını gönüllerinize dikin; adâlet suyuyla sulayın, yeşertin o ağacı; zulüm sarmaşığını uzaklaştırın ondan... Böyle yapın da saltanatınız doğru-düzen yürüsün. Çünkü adâlet, pek yüce birşeydir, pek değerli bir incidir. Adâlet nedir? Saltanatın gözcüsü; memleketin düzgünlüğü, devletin koruyucusu, ülkenin bekçisi, baht gelininin bezeyicisi,
tahtın süsü-püsü, kutluluk kimyâsı, ululuk sermâyesi, devletin güzelliği, eminliğin fetih buyruğu. İşte buracıkta, yanıbaşında adâlet denen zât... Ulular ulusu onun hakkında şöyle buyuruyor: Bir an adaletle eşdost olursan bu, ibâdet meydanında bir yol ayakta durmadan daha iyidir. Bir an adâletle solukdaş olursan bir
yıl ibâdete el atmandan hayırlıdır. Çünkü ibâdet kuşunu herkes tutar amma adâlet doğanını padişahlardan başkaları tutamaz. İbâdet ceylânını her zahit tutar amma adâlet arslanını buyruk ıssı olanlardan başkaları
avlayamaz. Adalet arslanı, öyle her padişaha, her buyruk ıssına da râmolmaz. Adâlet arslanını bilgiden başka bir lokmayla avlamaya, yumuşaklık kemendinden başka bir kementle bağlamaya, ihsan tuzağından başka bir
tuzakla elde etmeye imkân yoktur. Hamdolsun Ulu Tanrıya ki dünya mülkünün memleketlerine hüküm süren padişahlar, adâleti istemedeler.
Adâlet de Âdemoğulları padişahı, âlemin tek buyruk sahibi, devlet ve dinin filânını istemede. Tanrı şanını yüce etsin ki bu yüzyılda hem bilgi lokmasıdır o, hem yumuşaklık kemendi, hem de lûtuf çayırlığı. Şanı yüce, noksan sıfatlardan arı, sınıkları onaran Tanrı, sanki adâleti, insafı, şu dünya padişahının boyuna göre ölçmüşbiçmiş,
kesip dikmiş. Adâletle insaf, bu devlet kapısında bulundukça verimi de şu olur: Her gün bu bahçede yeni bir gül biter. Ulu Tanrı, dünya durdukça, yüzyıllar sürüp gittikçe bu padişaha ömür versin, devletinden faydalandırsın onu. Gerçekten de Tanrı kerem sahibidir, cömerttir.

A bilgi ıssı, adâlet ıssı padişahlar padişahı,
Zulüm, adâlet kılıcınla kesildi-gitti.
Fîtne, senin kahrından korktu da kalktı,
O yokluk konağına doğru yüzlerce konaklık yol eşti.
Sevin ey padişah, kapını toprağı,
Gönlün durağı tapın; gözse kapına dikilmiş.
Rum, Çim, Türkistan padişahları,
Kutlu, devletli tahtının önünde durmada.
Cömertliğinden yarım katre, uçsuz-bucaksız bir deniz olmuş....
Yumuşaklığından yarım zerre, Bâbül kesilmiş,
Gök bile sana aykırı gitse noksandadır;
Zerre bile sana uysa olgunluğa erer,
Tahtının basamağı, gökyüzüne taçtır...
A felek, taç gerekse sana, indir onu.


Tanrım, ey âlemlerin rabbi, ey yardımcıların hayırlısı, kalem ve bilgi ehli olan tapısının eminlerine, devletinin beylerine tümden yardımınla, lûtfunla özellikler ver; burada bulunanların topunu da güzelliğini, ululuğunu seyredenlerden kıl.

§ «Bir an düşünmek, altmış yıl ibâdet etmekten hayırlıdır (1)(1)Bu kısmın başında bildirdiğimiz gibi bu bölümün kenarında da, sonadek Mevlânâ’ nın el yazısiyle bulunduğu ve oradan nakledildiği kaydedilmiştir. .» Bu düşünce, bütün ibâdetlerden daha da iyi olan inançı meydana getiren düşüncedir. Kim yaşamaktan daha
uzaksa odur daha fazla ölü... Kim bilgiden uzaksa odur daha fazla bilgisiz... Kim arılıktan daha uzaksa odur daha fazla bulanık. Gerçekten de söz gümüşse de sus; çünkü susmak altındır. İnsanın sözü, başkası içindir, kulağıysa kendisi için. Susmak sabırdır, sabırsa sıkıntının, darlığın anahtarı. «Susun da acınmış olun.»
Susmak, bilgisizin bilgisizliğine bir örtüdür, bilgineyse süs. İnsana en güç şey, susmaktır, fakat en faydalı şey, gene susmak. Dilini koru, çünkü o bir canavardır, yer seni. İnsanlar, suyu acı, helâk edici, esenlikten uzak mı,
uzak bir denizdir; gemi de uzaktır onlardan. Rivâyet edilmiştir: Allah bir kulunu sevdi mi, ona, sûretinden bir sûret giydirir, rûhundan bir rûh üfler... Sonunda dağ-taş, herşey o kulu sever; kurt-kuş, herşey ona karşı
alçalır... Onu öyle kerâmetlerle özelleştirir ki Tanrı onlardan râzı olsun, âriflerden, gerçeklerden, Tanrıya yaklaşanlardan başka kimsecikler o kerâmetleri bilemez, anlayamaz. Buyurmuştur: Gerçekten de Allah kulunu
öylesine sever ki sevgisinden, dilediğini yap, çünkü ben yarlıgadım seni der (2)(2)Baş taraflardaki "gerçekten de" sözünden burayadek arapçadır. .

