neslinur
Tue 8 June 2010, 03:31 pm GMT +0200
29. Halid Bağdâdî : (H.1192/M.1778-H. 1242/M. 1826)
Mürîdleri tarafından Mevlana Halid-i Zuljenâhayn olarak anılır. Bunun anlamı: “İki kanatlı Halid Efendimiz Hazretleri “ demektir. Hz. Osman'ın soyundan geldiği ileri sürülmektedir. Yakın tarih itibariyle (Irak'ın Süleymaniye Kenti yakınlarında yerleşik) bir Kürt topluluğu olan Mikâilî Aşireti'ne mensuptur.
Irak'da tanınmış şahsiyetlerden Muhammed el-Kurdî ve Abdurrahîm ile Abdulkerîm el-Berzenjî kardeşlerden ders aldı.
Arap dil grameri ve edebiyatı, fıkıh, tefsir, hadis, akâid ve mantık gibi klasik medrese ilimlerini okudu. Ayrıca medreselilerden farklı olarak astronomi ve matematik gibi pozitif ilim dallarıyla da ilgilendi. Bulunduğu bölgenin kültürel avantajlarından yararlanarak, zaten çocukluktan beri aşina olduğu Farsça'yı çok iyi kullanmayı başardı. Halid Bağdâdî, şair ruhluydu. Engin duygularının bir semeresi olarak Farsça yazdığı divanı, edebi açıdan oldukça kalitelidir.
Bir süre Bağdad'da ve Süleymaniye'de ders verdi ise de akademik çalışmayı sevmediği için tedris hayatı çok sürmedi. Şiirle uğraştığına göre duygusal yönünün ağır bastığı kesindir. Nitekim bir gün O'nu ziyaret eden Mirza Abdurrahîm adında Hindli bir dervişin telkinlerinden derin şekilde etkilendi ve Hind kaynaklı mistisizmi merak etmeye başladı. Çok geçmeden de bu şahsa katılarak M. 1810 yılında Delhi'ye gitti ve adı geçen adamın tavsiyesi üzerine Nakşibendî-Hind Ekolünün rûhânîlerinden Abdullah-ı Dehlewî adında biriyle buluştu. Bir yıl kadar O'nun denetiminde egzersizlere devam ettikten sonra fakirizm anlayışının yorumlarını çok iyi hazmetti ve yetki alarak Bağdad'a döndü. Ünlü divanını bu seyahatten sonra yazmıştır. Bu da Bağdâdî'nin ruh derinliklerindeki aşırı duygusallığın, hangi nedenlerin etkisi altında açığa çıktığını göstermek bakımından önemlidir. Halid Bağdâdî, «Silsile-i Sâdât»'ın 29'uncusu olarak kabul edilmektedir.
Abdullah-ı Dehlewî'nin biyografisinde: O'nun, Yetiştirdiği bütün şeyhlerin «Mevlânâ» unvanlı olduğuna, ancak bunların arasında (yine “mevlânâ“ Unvanlı olan) Halid Bağdâdî'nin, diğerlerini gölgede bırakarak çok büyük farkla ünlendiğine yukarıda kısaca işaret edilmiş idi.
“Mevlânâ“ sözcüğü, “Efendimiz“ demektir ve (Horasan, Maverâünnehr ve Hindistan gibi İran kültürünün etkisi altındaki) Uzakdoğu'da tarîkat rûhânîlerini yüceltmek için kullanılır. Anadolu'da ve Arap ülkelerinde kullanılmaz. Nitekim bu Unvanı taşıyan Horasanlı Celâluddîn'i Rûmî'nin, gelip Konya'ya yerleşmesi bile Anadolu'daki tarîkat şeyhleri arasında bu isimle ünlenmeyi gelenek haline getirmeye yetmemiştir. Dolayısıyla Ortadoğu'da şeyhlerin bu Unvanla anılmaları adet değilken Bağdâdî'yi bununla meşhur edenin kim olduğunu merak etmemek elde değildir. Çünkü eğer: “Beni bu Unvanla anarak herkesten üstün tutun." diye propagandasını bizzat kendisi yapmadıysa,[1] ya da gizlice birilerini bunun için görevlendirmedi ise, acaba kimler Hindistan gibi, dünyanın öbür ucundaki bir ülkede ve hele XIX. yüzyılın cehalet ve perişanlığını sıyırarak orada geçerli olan usulleri öğrendi ve Bağdâdî'ye, bütün Ortadoğu'da hiç bir tarîkat şeyhine nasip olmayan şöhret ve muhiti kazandırmak için çaba harcayanlara katıldı?!
Aslında bunun gibi daha birçok soru var. Özellikle râbıta konusunun aydınlanabilmesi için sırf Halid Bağdâdî hakkında çok yönlü bir araştırma ve incelemenin şart olduğuna inanmak gerekir. Nakşîliğe, râbıtayı temel bir kural olarak yerleştiren ve bu tarîkatı “Hâlidiyye“ adı altında yeni bir kimlikle yaymaya çalışan Halid Bağdâdî'nin, kişiliği, kazandığı şöhret, yaşadığı dönemin siyasi ve sosyal şartları gibi daha birçok noktanın incelenmesiyle hayli ilginç sonuçlar ortaya çıkacağa benzemektedir.
«İki Kanatlı Halid»'in, 1811-1826 yılları arasında koskoca Osmanlı toplumunun gündeminden hiç düşmemesi çok önemli bir olaydır. Bunu, bir tarîkat şeyhinin, sadece sofiyâne faaliyetleri olarak görmek safdillikten başka bir şey değildir. Onun için bu noktada tereddüd edenlerin, Bağdâdî'yi ölümünden sonra temsil eden Muhammed b. Abdillah el-Khâni'ye ait şu sözleri dikkatle incelemeleri yerinde olur.
