- 62.Bölüm

Adsense kodları


62.Bölüm

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Thu 21 July 2011, 03:25 pm GMT +0200
62. BÖLÜM


Dostların gönüllerine öylesine sıkıntılar gelir ki onları hiçbir ilâç iyi edemez. Ne uyumakla iyileşir, geçer, ne gezip tozmakla, ne yiyip içmekle... Ancak dostu görmekle geçer o sıkıntı. «Dostla buluşmak, sayrıya şifâdır.» Hem de o haddedek ki münâfık bile müminlerin arasına girse de otursa, onların tesiriyle bir solukta mümin olur-gider. Hani Tanrının buyurduğu gibi: «İnananlarla buluştular mı,
inandık derler.» Bu, böyleyken inanan, inananla düşer-kalkarsa ne olmaz? Münâfık kişiye bile bunu yapıyor, inanana ne faydalar verir, bir bak da seyret. Bak da gör, şu yün, akıllı biriyle buluştu, nasıl nakışlarla bezenmiş bir kilim, bir halı oldu. Şu toprak bir akıllıyla buluştu, bu çeşit güzelim bir yapı oldu. Akıllı kişinin sohbeti, cansızlara bile bu çeşit tesirlerde bulunursa inananın, inananla görüşüp konuşması, ne çeşit bir tesirde bulunur? Cüz’î nefsin, cüz'î aklın sohbetiyle cansızlar, bu mertebeye ulaştılar. Bunların hepsi, cüz'î aklın gölgesi. Gölgeye bakılıp sahibi, kıyas yoluyla anlaşılabilir. Şimdi sen de bir kıyasla; ne biçim bir akıl, ne biçim bir hüner gerek şu gökler, şu ay, güneş, şu yedi kat yer, onun yüzünden meydana gelsin. Bütün bu
varlıklar Akl-ı Küll'ün gölgesi. Cüz'î aklın gölgesi kendisine göre; Akl-ı Küll'ün gölgesi olan varlıklar da kendisine göre. Tanrı erenleri, bu göklerden başka gökler görmüşlerdir de bu gökler gözlerine görünmez; pek aşağı görünür onlara bu gökler. Bunlara ayaklarını basmışlar da aşmışlar, geçip-gitmişlerdir.

Can ilinde gökler var ki
Dünya göklerine iş buyurmada(*).


İnsanlar arasında şu özelliğe sahip olan, Zühal göğünün üstüne ayak basmış bulunan birisinin
bulunmasına şaşılır mı hiç? Biz de toprak değil miydik? Ulu Tanrı öylesine bir kuvvet verdi bize ki o kuvvetle
cinsimiz olan topraktan seçildik, onu istediğimiz şekle, dilediğimiz hale soktuk; o bizim dileğimize uydu; ne yapmak istersek, ne şekle sokmak dilersek râmoldu bize. Gâh yücelere çekiyoruz onu, gâh aşağılara koyuyoruz. Gâh şarap haline getirmedeyiz, gâh kâse, testi yapmadayız. Gâh uzatmadayız, gâh kısaltmada.
Önceden biz de o topraktık, onun cinsindendik amma Ulu Tanrı, bizi o kuvvetle seçti-yüceltti. Şimdi biz de bir cinsiz ya; Ulu Tanrı kimimizi seçse de biz, ona karşı cansız sayılsak, o, bizi istediği hale soksa, bizim ondan haberimiz bile olmasa, fakat o bizi görse-bilse, bunda şaşılacak ne var ki? şimdilik haberimiz olmasa dedik ya; tam habersizlik değil maksadımız. Çünkü herşeyde birşeyden haberi oluş, bir başka şeyden haberi bile olmayıştır. Toprak bile cansızdır amma Tanrının kendisine verdiğinden haberi vardır. Haberi olmasaydı
suyu nasıl kabullenirdi, her tohuma, o tohuma göre nasıl dadılık ederdi, nasıl beslerdi onu. Birisi, bir işe  adam-akıllı sarıldı, o işe koyuldu mu, o işteki uyanıklığı, ondan başka işlerden haberi bile olmayışıdır. Biz, bu gaflet sözüyle tüm gafleti kastetmiyoruz. Bir kediyi tutmak istemişler; bir türlü tutamamışlar. Bir gün o kedi, kuş avlamaya koyulmuş, tümden kendini o işe vermiş; kuş avlamaktan başka herşeyi unutmuş; o sırada yakalayıvermişler onu. Demek ki tümden dünya işlerine sarılmamak, kolayına gitmek, aman, şu incinmesin, bu incinmesin gibi bağlarla bağlanmamak gerek. Definenin, hazinenin incinmemesine bak; çünkü onlar
incinirse gene o sevindirir, neş'elendirir onları; fakat Tanrı korusun, ona kim söz geçirebilir, kim ne edebilir? Meselâ, senin her çeşitten kumaşların olsa boğulurken hangisine el atarsın? Hepsi de gereklidir amma şu meydandaki hazinene sarılırsın. Çünkü bir inciyle, bir tek lâ'lle binlerce süslenecek şey alınabilir. Ağaçtan
tatlı bir meyve çıkar. O meyve, ağacın parça-buçuğudur amma Ulu Tanrı, o parça-buçuğu seçmiş, tümden üstün etmiştir. Ona öylesine bir tatlılık vermiştir ki ondan başka ağacın hiçbir yerine o tadı vermemiştir. Bu yüzden de o parça-buçuk, tümden üst olmuştur, ağacın özü odur, ağaçtan maksat o. Hani Ulu Tanrı buyurur
ya: «Hattâ onlardan bir korkutucu geldi mi, şaşar-kalırlar.»