§ Muhammed'i yıldızlardan, cevherlerden, cisimlerden, arazlardan geçirdikleri geceydi. Hepsinden geçmişti de bir yere varmıştı ki gecenin saçları orda kesilmişti; gökyüzü, orda kocakarıların iği gibi dönmez, işlemez olmuştu. Günün Rumluğu perde altına girmişti. Gördü ki topraktan yaratılmış âlem, orda bir tozdan ibâret;
gökler orda ayaklar altında kala-kalmış; güneş mumu, yedi kat yer, yedi kat gök, gizli âlemin ağacında birkaç yaprak gibi görünmede. Bunda kaldı da dedi ki: «Seni övemem ben.» Nimet, kendi diliyle nasıl şükredebilir ki? Yeryüzünü, cömertliğinde bolluğu anlayasınız diye sizin için yarattı o. Birisi Basra'dan hurma alır, orda
satar, kâr eder; bu, o tâcirin uyanıklığına delildir. Fakat Rum ülkesine getirir de kâr ederse uyanıklığına delil olamaz; çünkü burada kâr edişi, yolun uzak oluşundandır (1). (1) Bundan önceki bölümde, bu beş sahifedeki sözlerin hepsinin de Mevlânâ’nın el yazısiyle yazılmış bulunduğunu, oradan nakledildiğini yazmakla yetinmemiş, bu faslın kenarına da «Vamin hattıhî», yâni «Gene onun yazısından» kaydını yazmıştır)

§ Ey H (2), (2) «Ey» sözünden sonra şöyle bir harf var: o, Birisine hitab olduğu meydanda.) kulluk şartlarına uyamıyorum, elimden gelmiyor; bu âcizi kendi hâline bırak; ne haldeyse o haldeki hizmetime bırak-gitsin
beni. Kur'ân'da münâfıkların namazlariyle ilgili hikâyeler çok geçer. Buna dikkat et de anla ki nefsi temizlemek daha doğru. Korktuğuna uğrayınca Tanrıyı anıştan, ona yalvarıştan başka ne çâren var? Dilediğini bulamaz, ondan tat alamazsın gene onu anıştan, ona yalvarıştan başka ne çâren var?

Elimizi şarap kadehine, sevgiliye atmışız;
Zâti işin sonu bu olacak.

Şu şekilleri yapandan, şu resimleri düzenden utanda onları, yapanın, resmedenin lûtfuyla seyre dal.