El-Khânî, bağlı oldukları tarîkatın, önceleri Sıddıyqıyye, sonra sırasıyla, Tayfûriyye, Khuwâcegâniyye, Nakşibendiyye, Ahrâriyye ve nihâyet Muceddidiyye olarak tarih boyunca aşamalarla farklı isimler aldığını açıkladıktan sonra sözlerine aynen şöyle devam etmektedir:
«Sonra tarîkatta ve güzel gidişatta kardeş olanlar arasında (Nakşibendîliğin), “Hâlidiyye“ olarak adlandırılması terim haline getirildi. Allah'ın sırf fazlı ve keremiyle, bol ihsanı ve nimetiyle, başarılı rast getirmesiyle öteden beri müjdelene geldiği ve aynı zamanda bu zincire bağlı bazı şeyhlerin geleceği doğru keşfederek müjdeledikleri gibi (tarîkatımız), Sahib-i Zaman, Mehdi (aleyh'ir-rıdwân) ortaya çıkıncaya kadar devam edecektir. Çünkü bu tarîkat, Sıddıyqîliğin, (yani Hz. Ebubekr'e bağlılığın) sahip olduğu uyanıklığa paralel düşen Melâmîliğin ta kendisidir. Amaç ise, insanları hakka çağırmak ve gerek gizli, gerekse aşikar yönetimi elde etmek, kaleleri ve ülkeleri ele geçirmek suretiyle gerçek ve en mükemmel kalıcılığa dönmektir.»[2]
Yukarıdaki son cümlelerde bir nebze ortaya çıkan Halidîlik'deki dünyayı ele geçirme ideali, ciddiye alınması gereken bir noktadır. Bunu te'yid eden kanıtlar az değildir. Nitekim Halid Bağdâdî'nin, yakın geçmişte ölen hayranlarından Iraklı Abbas el-Azzâwî, O'nu, aklına ve olgunluğuna sınır bulunmayan, hoşgörülü, sabırlı ve çok kanâatkâr bir şahsiyet olarak övdükten sonra beklenmedik bir şekilde şu ifadeyi kullanmaktadır:
«O, aynı zamanda çok yetenekliydi. Öyle ki Osmanlı Devleti'ni, içine düştüğü çöküntü ve yıkımdan, organlarına musallat olmuş illet ve hastalıklardan kurtarabilecek, O'nu yeniden diriltip, başka bir kalıba dökebilecek kudrete sahipti. Fakat O, dünyaya ve içindekilere perva etmedi ve devlet işlerine karışmadı.»[3]
Bir tarîkat şeyhini bu sözlerle övmenin arkasında bazı gerçeklerin var olduğu açıkça sezilmiyor mu? Oysa tarîkat, herkesçe bilindiği gibi lokma-hırka felsefesi üzerinde kurulmuş, mistik bir inanış ve yaşam biçimidir. Tarîkatta sürekli ibâdet vardır; Râbıta, tefekkür ve murâkabe denen derin ve için için düşünme vardır; Sürekli bir suskunluk, yalnızlığa çekilmişlik ve hareketsizlik vardır. Tarîkatın dış dekoru tamamen böyle bir statik görüntü içinde yansımakta iken, ağızdan kaçırılır gibi söylenmiş bu birkaç sözle ortaya çıkan sır ister istemez insanı düşündürmüyor mu?
Nitekim burada yine öncelikle akla gelen şey râbıtadır. Çünkü râbıta, insanları yönlendirmede belki silahların en güçlüsüdür; ve çünkü râbıta, astı üstün emrinde kurulmuş bir aygıt haline getirebilen, dolayısıyla dünyayı (el altından) ele geçirme projesini gerçekleştirebilmek için insanları istenen doğrultuda ileriye itebilmenin yegâne sihirli anahtarıdır. Unutmamak gerekir ki bütün tarîkatlar arasında şeyhine can feda bir şekilde bağlılık gösteren mürîd toplulukları Nakşibendî Tarîkatı'nın mensuplarıdır. Yine unutmamak gerekir ki tarîkat şeyhleri arasında en geniş muhite sahip olanlar Nakşî şeyhleridir. Bunun sırrını ise râbıtadan başka bir şeyde aramamak lazımdır.
Acaba Halid Bağdâdî, Hindistan'dan Irak'a yeni bir şey mi getirmişti? Bu sorunun cevabını bir iki cümle içinde özetlemek kolay değildir. Fakat hemen belirtmelidir ki, XIX. yüzyılın başlarında Bağdâdî'nin etrafında kopan fırtınalar, O'nun yakın çevresinden başlamak üzere Osmanlı sarayına kadar hemen herkesi meşgul etti.