Birisi, «Bende bir hal var ki diyordu, oraya ne Muhammed sığabilir, ne Tanrıya
yaklaşmış bir melek.»

Şeyh buyurdu ki:
Şaşılacak şey, acaba bir kulda, Muhammed'in sığmayacağı bir hal olabilir mi? Demek bir hal var ki Muhammed sığmıyor o hâle, bulamıyor o hâli de senin gibi koltuğu kokmuş biri o hale sahip oluyor ha. Bir maskara, padişahı güldürmek istiyordu. Pek kızmıştı, pek incinmişti padişah. Padişahı güldürürse herkes bir şey verecekti ona; vaatlerde bulunmuşlardı. Padişah, bir dere kıyısında öfkeli bir halde dereyi seyre dalmıştı.
Maskara da padişahın yanında durmuş, dereyi seyrediyordu. Padişah maskaraya bakmıyordu bile; suya dalmış-gitmişti. Maskara bunda kaldı da padişahım dedi, suda ne görüyorsun ki boyuna bakıp duruyorsun? Padişah, bir kaltabanı görüyorum dedi. Maskara, eh dedi, bu kulun da kör değil ya. Şimdi demek bir vaktin
olacak ki Muhammed o vakte sığmayacak ha... Acaba bir hal olabilir mi ki senin gibi koltuğu kokmuş kişi o hâlin zevkine varsın da Muhammed'de o hal olmasın? Ne kadar hal sahibi olduysan onun yüzü suyu hürmetine oldun; onun yüzünden haller elde ettin. Çünkü önce bütün vergileri, bağışları onun önüne dökerler de sonra başkalarına dağıtırlar. Tanrının türesi böyledir. Ulu Tanrı buyurdu ki: «Esenlik sana ey Peygamber; Tanrının rahmeti, bereketleri sana.» Bütün saçıları sana saçtık. O dedi ki: «Tanrının temiz kullarına da.» Tanrı yolu pek korkuluydu, adam-akıllı bağlanmış, kapanmıştı, karlarla dop-doluydu. Önce o,
canıyla oynadı; at sürdü; yol açtı. Kim bu yola giderse onun kılavuzluğuyla, onun yardımıyla gider; çünkü yolu o meydana getirmiştir; her yere bir nişan koymuş, sopalar dikmiş, bu yana gitmeyin, şu yana gitmeyin... O yana giderseniz Âd kavmi gibi, Semûd kavmi gibi helâk olursunuz, bu yana giderseniz inananlar gibi kurtulursunuz demiştir. Bütün Kur'ân bunu anlatır. «Kur'ân'da ap-açık deliller vardır.» Yâni bu
yollarda nişanlar dikmişiz; birisi o sopalardan birini kırmak isterse herkes, yolumuzu yıkmadasın, bizi helâk etmeye çalışıyorsun; yoksa sen yol kesici misin diye ona kasteder. Şimdi, kılavuz Muhammed'dir, önce Muhammed'e gelmeden kimse bana gelemez: Hani bir yere gitmek istediğin vakit önce, filân yere gitmek gerek, uygun olan bu diye akıl kılavuzluk eder; ondan sonra göz kılavuz olur; ondan sonra da organlar
harekete gelir. Organların gözden, gözün de akıldan haberi yoktur amma iş, bu sıraya göre olur-gider. İnsan gaflettedir amma öbürleri gaafil değildir insandan. Hâsılı dünya işine sıkı sarılmamak gerek; gevşek sarılmak
gerek. Çünkü Tanrı etmesin, dünya işine sıkı sarıldın, işe iyice giriştin mi, işin gerçeğinden gaafil olursun. Tanrı râzılığını dilemek gerek, halkın râzılığını değil. Çünkü halktaki o râzılık, o sevgi, o esirgeme eğretidir; onları halka Tanrı vermiştir. Dilerse esenlik de vermez, zevk de. Bütün zevk, bütün nimet sebepleri varken hepsi de zahmet, meşakkat olur. Hâsılı bütün sebepler, Tanrı kudretinin elinde bir kaleme benzer. Kalemi oynatan da Tanrı elidir, yazan da; o istemedikçe kalem oynamaz. Şimdi sen kaleme bakıyorsun da bu kaleme bir el gerek diyorsun. Kalemi görüyorsun da eli görmüyorsun. Kalemi görüyorsunda eli aklına bile
getirmiyorsun. Nerde gördüğün, nerde söylediğin? Onlara gelince: Onlar, boyuna eli görürler de bir de kalem gerek derler. Hattâ elin güzelliğine bakarlar da kalemi hatırlamazlar bile; yalnız böylesine el, kalemsiz olmaz derler. Sense bir yerdesin ki kalemi seyretme tadına kapılmışsın da el aklında bile değil; artık onlarda, o elin seyri yüzünden nasıl olur da kaleme dalarlar. Arpa ekmeğinden tat almışsın; nerden buğday ekmeğini anacaksın? Onlar da buğday ekmeği varken nasıl olur da arpa ekmeğini anarlar? Yeryüzü, sana öylesine bir zevk vermiş ki göğü istemiyorsun bile. Oysa ki asıl zevk yeri göktür; yeryüzü gökten hayat bulur. Göktekiler, nerden yeryüzünü hatırlarına getirecekler? Şimdi hoşlukları, güzellikleri, sebeplerde görme; anlamlar, sebeplere eğreti olarak verilmiştir; çünkü zarar veren de odur, fayda veren de; çünkü zarar da ondandır, fayda da. Sen ne diye sebeplere kakılmış-kalmışsın?
«Sözün hayırlısı, az olanı, maksadı bildirenidir.» Sözlerin en iyisi, fayda verenidir, çok olana değil.
«Kul huvallah» pek azdır görünüşte; Bakara sûresiyse hayli uzundur. Fakat meram anlatma bakımından
«Kul huvallah», Bakaradan üstündür. Nûh, bin yıl insanları çağırdı, başına kırk kişi toplandı. Tanrı rahmet etsin, esenlik versin Mustafâ'nın çağrış zamanı ne kadardı, meydanda; fakat bunca ülkeler inandı ona; dininden bunca erenler, bunca yeryüzü direkleri geldi. Demek ki îtibar, azlığa-çokluğa değil; maksat merâmı
anlatmak. Kimi kişinin az sözü, çok sözden daha faydalı olur. Hani tanrının ateşi pek çok, pek çetin olursa ondan faydalanamazsın, yanına bile yaklaşamazsın onun; oysa ki arık bir mumdan faydalanırsın. Demek ki maksat faydadır. Bir de kimi insana, sözü duymamak faydalıdır. Onlar görürler, bu da yeter-gider onlara; o
faydalıdır bu çeşit kişilere. Duyarlarsa ziyan verir onlara söz. Bir şeyh, bir ulu kişiyle görüşmek için Tebrîz'e geldi. Şeyhin zâviyesine varınca geri dön, senin için budur faydalı diye bir ses duydu; buraya ulaştın ya, şeyhi görürsen ziyan gelir sana diyordu ses. Az, fakat faydalı söz, şuna benzer: Yanmış bir mum, yanmamış bir mumu öper-gider; o muma zâti bu yeter, maksadına erişir-gider. Peygamber, o görünen şekil değildir ki; onun şekli, bindiği attır. Peygamber, o aşktır, o sevgidir; boyuna
ölümsüz kalan da odur. Hanî Sâlîh'in devesi gibi, görünüşte deve. Peygamber, o aşktır, o sevgidir; ölümsüz olan da odur.
Birisi dedi ki; Neden minârede yalnızca Tanrıyı övmüyorlar da Muhammed’i de anıyorlar.
Ona dediler ki:

Zâti Muhammed'i övüş, Tanrıyı övüştür. Örneği de şunun gibi: Hani birisi, padişaha Tanrı uzun ömür
versin; bana padişaha yol veren, yahut padişahın adını bana söyleyen kişi de yaşadıkça yaşasın dese onun
övüşü, gerçekte padişahı övmedir. Bu peygamber, bana bir cübbe verin, ihtiyâcım var; yahut cübbeni,
elbiseni bana ver diyor mu? Cübbeyi, malı ne yapacak o? O, senin elbiseni yeğinleştirmek istiyor ki güneşin

ısısı ulaşsın sana. «Tanrıya güzel bir tarzda borç verin» diyor; yalnız mal istemiyor, cübbe istemiyor. O sana,
maldan başka pek çok şeyler vermiş. Bilgi vermiş, düşünce vermiş, anlayış vermiş, görüş vermiş; bir soluk
olsun diyor; görüşünü, düşünceni, kuruntunu, anlayışını, aklını bana harca; malı, sana verdiğim bu araçlarla
elde etmedin mi? Hem kuşlardan sadaka istiyor o, hem tuzaktan. Güneşin önünde çır-çıplak kalman daha
iyi; yakmaz-karartmaz seni bu güneş; adamakıllı ağartır, bem-beyaz eder seni. Soyunamıyorsan bâri elbiseni
yeğinleş-tir de güneşin zevkini gör. Bir zamandır, ekşiliği huy edinmiştin, bâri tatlılığı da bir dene.

(*) Bu beyit, bizim nüshada yok.