§ Baktım, gördüm ki herşeyin en iyisi gönül. Onu sizin anışınıza vakfettim. Sağlığı korumak, sağlık istemekten kolaydır. Şehvet balını haram zehirlerden iyiden-iyiye koru, gözet ki onda azizlerle buluşma zevki vardır, cana
şifâdır o.
§ Şu çer-çöpe benzeyen dünya ehli de oynar-durur; bunu da semâ’ sanır. Oysa ki semâ' buluşma cennetinden gönüle vuran bir ışıktır. Kör ona derler ki çeşitli sanılara kapılır, onlardan kurtulması da mümkün
değildir; gözlü de ona derler ki iyiden-iyiye inançla bu şüphelerden kurtuluş yolunu bulur.
§ Bir fare köyden nasıl kaçarsa şeyh de dünyadan öyle kaçar. Şeyh nedir? Varlık. Mürit nedir? Yokluk. Mürit, yok olmadıkça mürit olamaz.
§ «Tanrı Önce bir inci yaratmıştır ki uzunluğu on bin, genişliği bin yıllık yoldur. Heybetle ona bakmıştır da o inci eriyivermiştir.»
§ «Sadaka belâyı giderir.» Nasıl ki okları, kalkanları yarattı. Büyük oka büyük kalkan.
§ «Fayda vermeyen bilgiden, senden korkmayan gönülden sana sığınırım.» Hani gönülde korku yoksa sanki yaşayış da yoktur orda. Bütün yaşayış, bütün tat, o korkudadır.
§ Mümkünü yoktur ki insan âşık olmasın. Her an bir başka aşka düşer insan. Uyku aşkı, esenlik aşkı, çeng çalma aşkı, güzel yüz aşkı.,.Bu hallerden hangisi üstün olursa aşk olur-gidir.
§ O köle, bütün dünyayı arar-aktarır; efendisinin yanından uzaklaşmak, kendisine bir iş buyurmamasmı sağlamak, ayağını uzatıp yan gelmek için bir yer bulmak ister. Öbürünü de şu bucağa, bu bucağa gönderirler, öylece hizmet eder-durur.
§ Dervişler vecde düşerler de Tanrıyı özleyişleri artsın, ahrete inanış sevgileri çoğalsın, gönüllerinden dünya sevgisi dağılsın, dünyaya gönülleri yabancı olsun diye semâ’ ederler. Kerâmetleri âleme yayılmış, güneşten de daha tanınmış olan, ululukları minberlerde söylenen ulu şeyhlere uyarlar... İnananlar, gözlerine çeksinler de
gönül gözleri aydın olsun, gizli âlemi görsünler, Tanrıya dalsınlar diye onların ayaklarının bastığı toprağı ararlar. Semâ' törenini onlar komuştur. Peygamberlerin mirasçıları onlardır; miras bilgisi de onlarındır,
anlayış-seziş bilgisi de onların. Zâhiri hükümleri bilen bilginlerde okuyup belleme bilgisi vardır, anlayıp sezme bilgisi yoktur. Nitekim Mustafâ buyurmuştur: «Bildiğini tutan, yapan kişiye Tanrı, bilmediği bilgiyi öğretir.» Belleyip öğrendiğini tutana Tanrı, anlayış-seziş bilgisini de bağışlar. Kime de bu bilgiyi bağışlarsa o,erenlerin
cinsine katılır-gider. Şeyhlerin kodukları herşey, peygamberlerin kodukları şey demektir. Çünkü «Kavminin içinde şeyh, ümmetinin arasındaki peygamber gibidir.» Hattâ «Benimle duyar, benimle görür» sırrına erer bu çeşit kişiler. Onların yaptığı iş «Allah attı» hükmüne girebilir. Semâ'ı bâzı bilginler men'etmiştir, bâzıları caiz görmüştür ya; her ikiside doğru. Nefse uyan, şehvetine kapılan
kişiler, kibirle, gafletle semâ'a kalkarlar, ahret hallerinden haberleri yoktur; onların semâ'ı, boşuna bir iştir, oyundan ibârettir. Onlardır, yaptıklarıyla azâba uğrayanların ta kendileri, Çünkü nefis ve şehvet, dünyadandır. «Dünya yaşayışı; boştur, oyundan ibarettir.» Şeyhlerin, muhiplerin semâ’ına gelince: Bunlar, boş şeylerden,
oyunlardan ter-temizdir; hattâ zâhir ehlinin çalışıp çabalamasından da yücedir bunların semâ'ı. Çünkü «İşler, niyetlere göredir.» İki Müslüman kardeşi kavga ettirmek, yahut bir Müslümanın ayıbını meydana çıkarmak
niyetiyle doğru söylersen bu, haramdır, adamın aleyhinde bulunmanın ta kendisidir. Peygamberler, bu doğru söylemeyi zinâdan da beter saymışlardır; «Birisi yokken aleyhinde bulunmak, zinâdan beterdir.» Fakat iki
Müslümanın arasını uzlaştırmak için yalan söylemek helâldir; hattâ sevaptır da. Peygamber, bu çeşit yalan söyleyenler cennete giderler buyurmuştur. «Lokma da olgun kişiye helâldir, nükte de... Mâdemki olgun değilsin, yeme-içme; sus.»
Tam bir doğrulukla, gönül inançıyla, büyük bir inançla olgun bir kişiye yüz tutan topluluk da olgunluğa gider; yeni ay gibi hani, sonunda tam dolunay olur. «Kim bir topluluğa benzetirse kendini, onlardandır o.» Onlarla
gerçek olarak düşün, kalkın» sözü de bunu gerçekler... Onlarla düşen-kalkan, ebedi olarak kötülüğe düşmez; ârif olana bir işâret yeter.
§ Tanrı, kendi sıfatlarının tadlarını, çeşitli şekillerde yarattı. Her şekle de o tada ulaşma yolunda çeşitli hareketler, sesler, nağmeler, sözler verdi; böylece de herbiri, dururken de, hareket ederken de o tadı verir; o şaşılacak hareketlerle, nağmelerle, seslerle bilinir; nitekim gökyüzünün dönüşü, yeryüzünün duruşu, şaşırıp
kalışı, ağacın oynayışı, dönen, yürüyen yıldızların hareketleri, hayvanların, dileklerini elde etmeleri, sözler, şiirlerde hep böyledir. Zahmet, eziyet çekmeseydin merhametli olduğunu nerden bilecektin; melheme ihtiyâcın olmayacaktı ki.Nekeslik olmasaydı Allahın kerîm olduğunu nerden bilecektin? Bu bir tek kişiye görünüşte de, içten de kul olman, dostlarına dost, düşmanlarına düşman kesilmen, tümden
onun buyruğuna uyman, ne derse duydum, itâat ettim demen gerek. Şart bu olmasaydı yalnız Abû-Bekr'le Ömer kul olmazdı da herkes kul-köle kesilirdi. Halkı tanımaz mıydı onlar? Tanırlar, idare yollu da halkla geçinirlerdi. Böyle olmakla beraber gene de açık-gizli, ona bir kulcağız kesilmezler miydi, ayaklarının altına toprak olup döşenmezler miydi? Zâti zevkleri de bundan ileri gelirdi ya (*). (*) Arapçadır.
Bütün Şam'ı, Mekke'yi boynuna alsa, kişi kul olmadıkça, kulluk toprağında yuvarlanmadıkça ölmüş canı dirilmez, tazeleşmez. Adam-akıllı bilirler, inanırlar ki burada mülk ıssı erler var, canları diriltirler, tazeleştirirler.
Herkese ne rızk verilmişse o, gelir-çatar. Önceden kişinin isteyip dilediği, az bir-şeyle değişmeye başladı mı, yanılır da böylesine bir kulum ben der, kendi-kendine de ne yaptım, ne suç işledim de bana karşı değiştiler
der; bilmez ki onlar, içini bilirler onun... Bilmezler ki biz padişah oğullarıyız, padişahın belinden gelmişiz; «Rahmetini dilediğine özel olarak verir, rahmetine alır onu.» denen kişinin belindeniz biz.
§ Benim tapımda elli yıl, gerçek olarak savaşmak gerek ki bir an, suçsuz olarak otursun. Böyle olmadıkça her
harekette, her oturuşta onların suçlarını, rezilliklerini, ayıplarını görüp durmadayız; yalnız susuyoruz, bir şey söylemiyoruz da suçsuz sanıyorlar kendilerini.
§ Şüphe yok ki o bilgi de yücedir; fakat Tanrının bir başka sırrı var ki o bilginin ötesindedir o... İnsan kırılıp
dökülmedikçe o sırlar, kendisine yüz göstermez. İnce söze dalmak, ince düşüncelere dalmak, ince bilgiler
öğrenmeye koyulmak, düşünceyi keskinleştirmek yoluyla bir pay alınamaz buradan.
§ O bilinen sırdan, hem de bir kuyudan suvarılan, bir yazıda güdülen koyunlar, etlenirler, canlanırlar, gelişirler, yağlanırlar. Ayrı-ayrı yazılarda yayılan koyunlarsa arıklaşır, hastalanır, gövdeleri kanla-irinle dolar.
Herkesin sözünü duyup dinleyen mürit de böyledir işte. «Onlar iyi bir iş yaptıklarını hesaplarlar.»
§ Uyandırmaya, diriltmeye gücü yetmeyen kişiye uymaktansa ölmek, daha hayırlıdır.
§ Peygamberlerle erenler, lâtif kişilerdir; bir gün bile kimsenin kendilerine hizmet etmesini, kimseye kötülük gelmesini istemezler. Halksa nasıl bir kişiye ulaşmışlar, bilmezler bile.
§ Dağ-taş, su, ateş, yel bile insana secde etmededir; birkaç lüzumsuz münâfık secde etmemiş, noksan mı
gelir insana?
§ «İnsan öfkelenince hayır duâ eder gibi kendine, ehline-ayâline beddua eder, insan, pek acelecidir» âyetinin anlamı şudur: İnsan, öfkelendiği zaman, kendisine de, ehline-ayâline de şer ister, belâ ister; insanın
kendisine, ehline-ayâline hayır istediği gibi hani. «İnsan pek acelecidir.» Gönlüne ne gelirse ister; yavaş davranmaz, o istediği şey hayır mıdır, şer midir, düşünmez bile. Abû-Cehil de yârabbi, Muhammed gerçekse
üstümüze kara bulutlar gönder, başımıza taş yağdır diye duâ ederdi ya; bunu öfkesinden isterdi. Özeti şu ki: Tanrıdan, herşeyi hemencecik istememek gerek. Birçok şey vardır ki gönüle gelir; hayır görünür; oysa ki
şerdir o. Hakkımızda hayırlı olanı ver bize demek gerek. Birçok kişiler mal isterler; mal da belâ olur onlara. Çocuk isterler olur amma belâ kesilir onlara. İşte, «Tanrım, bize dünyada da güzel şeyler ver, ahrette de»
âyetinin anlamı budur. Yâni Tanrım, dünyada da, ahrette de bizim için iyi olanı, hakkımızda hayırlı bulunanı
ver bize; iyiliğimiz, hakkımızda hayırlı olan odur, sen bilirsin; bizse hakkımızda hayırlı olan nedir, bilmeyiz. Bilseydik yaptığımız işlerden pişmanlık duymazdık. Demek ki her gönüle gelene güvenmek, onu Tanrıdan
dilemek doğru değil. «İyi işlerden bir kısmını, inanarak işleyen kişi ne zulümden korkar, ne sevâbının eksilmesinden.» Yerinde iş işleyen kişi, lâyık olanı yapar; kendisine yapılmasını dilediği şeyleri başkaları
hakkında da diler, onlara da yapar. Zulümle onların malına kasdetmez. Onların kendinde bir hakkı varsa inkâr etmez. Gönlünü doğrultur. Fırsat düşse bile onların hakkını almaz, hak kiminse ona verir, hem de tam olarak
verir; bir habbesini bile almaz; bir şey çalmaz. Bunları da Tanrı için, Tanrı ona rahmet etsin diye yapar; bozuk kuruntularla değil. Zâti böyle yaparsa iyilik olmaz o, alış-veriş olur. Ben iyilik edeyim de bana da iyilik etsinler;
iyilikte bulunayım da adım iyilikle anılsın; doğrulukta bulunayım da bana güvensinler gibi bir kuruntuya düşmek bezirgânlıktır. Kişi, yaptığını Tanrı için yapmalı, çünkü Tanrı, onun gönlündekini bilir: Ona kuruntuyu veren, düşünceyi bağışlıyan, düzeni ilhâm eden, çâreyi öğreten, nasıl olur da gönlünün perdesini ardında olup
biteni bilmez; onun nasıl hareket ettiğini, nereye baktığını, gönül kuşunun ne yana uçtuğunu nasıl olur da görmez, anlamaz? Akıllıya bir işâret yeter. «Ne zulümden korkar, ne sevâbının eksilmesinden...» İyi işi, iyi niyetle yaptığı için o kişi, gönlünün emin olduğunu görür; gönlünde bir eminlik görür, bir esenlik görür, o işin
karşılığında rahata kavuşur. Emin olmazsa işe sarılamaz, niyeti tazeleyemez. İyi işin alâmeti, gönlün emin oluşudur. Böylesine kişi, «Ne zulümden korkar, ne sevâbının eksilmesinden.» Korku, suç belirtisidir. Birisi
suçlu olsa da ben suçsuzum dese içindeki korku, dâvaya kalkışma, suç olmasaydı korku olmazdı diye bağırır. Çünkü «Hâin korkar.» Ateşi ne kadar azaltırsan duman, o kadar azalır. Suçu, suç işleme kuruntusunu ne kadar azaltırsan korku, o kadar azalır. Doğruluğu isteyene bir terâzidir bu.
§ «Mâdemki beni azdırdın.» Yâni, beni azdırdığından dolayı, bu sebeple. Buradaki «b» , «l» yerinedir
denmiştir. «B» and içindir de denmiştir, yâni andolsun ki beni sen azdırdın, sapıklığa sürdün, yoksulluğa düşmem için zevkimi bozarak sen saptırdın beni. «Sizinle konuşan, ne sapmıştır, ne yol yitirmiştir.» Bu da yoksunluğa düşmemiştir, yol yitirmemiştir demektir; böyle olmasaydı tekrar olurdu bu söz de.