Kısa zamanda geniş bir çevre üzerinde etki uyandırmaya başlayınca Osmanlı yönetimi, önceleri Halid Bağdâdî'den huylanmaya başladı. II. Mahmud'un saray nâzırlarından Hâlet Efendi,[4] Bağdâdî'nin etrafındaki büyük kalabalıklardan duyduğu endişeyi padişaha açıklama ihtiyacını duymuştu. Tarih-i Lütfî'den aşağıya alınan satırlar bu endişeyi kanıtlamaktadır. Aynen şöyle deniliyor:
«Derûn-i İstanbul'da, birkaç mescidde kendilerine mahsus âyin tariki, halkdan mestûr olarak icraya meşgûl olduklarından, İstanbul küberâ ve ulemâsından haylıca zevât bunlara intisâb eyleyerek aded-i ihvân çoğalmış idi; Ve bunlar, bervech-i muharrer Arabistan'da istihsal ettikleri şöhret ve cem'iyetden başka İstanbul ve Anadolu ve Rumeli taraflarında hulefâ nâmiyle bir haylice adamları mecâlis ve mehâfil-i enâmda (Tarîk-i Halidî usûlünü neşrile meşgûl olmalarının zahirde mahzûru yok ise de, sofiye sıfatıyla teksir-i sevâdi i'tiyaddan eslafda zuhûr eden ahvâl mütâlaası,) mûmâ ileyhim'e pek de meydan verilmemesi lüzûmunu göstermiş olduğundan, meşâhîr-i hulefâ-i Hâlidiyyeden İstanbul'da bulunan bazı zevât, avenesiyle ramazanın igirmi birinci gecesi, bulundukları mahallerden gümrüğe götürülüp kayık ile Kartal'a ve oradan Sivas'a icla ve ertesi günü bunların meşhur müntesiplerinden Ürgübî Ali Efendi (ki İstanbul ulemâsından idi) O dahi Ankara dahilinde, Çerkeş Kasabası'na nefiy olundukları ve Sivas'a teb'îd olunan kimselerden Salih ve Ahmed Efendilerin Sivas'da tevkif edilmeyerek Bağdad'a gönderilmeleri muahharan Sivas valisine yazılmış olduğu ve Şeyh Halid Hazretleri'nin kâimmakâmı ile hulefâsı bu taraflara gelmemek üzere Bağdad ve Süleymaniye taraflarına mübaşereten, terfikan irsal olunmuş oldukları bazı evrakda görülmüştür.»[5]
Evet, bu satırlardan anlaşıldığı kadarıyla Tarih-i Lütfi'ye göre Halid Bağdâdî'nin adamları bir gece içinde İstanbul'dan işte böyle apar topar uzaklaştırılmış ve sürülmüşlerdir.
Dikkat edilirse bu cezalandırmaya özellikle iki sebep gösterilmektedir.
Bunlardan birincisi, «kendilerine mahsus âyin tariki, halkdan mestûr olarak icraya meşgûl olduklarından»;
İkincisi de, «istihsal ettikleri şöhret ve cem'iyet» tir. Bundan kaynaklanan endişenin asıl sebebi ise «Tarîk-i Halidî usûlünü neşrile meşgûl olmalarının zahirde mahzûru yok ise de, sofiye sıfatıyla teksir-i sevâdi i'tiyaddan eslafda zuhûr eden ahvâl mütâlaası,»[6] şeklinde dile getirilen olası bir tehlikedir.
Kuşkusuz en özgürlükçü yönetimler bile, kenetlenmiş kalabalıklardan çekinirler. Dolayısıyla Osmanlı yönetiminin, yukarıda anlatılan önlemlere başvurması garipsenecek bir olay değildir. Ne var ki yönetimin Halid Bağdâdî'ye karşı bu tutumu çok kısa zamanda gevşeyivermiştir. İşte bunun sebebi çok önemlidir.
İstanbul'dan gelen emir üzerine Bağdad Valisi Said Paşa tarafından yapılan birtakım soruşturmalardan sonra, özellikle Memlûk Davud Paşa'nın valiliği sırasında düzenlenen rapor üzerine Osmanlı sarayının Bağdâdî'ye karşı tavrı tamamen değişti.
Esasen meselenin iç yüzü şudur: (Eğer Halid Bağdâdî'nin Hindistan serüveni de dahil olmak üzere O'nun bütün faaliyetleri, yönetimin önceden hazırladığı bir senaryonun fiilen uygulaması değil de sırf bir sürpriz ise ), Bağdâdî'nin, o dönemde devlet için aranıp da bulunamayacak biri olduğu -özellikle bu hadiseden sonra- iyice anlaşılmıştır. Çünkü uzun yıllar Osmanlı Devleti'ni epeyce meşgul etmiş ve askeri yöntemlerle bir türlü çözümlenememiş olan «Vahhâbîliğin», en azından Anadolu'ya yayılmasını önlemek için Halid Bağdâdî tam anlamıyla bulunmaz bir Hind kumaşıydı! Ve çünkü O'nun, Hindistan'dan getirmiş bulunduğu yeni Nakşibendîlik anlayışı, Anadolu Türklerinin vicdanında eskiden beri yerleşik bulunan Şaman-İslâm sentezini Patanjalist fantezilerle tamamlıyordu. Şu halde madem ki yapılan istihbarat, O'nun devlet işlerine parmağını karıştırmak istemediğini kanıtlıyordu, öyle ise izlenecek en doğru yol, O'nun geniş kalabalıklar üzerinde yarattığı yönlendirici etkiden yararlanmaktı. İşte Osmanlı Devleti bunu yaptı.
Bu gelişme, sanki özel bir zamanlama ile kendini göstermişti. Çünkü Osmanlı Devleti hem içeride hem dışarıda düşmanlarla ve isyancılarla boğuşuyordu. 1812'de Mehmed Ali Paşa «Vahhâbîler»'in üzerine; 1813'de de Hurşit Paşa, Kara Yorgi'ye karşı Belgrad üzerine gönderilmişti. 1814'de Odesa'da Etniki Eterya Cemiyeti kuruluyordu. Tanzimat öncesi iç siyaset sancıları ile bocalayan devletin, dışarıda «şark meselesi» olarak bilinen bir komplo ile başına çoraplar örülüyordu. Ülkenin doğusunda, özellikle Kürt bölgesinde hemen hemen devlet otoritesi diye bir şey yoktu. 1826'da Yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla devlet halktan asker isteyince Kürt aşiret reisleri bu isteği reddettiler. 1831 yılında Cizre Emîri Bedirhan Paşa başkaldırdı. Musul Civarındaki Sincar Dağı[7] eteklerinde yaşayan Yezîdîler, 1830'da ayaklandılar.