Kim hayra ulaşırsa yaptığı işi halk över;
Sapıksa boyuna kınanır-durur
(*). (*) Bu bölüm arapçadır.
§ İnanan kişinin duâsı mutlaka kabul edilir, bâzı inananların duâları kabul edilmese bile bu, böyledir. Hani bir kumaşçı, bir kumaşı müşterilere gösterir, yüz dirhem ister. Birisi yüz on verir, öbürü yirmiye çıkarır, derken biri yüz elli verir, elbiseliği o alır, götürür; demek ki onun duâsı kabul edilmiştir öbür müşterilerin dualarıysa noksan para verdiklerinden kabul edilmemiştir. Şu halde pahasını çoğalt da kumaş senin olsun; noksan sende, kumaşta değil. Hani şuna benzer bu: Bir garip gelir, bir çok da altın, gümüş getirir. Her elbiseye, başka alıcılara göre o kadar çok para verir ki bütün elbiseleri ona sunarlar. A alıcı, vücut dükkânında birşeyin varsa himmeti yüce, ulular ulusu müşteriye göster de on yerine kırk elde et. «Gerçekten de Tanrı, inananların canlarını satın almıştır.» Bundan öte irkilmeden alan bir müşteri de olamaz. «Bir katre verirsin, incilerle dolu bir deniz alırsın.»

A duâ eden, yüzünü ne diye göğe dikersin? Duâları kabul eden, şahda-marından da yakındır sana; sense pek uzakta aramadasın, pek uzaktan dilemedesin; bu dilekle de bulunan, bulunmaz olup gidiyor.

Yeryüzünün gönlündeki defîne benim; ne diye yere baş korsun?
Gökyüzünün kıblesi benim, ne diye yüzünü göğe tutarsın?


Hani geceleyin kilim altında yüzük oynarlar ya... Bu oyuna hepside girişmiştir amma yüzük birinin avucundadır. Fakat hepsi de avucunu yummuştur, hal diliyle herkes, yüzük bende der; fakat yüzük kimin elindeyse onu bilen, bulandır oyunu üten... Hele bu yüzük, Süleyman'ın yüzüğüdür de; insan, cin, mal-mülk, hepsi de o yüzüğe râmolmuşsa. Kendinize gelin de yüzük ıssını gözetin; herşey ondadır çünkü.
§ «Andolsun ki sizi yarattık, sonra şekle soktuk sizi.» Seçme yoluyladır bu, varlık yoluyla değil. Hani birisi ulu olursa kendisinden sonra babası da ulu olur, derken atası da ululaşır,
§ «Secde edin diye buyurduğum zaman seni secde etmeden men'eden neydi?» Yâni seni secdeden ne men'etti? Âyetteki «lâ» te'kid içindir ve sıladır. Ferrâ, sözde birşeyi kuvvetlendirme icab edince lâ ile te'-kid edilir demiştir. Meselâ Mûsâ hakkında, «Gerçekten de sen daha yücesin.» denmiştir, yâni sen, sebebi yaratanla bilesin demektir.
§ «Bundan önce kitaptan bir şey okumamıştın.» Ne yazılmış, âdet olduğu gibi düzülüp koşulmuş bir kitaptan okudun, ne bilinen birşeye dayanan kitaptan. Yabancılardan ap-ayrı, tek başına... Üstelik de o kitap, ap-açık delildir... Kendilerine bilgi verilen, fakat rivâyet yollu değil, kendiliğinden verilen bilginlerin gönüllerinde o.
Tanrı, Tanrısal bilginlerin gönüllerini o bilgilerin mahfazası yapmış. Deliller, onlarca görülmede; nurları onlardan doğmada. «Elbette Ulu Tanrıyı anış.» Tanrıyı anış, seni anıştan daha da büyük. Çünkü onu anış, bir
sebebe dayanmadığı gibi bir fayda elde etmek için de değil. Onu anış dillerinizi çözer. Onu anış, anlayışınıza sığmaz. Onu anış gafleti sürüp gidermektir; böyle olmazsa, yâni gaflet bulunmazsa onu anış, onunla birleşir. Oysa ki ona bir işâretin ulaşması, yaklaşması mümkün değildir; bundan büyüktür o. İşâret, bir iz, bir eser
ister; iz-eserse, belirmek için bir zaman arar.
§ Namaz, kötülükten, tiksinilecek şeylerden men'eder adamı. «Namaz kılmaya kalktın mı, suçluymuş gibi kalkarsın. Derken perde kalkar, yahut da kötülüğe karşılık bir cezâya uğrarsın da perdeden kurtulur-gidersin.
«Allahı anış, elbette daha da büyüktür» ; ananda kötülüğün azâbını bırakmaz; üstelik de ananda, anılan başka hiçbirşey bırakmaz.
§ «Öyle kişiler onlar ki sabrederler de rablerine dayanırlar.» Sabrın evvelinde gerçekten de sabretmeyi huy edindi, sabrı kendisine durak etti mi sabır, onu şükre ulaştırır. Sabır, sağlık-esenlikle kalkmak gibi belâya uğrayıp dayanmayı durak edinmektir; yahut da genişlik, ferahlık zamanında, belâyı defetmeye gücü yeterken
belâya uğramaktır; yahut durup dinlenmeden ıstırâba düşmektir, çırpınmaktır; yahut da çarpınıp çırpınmadan öylece kalakalmaktır.
§ Tanrı buyurmuştur: «Bizim için savaşanlar.» Yâni bizim râzılığımız için çalışanlara râzılık yurduna yol gösteririz. Yahut tövbe etmeye savaşanları öz temizliğine ulaştırırız. İlk zamanlarda nefsiyle savaşmayan kişi, yakınlığı umsa bile uzaklaşır-gider. Savaşanlarsa beşeri âdetlerden çıkarlar.
§ «Nice hayvan vardır ki kendi rızkını kendisi taşımaz.» Bir şey biriktirmez, Tanrıya dayanmaktan vazgeçmez; zâten Tanrıya dayanma, ehline bir zevktir, bir geçimdir. Tanrı, hayvanı, kendisine dayanma yüzünden rızıklandırır, siziyse arayıp tarama sebebiyle rızıklandırır. Fakat Tanrıya dayananların rızkı, Tanrı bilgisinde
sâbit olur da onlar, çalışmadan, yorulmadan rızıklanırlar; başkalarıysa uğraşırlar, yorulurlar da öyle nzık elde ederler.