Bölgedeki yöneticiler aşiret ağalarıyla birlik olmuş, çıkarlarından başka hiç bir şey düşünmüyorlardı. Halk ise bunların elinde perişanlık ve sefâletin bin bir acısını tadarak yaşamaya çalışıyordu. İlkelliğin, cehâlet ve geri kalmışlığın -dille ifadesi imkansız- batağına saplanmış olan bu insanlar, yollarında, tarlalarında ve tenhalardaki iş yerlerinde de hırsızlara, yol kesenlere ve kanlı katillere kurban gidiyorlardı.
Osmanlı Devleti, kendi tarihi boyunca bu dönemdeki kadar endişe verici iç ve dış krizler yaşamamıştır. Özellikle bu aşamada Avrupa kalkınırken, Osmanlı Devleti tam tersine hızlı bir çöküş periyoduna girmişti. Bu dönemin daha ilk günü Alemdar olayıyla başladı (1808). Devlet, İngiltere, Fransa ve Rusya'nın şiddetli baskısı altındaydı.
Mora İsyanı ve ardından Fener Patriği Gregorius'un[8] idam edilmesi; ancak 1826 yılında kaldırılabilen Yeniçeri Ocağı'nın çıkardığı kargaşa; Navarin'de Osmanlı ve Mısır donanmalarının 1827'de yakılışı; Osmanlı-Rus Savaşı ve Edirne'nin 1829'da Ruslar tarafından işgali; Fransızların 1830'da Cezayir'e girmesi ve Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa ordularının 1832'de Kütahya'ya kadar ilerlemesi ile devletin temelleri âdetâ çatırdıyordu.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi güneyde de karışıklıklar her gün biraz daha artıyor ve yayılıyordu. Irak, Suriye, Lübnan ve Arap Yarımadasında türlü türlü huzursuzluklar yaşanıyordu. Bağdad'daki Kölemen Ocağı her gün kanlı olaylara sahne oluyor, bölgenin yönetimi, zorbalar arasında sık sık el değiştiriyordu. İleride ayrıntılı olarak açıklanacağı üzere, özellikle Hicaz Bölgesi'nde dehşetli bir hareket başlamıştı. Daha sonraları, Nakşibendîlerin etkisiyle Türkiye'de yazılan tarih kitaplarına bu hareket, «Vahhâbîlik» adı altında geçmiştir.
Dolayısıyladır ki devlet, topluma az çok disiplin kazandıracak ve hiç değilse içerideki bu sancılarını biraz olsun dindirecek olan çareleri red edemezdi. Bu çarelerden biri de eğer (İslâm’ı, kitaba uydurmak suretiyle yıkmaya çalışan) bir tarîkat bile olsa, ona katlanmak pahasına, karşı karşıya olduğu daha büyük felaketlerden kurtulmak istiyordu.
Vurgulamak gerekir ki, hiç bir inanış ve düşüncenin, on yıl gibi kısa bir süre içinde koskoca bir imparatorluğun her yanına yayılıp tutunduğu, insanları büyüleyip vicdanlara kazındığı görülmemiştir. Özellikle yukarıda kısmen anlatıldığı gibi, hızla çökmeye devam eden Osmanlı Devleti'nin, XIX. yüzyıldaki şartları içinde bir tarîkatın böylesine yaygınlık göstermesi çok özel nedenlerle ancak açıklanabilir. Onun için bu sonucun, büyük olasılıkla devlet desteğindeki yoğun propagandalar sayesinde alınmış olduğu anlaşılmaktadır. İçerideki anarşinin yatışması için ruhları hipnoza sokacak bir çarenin o günlerde işe çok yaradığına, mutlaka her zamandan daha ziyade inanılmıştır. Dolayısıyla devletin, Nakşibendî Tarîkatı'na o gün için bir can simidi gibi sarılmış olduğu bir gerçektir. Zaten tarîkatın yapısında da râbıta gibi insan psikolojisini yönlendirici uygulamalar vardır ki bunlar, Nakşîliğin yayılıp tutunmasında birbirini tamamlamıştır.
İşte bu yüzdendir ki gerek fısıltı yöntemiyle, gerekse erkân aracılığıyla Devletin desteklediği Bağdâdî, tasavvuf tarihinde rûhânilerden pek azına nasip olmuş büyük bir ün kazandı. O'nun, brahmanist tasarıları üzerinde temellenen, yeni Nakşibendîlik, râbıtasıyla, Hatm-i Huwâcegânı ile, teveccüh âyiniyle bu kez «Halidîye» adı altında Irak'a Suriye'ye ve bütün Anadolu'ya yayılıp yerleşti.
XIX. Yüzyılın başlarında gerek “selefîlik“ ve “vahhâbîlik“ adları altında patlak veren hareketlere karşı; gerekse “Jönaraplar“'ın öncülüğünü yaptığı “arabizm“'e karşı Osmanlı yönetimi, Halid Bağdâdî tarafından aşılanmaya çalışılan yeni Nakşibendîliği, bir teminat olarak görüyor ve bu yüzden onu bütün gücüyle destekliyordu. Halid Bağdâdî'in en büyük temsilcilerinden El-Khânî Ailesi'inin, Suriye Valisi Musa Safvetî aracılığıyla devletten kopardığı paralar; bu ailenin büyüğü ve aynı zamanda Bağdâdî'in gözde halîfesi Muhammed el-Khâni'nin, 1853'de İstanbul'a gelişi sırasında devlet erkânı tarafından aynen bir kral gibi merasimlerle karşılanması bunu açıkça kanıtlamaktadır.