§ «Şehitlerin ruhları yeşil kuşların, inananların ruhları beyaz kuşların, çocukların ruhları serçe kuşlarının, kâfirlerin ruhları da kara kuşların kursağındadır(*).» *Bu ve bundan önceki yedi bölüm arapçadır.
§ Havâssa semâ' helâldir, çünkü herşeyden kurtulmuş bir gönül sahibidir onlar. Tanrı için sevme, Tanrı için nefret etme duygusu da herşeyden kurtulan gönüldedir. Benim sövüşümü yüz yıllık kâfir duysa imana gelir, îman eden duysa erenlerden olur-gider.
§ Tanrı, a kullarım buyurmuştur, yeryüzüm geniş. Bir yerde kötü işler, suçlar mı işleniyor, Tanrıya itâat edenlerin bulunduğu yere göçün.
§ «Herkes ölümü tadar.» Mâdemki yaşıyor, bu, böyle olur, «Sonrada dönüp bize varırlar.» Onlardan eğreti olan şeyler düşer, illetlerden-sebeplerden kurtulurlar, gerçeklik durağına ulaşırlar. Herkes ölümü tadar yokluk yönünden. Yaşayışı kendisinden olan herkesin ölümü, rûhunun gidişiyle olur. Fakat rabbiyle yaşayan, tabiat
yaşayışından asıl yaşayışa göçer ki bu da gerçekten yaşayıştır.
§ «İki denizi birbirine kavuşturdu.» İyi kişilerin gönülleri iyilikle doludur; kötü kişilerin gönülleri kötülükle, karanlıklarla, Tanrı buyruğuna aykırı şeylerle. İkisinin arasında da gönüller var; onlar halkın gönülleri. Onlarda, geleni reddedecek, çıkanı bilecek bir bilgi olmadığı gibi onlara ne söz söylenir, ne de cevab alınır
onlardan. Ulu Tanrı, «Sudan insan yarattı.» demiştir ya... Buyruğa uymuş bir binektir o vücut; kim cenneti özlemişse onu oraya götürür, kim ateşten kaçarsa onu kurtarır. O bedeni riyâzatla terbiye et; çünkü doğru
yolu, onun üstüne binerek aşacaksın. İtâat zamanı hüzünlenmesin, sana uyduğu zaman yelip yöpürmesin; onu iyi bir binek hâline getirmek için adam-akıllı terbiye et.
§ Tanrı buyurmuştur: «Gölgeyi nasıl uzattı.» Halkı perde ardına attı; gaflet perdelerini yüzlerine örttü, onları perdeledi. «Sonra güneşi delil etti ona.» Yâni tanımak güneşlerini; onlardır Tanrıya götüren gönül kılavuzları.
§ Tanrıya dayanmak, kazançta da olmaz, kazançtan vazgeçişte de. Dayanmak, ancak gönülde tam bir inançtır, tam bir güvenç. Dayanan çocuğa benzer denmiştir;anasının memesinden başka hiçbir şey tanımaz. Dayanan da böyledir işte... Ulu ve Yüce Tanrıdan başka ona hiçbir yer-yurt yoktur.
§ «Bilerek rablerinden korktuklarından.» Yılmak, peygamberlerinden, bilerek korkmak bilginlerin; korkuysa herkesin.
§ Çoğu duyar, işitir mi sanır... Sanma ki sesini duyurdun; onlar, ancak ezelî sesi duyarlar. Ezelî sesi duymayan, senin sesinin hiç duymaz. Senin çağırmana geldiler ya, bu; ezelî sesin bereketindendir, o sesin çağrısındandır. Kim gaflete düşer, yahut çağrıya gelmezse o da cevap verilecek yerden uzaktadır, ilerdenberi
öyle bir yerdedir de ondan; «Onlardan haberi olana sor.» Onlardan Tanrı yollarına kılavuz olan var; onlardan imanı atlatanlara delil olanı var; onlardan Tanrıya kılavuz olanı da var. «Yaptığından sorumlu değildir.» Çünkü
yaptığı işler, bir sebepten doğmaz; maksat veya iş bakımından ondan önce bir söz söyleyen yoktur. Nasıl zuhûr ettiyse öylece zuhûr etmiştir onlar. Zâti hiçbir kimse de ona bir iftirâda bulunamaz. Sözde ve işte onu
geçen hiçbir kimsenin bulunmadığını anlasınlar diye daha yaratmadan yaratacaklarını anmış, peygamberleri, sıfatlarıyla, huylarıyla bildirmiştir.
§ Tanrıya yol, gökteki yıldızlardan da daha çoktur. Çünkü kalb, halden hâle döner-durur; her dönüşünde de Allaha bir yol açılır. Kalb, dönmeden duramaz; ancak olgun iman sahiplerinin kalbleri, Allahla yatışmıştır;
onun elleri arasında, Tanrı ne verecekse onu bekler-durur. O halden dönse bile bir söz söyliyerek, bir iş ederek dönmez, edebe riâyet eder de döner. Onun dileği varken onların dilekleri de olamaz. «Onlar, ancak onun buyruğunu işlerler» ; görünüşte sünneti gözetirler, içyüzden de Tanrıyı gözetirler (*). * Bu ve bundan
sonraki beş bölüm arapçadır.
§ Kalıbımda rûhun yerine bir kutsal rûh geldi, oturdu. Cebrâil'im oydu benim; derken rûh alt oldu, sevgili kesildi; Cebrâil ortadan kalktı. «Kuluna ne vahyettiyse etti.» Ya tümden can ol, ya sevgili kesil.
§Tâlii kutlu kişi belâdan kaçar da bir kıyıyı tutar; Başkalarının halinden ibret alır.
Tanrı ereni, Tanrı peygamberi, Tanrı bilgisidir. «Kalemle öğretti.» Gönülle Tanrı yazısını okuyorum, kalemle halka yazıyorum, yâni anlatıyorum.
§ Dilden başka birşeyle onun sözünü anlatmanın mümkünü yok;
Fakat yazısına insanların şahıslan birer defter olmuş.

Herşeyin fazlası faydadır da düşüncedeki fazlalık, fazladır(*). (*) Arapçadır.
§ «Rabbiniz değil miyim.» sorusu üç kere soruldu; inananlar, her üçünde de «Evet» dediler. İsyan edenler, ilkin evet dediler, ikinci defa, üçüncü defa sustular. Kâfirler, üçüncüde de hiçbir şey söylemediler; bâzısı der
ki: En sonunda lâ dediler; hâsılı «lâ» belâsına uğradılar-gitti.
§ Ulu Tanrının kapısı, ancak erenlerdir; ancak onlara başvurmakla bir şey elde edilebilir. Kim o kapıyı kaybederse ebedi olarak yoksun kalır... Bu söz de, kutlu kişiye güneşten de daha açık bir sözdür(*) Arapçadır.
Sınanmıştır bu, kim bir azizi incitirse, öfkelendirirse ne yaparsa yapsın, ne ederse etsin; reddedilir. Şu beden, nasıl başsız yaşayamazsa bu varlık da başbuğsuz bir yere ulaşamaz. Şu halde başkoymak gerek ki o, baş
kesilsin sana. Bütün bu işler başa çıkmıyor, bir yere ulaşmıyor, yüzüstü kala-kalıyor ya; sebebi hep bu; bu kadar kolayken onu elden bırakıyoruz biz.
En büyük temel budur; belâyı def’etmek için Tanrı ehlinin kanatları altına kaçmak, onların gölgesine, onların korumasına sığınmak gerek; bu, milyonlarca belâyı def’eder halktan(* Satır başından itibaren burayadek arapçadır. )
§ Erenin izi-eseri şudur: Onunla oturanların gönülleri yatışır, hoşlaşır, genişler. Temel, bir uluyu bulmaktır; amma yalvarış yoluyla, dostluk etmek üzere bulmak gerek. Düşmanlık edecekse bulmasından bulmaması yeğ;
hani derler ya, filân hırsız, filân harâmi, filânı buldu; onun gibi tıpkı.
Seyyîd buyururdu ki: Melekler, senin kullarını görelim diye yer-yüzüne inerler; Tanrı kullarını seyretmek için inerler de belki onun sevgisi de iner diye birer-birer onlara söz söylerler.
§ Birisinin bir şeyhi olsa onu, Tanrısı bilmeli diyor. Bu sözü söyleyebilen kişinin yalvarışındaki kudret, bu sözden de üstün olmalı. İster aman de, ister zaman, buracığa baş koymak gerek; başçağızını koymadıkça
faydası yok; Kazvinli'nin dağarcıkta tere vardı demesi gibi hani. Derviş Tanrısal olmalı, herşeyden münezzeh olmalı, ben Tanrıyım diyebilmeli... İyi amma uzatma; çok-çok sevgiler yüzünden yok olmadın, ölmüyorsun...
Yok olursan, ölürsen o zaman onun varlığıyla var olursun, onunla dirilirsin. Böyle oldun mu da varlığa bey kesilirsin, sultan olursun, bengisuya dalarsın, ebedîlik mülkünü elde edersin... Tanrı sarrâfı, Tanrı nâibi, iki
dünya paralarını düzüp koşan, ne getirir, neyi kabul ederse odur altın; çünkü kalp akçayla geçer akçanın mehenk taşı, onun akıl elinin avucudur.
Senin yardım tapında kabul fermânını elde eden,
Onun tapısına varır, hizmet kemerini kuşanır da zaman boyunca hizmet eder-durur.
§ Nefsimle savaşırken içimden pişmiş ciğer kokusu duydum da bildim ki ciğerimin üç yanı da yandı-gitti. Derken Tanrı kolaycacık geri verdi ciğerimi bana, sonunda da Tanrıyla buluşma müyesser oldu, onunla huzûr
buldum, zahmeti uzaklaştırdı-gitti Tanrı.
§ Yıldız bilgisi hastalığa benzer; onu bellemek haramdır; çünkü zarar verir, faydası yoktur; Tanrının kazâsından, kaderinden çekinmek de mümkün değildir; ancak kabul olacak duâ ile çekinilebilir. Hekimlik
bilgisi meşrûdur; çünkü Peygamber de kendisini tedavi ettirirdi(*) Bu ve bundan sonraki beş bölüm arapçadır.

§ Fıkıh, çeşitli ilâçlarla bilginin inceliklerini tanımaktır. Tanrı râzı olsun Abû-Hanîfe, fıkıh, nefse ne yarar, ne yaramaz, bunları bilmek, nefsi bu suretle tanımaktır demiştir.
§ Esenlik ona, Peygamber, Yahudilerden, Hintlilerden sakının, isterse yetmiş fersahlık yerde olsunlar dedi. Esenlik ona, iki Yahudi kalsa gene de Müslümana kastederler dedi.
§ Esenlik ona, Peygamber, erkek olsun, kadın olsun, her Müslümana bilgi öğrenmeye çalışmak farzdır dedi. Yâni her bilgiyi değil, hal bilgisini aramak farz. Çünkü bilginin üstünü, hal bilgisidir, amelin üstünü, hal bilgisini
korumak. Çünkü adama namazda neler farzdır, neleri yerine getirmesi gerek, farzı yerine getirmek için neler yapması gerekiyor; mutlaka bunları bilmesi şarttır.
§ Esenlik ona, Peygamber dedi ki: Biz peygamberler topluluğu, insanları lâyık oldukları konaklara kondurmakla emredildik. Ulu Tann da, «Aranızdaki üstünlüğü unutmayın» der.
§ Esenlik ona, dedi ki: Çarşamba günü başlanan her iş, mutlaka biter.
§ (Birisi.) ibâdetlerin faydası neden burada görülmüyor diye sordu. (Mevlânâ) buyurdu ki(* Bu bölüm, bizdeki
73.bölümdür. "Tembelleşip işten kalmamanızı ister..." sözüne kadar bizde var. Ordan sonraki kısmı yazıyoruz.