Devletin tavrı böyle idi. Peki o dönemin (sözde az çok uyanmış “selefî“) İslâm âlimleri olarak bilinen şahsiyetlerin ve aydınların Bağdâdî'ye, ya da O'nun getirdiği Hind mistisizmine ilişkin tutumları nasıldı?
Bu soruya, İslâm âlimleri adına verilmiş net bir cevap bulmak ne yazık ki güçtür. Çünkü korkunç bir çöküntü içinde bocalayan Müslümanların yolunu ışıklandıracak gerçek âlimlere değil o karanlık günlerde, iman ehlinin az çok uyanmış bulunduğu bu gün bile rastlamak kolay olmasa gerektir. Dünya Müslümanlarının, hem bilgili hem de cesur ve basiretli gerçek âlimlere o dönemde duyduğu ihtiyaç, belki İslâm tarihinin hiç bir devresinde duyulmamıştır. Dolayısıyla Bağdâdî'ye karşı az çok sesini yükseltmiş olanlar, -pek azı hariç- Allah için değil, sırf O'nu çekemeyenler olmuştur.
O dönemde henüz pek yeni olan entelektüel selefîlik hareketinin önde gelen isimleri daha çok Suriye'de sivrilmişlerdi. Onun için: "Bunlar, neden Bağdâdî'nin yaymaya çalıştığı Brahmanist inanış ve uygulamalara karşı tepki göstermediler?"; Ya da “Hiç değilse râbıtaya karşı neden küçük bir reddiye bile kaleme almadılar?" diye tarih araştırmacılarına bir soru yöneltmek isteyenler elbette ki çıkacaktır.
Önce insafla belirtmek gerekir ki bu ilk Selefîlerin başında çok büyük dertler vardı. Onlar, hem devlet tarafından desteklenen hem de Hind kaynaklı mistik şartlandırma yöntemleriyle büyük kalabalıkları hipnoza sokan, onları transa geçiren Bağdâdî ile uğraşamayacak kadar ağır sorunlarla karşı karşıya bulunuyorlardı. Çünkü devlet onları her fırsatta çil yavrusu gibi dağıtıyor, hatta düzenlediği komplo senaryolarını uygulamaya koyarak onları silip süpürmeye çalışıyordu. Buna rağmen, -belki inanılması güç ama- dönemin selefî âlimlerinden bazı şahsiyetlerin, Nakşî ileri gelenleriyle zaman zaman içli dışlı oldukları da -ne yazık ki- gizlenemeyecek bir gerçektir!
Olabilir ki bu konuda görülmüş bazı yakınlaşmalar, Nakşibendîlerin Suriye'de erimeye yüz tuttuğu geçiş döneminin istisnâi örnekleridir. Çünkü Nakşibendîler, XIX. Yüzyıl sonlarına doğru Arap muhitlerindeki etkilerini gittikçe kaybediyor ve “selefîlik“'le “arabizm“'in çatışma ortamında yavaş yavaş eriyorlardı.[9] Bu sebeple de “selefîler“le geçinmeyi, politik olarak uygun gürüyorlardı. Dolayısıyla bu nadir örneklerden biri olarak, ünlü selefî, Muhammed Abduh[10] ile Nakşî ileri gelenlerinden Abdulmecîd el-Khânî'[11] nin dostluğunu, belki de “selefîlik“ lehinde sonuçlar almaya dönük ilişkiler şeklinde değerlendirenler bulunacaktır.
Ancak eğer yine râbıta meselesine dönüp dersek ki, “Muhammed Abduh ve emsâli Mısır ulemâsını suçlamayalım, çünkü onlar hem Mısırlı olmak bakımından muhit olarak Nakşibendîlerden uzak idiler; hem de bir yandan mahalli yönetimle, bir yandan, merkezî yönetimle, bir yandan İngilizlerle, bir yandan ise muhâfazakâr/gelenekçi hocalarla boğuşuyorlardı. Bunların râbıta diye bir şeyden haberdar olmuş bulunmaları ihtimali bile son derece zayıftır. Ama Suriye'deki “selefî“ ulemâ, örneğin: Cemâluddîn el-Kasimî ve Abdurrezzâk el-Bîtâr gibi şahsiyetlerden biri bile acaba râbıta hakkında herhangi bir görüş ortaya koymuş mudur? Evet eğer böyle bir soru yöneltecek olursak buna nasıl bir cevap bulacağız?
Burada ciddiyetle belirtmek lâzımdır ki bu sorularla aslında râbıta meselesini, oldukça büyütmüş bulunmanın farkında olmak gerekir! Çünkü Nakşibendîler her ne kadar buna kendi aralarında fazlasıyla önem vermiş iseler de Müslümanların şimdiye kadar dikkatlerini râbıta üzerine çekememişlerdir. Zaman zaman bunun farkında olup sesini çıkaranlara karşı Nakşibendîlerin kopardığı velvele, onlar için bir reklam olur diye belki de çok sevinmişlerdir. Bu nedenle, kesinlik derecesinde söylenebilir ki râbıta, zaman dilimi olarak içinde bulunduğumuz dönemde ve sadece Türkiye'de az çok gündeme gelmiş ya da getirilmek istenmiştir. Çünkü her keresinde aynı oyunlar denendikçe tabir caizse “dağ fare doğurmuş“ ya da “tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış“'tır!!!!