Nitekim kimileri aldandılar, o kadarı yeter buldular, tembelliğe koyuldular; başka bir iş gelmedi ellerinden. Şüphe yok ki ibâdetlerin faydasının burada belirmemesi, gizli kalması daha iyi. Böylece Tanrı tapısının
haslarının kerâmet göstermeleri de büyük bir suçtur, güçlü bir sınanıştır. Onlar, daima bu halden kaçarlar, kerâmet göstermeyi istemezler. Hâsılı Tanrı feyzi, gece-gündüz, gizli-açık, boyuna onlara gelir-durur;
onlardan hiç mi hiç kesilmez. Kendileri istemeden istekleri boyuna olur-gider. İçlerinden ne geçerse belirir, olur. Böylece onları dileyenlerin dilekleri, onların müritlerinin istekleri de onların bereketiyle boyuna olurgider.
Hani padişah, yakınlarından birine bir gelir bağışlar; o gelir, noksansız, kesintisiz, soluktan soluğa, günden güne ona gelir, geçimine yeter; bu, boyuna böyledir de. Bir yabancıya da bir kerecik birkaç dirhem
verir. O adam, onu habbe-habbe harcar amma gene az bir günde tükenir; evvelce nasılsa gene o hale gelir adam. Bir kere daha padişahtan bir ihsan koparmaya çalışır, çabalar amma az olur ki bir daha bir ihsana
konar. Akıllı kişiye bir işâret yeter. Erenlerin kimisine ibâdetlerin, buyruğa uyuşların faydası, burada, bugün belirir. Bu da bir hikmete
dayanmadadır. Umutsuzluğa düşmeyesiniz, ibâdetlerin karşılığı kesin olarak görülecektir, bunu bilesiniz diyedir bu; ahretten bir örnektir bu. Kerâmet ve kudret göstermek, insanlığı olgunluğa ulaştıran olgun kişiye
hiç zarar vermez, onu benliğe sürmez. O, koca bir küptür sanki. Âlem Husrev'inin Şîrin denizinden bir yol vardır o küpe, gizli bir yol. Herhalde boyuna ulaşır, boyuna inciler saçan dalgalar gelir; ondan da başkaları
sonsuz faydalara erer. Bu yüzdendi ya, Hazreti Muhammed'e boyuna «Söyle» hitâbı gelirdi; nitekim Kur'ân, buyurur-durur.
Küpün canından denize bir yol açıldı mı,
Küp, dereyle savaşa girişir de ona üst olur.
Bu sebeple «Söyle» sözü, denizin sözü olur,
Görünüşte isterse Ahmed söylesin.
§ Bir gün buyurdu ki:
Îsâ, rûh-ı hayvânî bağışlardı, Mustafâ, rûh-ı insanî. Bir devir de vardır, rûh-ı kudsî bağışlar. Bunu anlamak, anlayışsız olmaktır. Anlamazsınız amma bu söz, size tesir eder ya... Allah daha iyi bilir.
§ Gene bir gün buyurdu ki:
Tek gözlü bir adam vardı. Bir gün anasından, ben doğuştan mı tek gözlüyüm, sonra dan mı oldum diye sordu. Anası dedi ki: İki gözlüydün sen. Bir gün elimde bir iğ vardı; çocukluğundan onu benden aldın, gözüne,
vurdun, kendi kendine kör ettin. Şimdi halkın şu dünyayı dilemesi, mevki istemesi, kazanç bolluğunu elde etmeye düşmesi, o iğe benzer;
gönül gözüne raslar, kör eder-gider. Özü, üstün, değerli bir göz ilâcı olan zamanın Îsâ'sı ona acır da acıyış miliyle gözüne başarı tutyasını çeker, onu o körlükten kurtarır, gözüne bir aydınlık gelirse o başka. Yoksa böylece «Ahrette de kör olur.» Tanrıya sığındık bundan.
§ «Rabbimiz, bize gökten yemek indir de bize, önce gelenlerimize de, sonra geleceklerimize de bayram olsun.»
§ (Birisi,) her yılda iki bayram, her ayda dört Cuma olmasındaki hikmeti sordu. Dedim ki:
Maksat Tanrı dostlarının, Tanrıyı sevenlerin bir araya gelmeleri, birleşmeleri, birbirleriyle konuşup görüşmeleridir. Çünkü «Topluluk rahmettir, ayrılık azap.» Maksat da canlarla bedenlerin birbirlerine alışmaları, başlangıçtaki birlikle sondaki birlikten haber almalarıdır. Bu topluluğun, bu gönül huzurunun, bu fikir birliğinin bereketiyle de tüm olsun, parça-buçuk olsun, Tanrıdan dileklerine,isteklerine kavuşurlar. Gene böylece bayram günlerinde, Cuma günlerinde bilginlerin, dervişlerin, halkın toplantısından maksat, Tanrı kullarının, kıyâmet gününün topluluğunu, o günün gürültüsünü hatırlamaları, özleri temiz dostlar, halis olarak seven kişilerle cennette, «Gerçeklik makamında» toplanacakları günü hatıra getirmeleridir. Zâti,
«Çekinenler başka» âyetindeki erler de bu temiz dostlardan, hâlis olarak sevenlerden ibârettir. Onlar, orda birbirlerine kutlu olsun derler, selâm verirler. «Esenlik size, tertemiz oldunuz» , yâni murâdınıza erdiniz,
kurtuldunuz, «Girin ebedi olarak cennete» derler. Bayram, arife günlerinde zurnanın bağrışındaki, nefîrin feryât edişindeki, davulun gümleyişindeki, nakaranın, zilin çalınışındaki, davulun lüm-lüm diye ötüşündeki sır da şudur: Bütün bunlar der ki: İleri gelen, geri kalan bütün kullar, Tanrı buyruğuyla, tam dileyerek, hep
 birleşerek işlerini-güçlerini bırakmışlar, alıştan-verişten vazgeçmişler, mahşer halkının toplanacakları gibi onlar da musallâ arasâtında toplanmışlar... Utanarak, alçalarak Tanrı tapısında sızlanıyorlar, yalvarıp yakarıyorlar;
kendilerinden geçerek namaz kılıyorlar; böylece de «Rabbine saf-saf arzedilirler» âyetinde bildirilen o korkulu
yeri düşünüyorlar; tir-tir titriyorlar; böylece de «Rableri onları kendi rahmetiyle, râzılığıyla muştular» fermânının ellerine sunulmasını bekliyorlar.
Şimdi sağsın, varsın ya, «O boru çalınınca» âyetindeki borunun sesini duy, âşıklara en büyük bayram, münâfaklara tümden korku olan, azâp olan kıyâmet gününden haberdar ol; o bölük-bölük toplulukların
toplanmasını, o insanların çil yavrusu gibi dağılmalarını düşün de kendini çeşitli ibâdetlerle, iyi işlerle, olgunluklarla beze; sadaka-i fıtri ihtiyâcı olanlara ulaştır. Böyle yaptın mı, cennet güzelliklerinin dolunay yüzlerini görmeye lâyık olursun; Allah vergilerinden bayramlık rahmet elbisesini giyersin; yarlıganma tacını başına korsun; yakınlık şerbetini içersin; «Gerçekten de iyi kişiler, elbette cennettedir; tahtlar üstünde
seyrederler» işret yerinde ululuk ıssının cemâlini neliksiz-niteliksiz görür, dincelirsin. «Yaptıklarına karşılıktır bu» vesselâm.
§ Denmiştir ki; bilgi, erlerin ağızlarından alınan şeydir; çünkü onlar, duyduklarının en güzelini bellerler, bellediklerinin de en güzelini yaparlar. Allah daha iyi bilir.
§ Peygamber, Tanrı ona esenlik versin, demiştir ki: Gerçekten Allah, şekillere değişerek (sıfatıyla, eseriyle) görünür. Gene demiştir ki: Bir ip sar-kıtsanız elbette Allahın üstüne düşer.
§ Zâlim olmadığı halde kendisine bir yardımcı olmayan kişi, alçalır gider. Bilgin olmadığı halde kendisine doğru yolu gösteren birisine sahip olmayan kişi, sapıtır-gider.