* * *
Bağdâdî ile Karşıtları Arasındaki Kavgalar:
Bağdâdî'nin muhaliflerinden biri de, O'nun şöhretini kıskandığı anlaşılan dönemin ve bölgenin ünlü kadirî şeyhi Şeyh Ma'rûf en-Nûdehi el-Berzenjî'dir. O'na reddiye olarak, «Tahrîr'ul-Hitâb Fi'r-Redd'i Alâ Halid'il-Kezzâb» adı altında manzum bir risâle yazmış ise de daha sonraları pişman olmuş ve Halid'den özür dilemiştir.[12] Hem Bağdâdî'nin can fedâ yandaşları tarafından yapılan hararetli savunmalar, hem de Osmanlı yönetiminin «Vahhâbîliğe» karşı bir sigorta olarak O'na verdiği önem karşısında Berzenjî'nin yalnız kaldığı ve geri adım atmak zorunda bulunmuş olduğu sanılmaktadır.
Şu var ki zaten Berzenjî de bir tarîkatçı idi. Üstelik ifadeleri O'nun, bilgili vakur ve cesur bir İslâm âlimi olmaktan çok, skolastik düşünceyle şartlanmış sıradan bir molla olduğunu açıkça kanıtlamaktadır. Dolayısıyla O'nun, Hind sofizminin yıkıcı etkilerine karşı İslâm'ı korumaya uğraşmaktan ziyade Bağdâdî'nin genişleyen çevresi karşısında ününü ve önemini kaybetme endişesiyle böyle davrandığına ihtimal vermek gerekir. Nitekim O'nun pes etmesi kadar, kişilik ve bilgi düzeyi bakımından da yetersizliği Bağdâdî'nin işine yaramış, daha çok cesaretlenmesine ve ünlenmesine katkıda bulunmuştur.
Halid Bağdâdî'nin, Berzenjî'den aldığı özürnâmeye karşı ona yazdığı cevap, bu gerçeği kanıtlıyor. Bağdâdî, kullandığı ifadelerle Berzenjî'ye o kadar yukarıdan bakıyor gibidir ki bu adamın ne denli sindiği açıkça anlaşılmaktadır.[13]
Halid Bağdâdî'ye karşı çıkan yalnızca Berzenjî değil, O'ndan başka, dönemin birçok ileri gelenleri ve siyaset adamları da Bağdâdî'nin getirdiği yeni mistik anlayışa tepki göstermişlerdir.
Bunlardan biri de, Musul'un Arap eşrafından Süleyman Paşa'nın oğlu Ebu Said Osman bin Süleyman el-Jelîlî'dir. (Dönemin isim geleneğine göre Osman Hayâî Bey olarak bilinir.)
Bu zatın, Bağdâdî'ye karşı yazmış olduğu kitabın adı: «Din'ullah'il-Ğâlib Alâ Kulli Munkir'in Mubtedi'in Kâzib»'dir; Berzenjî'ye ait «Tahrir'ul- Hitâb»'ın bir çeşit şerhidir. Yazar, bunu, Vali Said Paşa'ya sunmuştur. Sonraları Muhammed Emîn es-Suweydî tarafından «Def'uz-Zulûm An'il-Wuqû'i Fi Irz'i Haza'l-Mazlûm» adı altında, bu risâleye karşı bir reddiye kaleme alınmıştır.[14]
Söz konusu reddiye, «giriş», «kitab» ve «sonuç» başlıkları altında üç bölümden oluşmaktadır.
Halid Bağdâdî tarafından yeni Nakşibendîlik olarak aşılanmaya çalışılan Hind mistisizminin uygulamaları, öyle anlaşılıyor ki Irak'da önce Arap orijinli âlimlerinin tepkisini çekmiştir. Bunun sebepleri açıktır. Her şeyden önce Bağdâdî Kürttü, bu nedenle Kürt asıllı hocalar, O'nun yeni görüş ve inanışlarını İslâm'la uzlaşmaz bulmuş olsalar bile duygusal bir tutum içinde fazla tepki göstermemiş olabilirler. Ayrıca bunlar kültürel açıdan da, iyi bir seviye yakalayamadıkları için arı İslâm'a dönüş hareketi içinde onlardan hemen hiç kimse sivrilmemiş, dolayısıyla klasik anlayışlara, yozlaşmaya ve İslâm'ı yıpratan mistik akımlara karşı duyarlılık gösterememişlerdir.
Bunun içindir ki Halid Bağdâdî'ye karşı ilmî ve yazılı tepkilerin tümü Bağdad ve Musul'da ortaya çıkmıştır. Bu cümleden olarak, Musullu Osman Hayâî Bey'in reddiyesi dışında ayrıca Mahmûd bin eş-Şeyh Abdiljelîl el-Mûsilî'nin Nakşibendî Tarîkatı'nı çürüten bir eser yazdığı söylenmektedir.[15] Bağdad'da o dönemin Irak Allâmesi olarak övülen ve birçok kimse tarafından selefî olarak tanınan Ebu's-Senâ Şihâbuddîn Mahmûd el-Âlûsî'nin de Bağdâdî'nin inanışlarına tepki gösterdiği ise ihtilaflı bir meseledir. Abbas el-Azzâwî, bu konuda şunları kaydediyor:
«Ebu's-Senâ el-Âlûsî'nin, Şeyh Halid'e karşı çıktığına ilişkin Şeyh İbrahim el-Fasîh tarafından Elmejd'ud-Tâlid adlı eserde kaydedilenlere gelince, bunun aslı yoktur.»[16]
Bu tesbite ihtimal vermek, hatta inanmak gerekir. Çünkü yine bu tesbitin sahibine göre Bağdâdî'nin ölümü üzerine Mahmud Cevad Siyahpuş'un, yazdığı mersiye, el-Âlûsî tarafından şerh edilmiştir. Bu da demek oluyor ki el-Âlûsî, Siyahpuş'un acılarını paylaşmıştır. Dolayısıyla O'nun, Bağdâdî'ye karşı çıkmış olmasına inanmak güçtür. Nitekim bunu teyid eden, hatta râbıta ile ilgili olarak Şihâbuddîn el-Âlûsî'nin ortaya koyduğu görüş ilginçtir. Yine el-Azzâwî'nin naklettiğine göre Şihâbuddîn, râbıtaya ilişkin görüşlerini şu sözlerle açıklıyor:
«Kanun Koyucu (Hz. Peygamber) Sallellahu aleyhi ve sellem'e dayanan, güvenilir, sabit bir delil olarak Râbıtayı kanıtlayıcı bir şey bilmiyorum.»[17]
Evet el-Âlûsî böyle diyor ama, ondan sonra lafı epey geveliyor ve nihayet şöyle bir ifade kullanıyor:
«Eğer sözü uzatma korkusu olmasaydı onu anlatacaktım. Bununla birlikte teveccüh ve râbıtanın bereketini de inkâr etmiyorum.»[18]
* * *
Aslında Halid Bağdâdî'ye en şiddetli bir şekilde karşı çıkmış ve aleyhinde hem yazılı hem sözlü eleştirilerde bulunmuş, hatta O'nu kafirlik ve zındıklıkla suçlamış biri daha vardır ki bu şahsın adı Abdulvahhâb es-Sûsî'dir. Abbas El-Azzâwî, O'nu Abdulvahhâb el-Bağdâdî olarak zikretmekte ve O'nun da aynen Bağdâdî gibi Abdullah-ı Dehlewî'nin mezûnu ve ünlü halîfelerinden biri olduğunu kaydetmektedir.[19] Bu, çok önemli bir noktadır. Çünkü işbu Abdulvahhâb'dan söz eden herkes O'nu, Halid Bağdâdî'nin bir çömezi olarak tanıtmaktadır. Halbuki bu doğru değildir.
Esasen ikisinin arasında sürüp giden düşmanlıkların nedeni de budur. Çünkü ikisi birbirine rakıyb olmuş, birbirlerini çekememişlerdir. Fakat Halid Bağdâdî, şöhrette onu geçince Abdulvahhâb'ın bundan huzursuz olduğu ve aleyhinde çalıştığı anlaşılmaktadır.
Ancak bu şahsın Bağdâdî hakkında neler söylediğini neler yazıp çizdiğini tam olarak tesbit etmek kolay değil, belki mümkün de değildir. Çünkü Halid Bağdâdî'nin hem kendisi hem de adamları, bu kişinin aleyhinde o kadar çaba harcamışlardır ki mahalli idare şöyle dursun padişahın bizzat kendisi O'nun cezalandırılması için ferman çıkarmıştır![20]
Abdulvahhâb es-Sûsi'nin adı, daha birçok yerde geçmektedir. Ancak hepsinde de ortak bazı noktalar vardır; Onlardan biri de bu adam tarafından neler söylendiğinin, neler yazılıp çizildiğinin tam ve derli toplu olarak açıklanmamış olmasıdır. Aynı zamanda, yazdığı kitap ya da risâlenin, hangi isim altında kaleme alındığının belirtilmemiş olmasıdır. Anlaşılan, Halid Bağdâdî'yi bu kişinin suçlamalarına karşı savunanlar, sırf O'nu aşağılamak için olsa gerektir ki, neler söylediğini, ya da neler yazdığını bütünüyle ortaya koymamışlardır.
Kasım Kufralı'nın, Abdulvahhâb hakkında kaydettiği sözler de bunu doğrulamaktadır. Kufralı, o günün önemli bir skandalı olarak patlak veren Abdulvahhâb olayını şöyle anlatmaktadır:
«Mevlânâ Halid, İstanbul'a evvela Abdülvahhâb al-Sûsi'yi göndermişti. Bu zatın kibir ve enâniyete kapılarak kendisini sâliklere râbıta ettirmesi üzerine meselenin tahkiki için Abdülfettah al-Akarî'yi[21] gönderdi. Bu hareketlerinden dolayı tarîkattan tard edilen al-Sûsi'nin yerine al-Şeyh Ahmed al-Agribûzî halîfe nasbedildi.»
«Mevlânâ Halid, Abdülvahhâb'ı celb ile kendisine tövbe teklif edildi ise de bu zat zâhiren emre itâat eder görünerek hakikatte bildiğinden şaşmadı. Bunun üzerine tarîkattan tard edilerek keyfiyet İstanbul'daki mürîdlerine bildirildi. Bu vaziyet karşısında me'yûsen Medîne'ye çekilen Abdülvahhâb, Mevlânâ Halid'i tekfir eden bir risâle te'lif ederek ortalığı birbirine katmağa çalıştı....»[22]
Evet yukarıda görüldüğü gibi Kufralı çok açık bir ifadeyle Abdülvahhâb'ın, Bağdadî aleyhinde bir risâle yazdığını kaydetmektedir. Ancak bu risâlenin hiç bir izine rastlanmamaktadır. Büyük ihtimalle O'nun yazıp çizdikleri imha edilmiştir!
Es-Sûsi'nin, yazdıklarını çürütmek isteyenlerden biri de ünlü fakih, İbn. Abidîn'dir. Bu zat, o'na karşı kaleme aldığı «Sel’lul-Husam'il Hindi Fi Nusra'ti Mavlânâ Khâlid an-Naqshabandî» adlı kitapçığında neredeyse baştan sona kadar bu şahsın adını hep zamirlerle geçiştirmiş, yalnızca 8. sayfada ve bir tek kez «Abdulvahhâb» diyerek adını anmıştır. Tabiatıyla Abdulvahhâb'ın söyledikleri sözler arasında, Halid Bağdâdî'ye yönelttiği, sadece sihirbazlık ve cincilik suçlarına ilişkin olanlar nakledildiği için, O'nun, râbıta hakkında da bir şey söyleyip söylemediğini İbn. Abidîn'in bu reddiyesinden öğrenmek mümkün olamamaktadır. O'nun yazmış olabileceği şeyler de büyük ihtimalle imha edildiğinden râbıta hakkındaki düşünceleri bu suretle karanlıkta kalmış bulunmaktadır. Bununla birlikte eğer Abdulvahhâb, râbıta aleyhinde bir şey söylemiş olsaydı, İbn. Abidîn'in onu da çürütmeye çalışması gerekirdi diye düşünmek lazımdır.
Şu var ki zaten Abdalvahhâb'ın kendisi de bir tarîkatçı olduğundan dolayı râbıtayı değil, Halid Bağdâdî'yi hedef aldığı anlaşılmaktadır.
İbn. Abidîn'den sonra Abdulvahhâb es-Sûsi hakkında yazıp çizmiş olanlardan biri de Abdulmecîd el-Khânî'dir. Büyük ihtimalle Kufralı bu iki şahsa ait kaynaklardan yararlanarak yukarıdaki bilgileri vermiştir. Bu konuda el-Khânî'nin El-Hadâiq’ul-Wardiyya adlı kitabından şu bilgileri fazladan öğrenebiliyoruz:
«Mevlânâ Halid Hazretlerinin başına Bağdad'da gelenlerin aynısı Şam’da meydana geldi. Tarîkatını, yüce saltanatın başkentinde yaymak üzere Abdülvahhâb adında bir adamını oraya yollamıştı. Çok geçmeden şeyhülislâm, şehrin uleması ve ulu vezirleri O'na gönül bağladılar. Bunun üzerine şimardı ve ünlenme sevdasına düştü. Şeyh bu olayı duyunca O'nu çağırarak tevbe ettirdi ve yerine başkasını yolladı. Fakat adam kötü niyetini gizleyerek dışından bağlılık göstermeye çalıştı. Ne var ki Allah O'nun iç durumunu şeyhe bildirdi. Nitekim O'nun İstanbul'daki yandaşlarına kendi eliyle yazıp gönderdiği (kötü niyetini bildiren) mektupları Şeyh'in eline geçti. Bunun üzerine Şeyh O'nu tarîkattan genel anlamda kovdu ve Mübârek kalemiyle bu durumu, Hilâfetin başkentindeki ihvânına yazdığı üç mektupla bildirdi.»
Abdulmecîd el-Khânî, bu üç mektubu da olduğu gibi kitabına geçirmiş bulunmakta, ancak O da diğerleri gibi Es-Sûsî'nin ne yazıp çizdiği hakkında hiç bir şey söylememektedir.
Abdulmecîd'in ayrıca verdiği haberlerden biri de, Halid Bağdâdi'nin yönetime karşı ciddi bir tehlike olacak şekilde muhitini genişlettiğine ilişkin olarak Halepli şeyhlerden birinin, İkinci Sultan Mahmud'a yaptığı ihbar'dır. Fakat Abdulmecîd bu şeyhin adını vermemektedir.[23]
Bazı kaynaklara bakılırsa Abdulvahhâb es-Sûsi'nin, Halid Bağdâdî'ye karşı verdiği savaş, çok önemli bir sebebe dayanmaktadır. Bu da, yukarıda bir nebze işaret edildiği gibi, O'nun, esasen Halid Bağdâdî'nin halîfesi değil, bilakis şeyhinin (yani Gulâm Abdullah-ı Dehlewî'nin) halîfesi olduğudur. Dolayısıyla ikisi rakıyp idiler. Ancak Bağdâdî'nin, ününü bu adamla paylaşmak istemediği sanılmaktadır. İşte kavganın esas nedeni bu olmalıdır. Ayrıca Abdulvahhâb es-Sûsi'nin bu kavgada yalnız başına olmadığı, yanında Hamdi ed-Dağıstânî adında birinin daha bulunduğu anlaşılmaktadır.
Araştırmacı El-Azzâwî'nin tesbitlerine göre râbıtaya karşı çıkmış olan şahsiyetlerden biri de, Hind-Bahubal Emiri Muhammed Sıddıyq Khân'dır. Älim olan bu zatın birçok kitapları bulunduğu kaydedilmektedir.[24]
Aynı zamanda Halidilik'te “Teveccüh“ adı altında bilinen rûhâni âyini de eleştiren Muhammed Sıddıyq Khân'ın yazdığı kitap, Halid Bağdâdî'nin kardeşi oğlu Es'ad Sâhib tarafından çürütülmeye çalışılmıştır. Es'ad Sâhib'in bu amaçla yazdığı risâlenin adı “Nûr'ul-Hidâye'ti wa'l-İrfân»'dır. [25]
* * *
Nakşîlikten, râbıta temeli üzerinde Hâlidiyye adıyla yepyeni bir tarîkat üreten Halid Bağdâdî, Osmanlı toplumu içinde en çok Kürtler’i ve Türkleri etkilemiştir. İslâm kültür ve anlayışının melezleştiği Irak ve Suriye'de, -yaygın propagandaların da etkisiyle- çok az sayıda Araplar tarafından bu tarîkata karşı, ilk başlarda bir eğilim görülmüş ise de daha sonraları bu, canlılığını yavaş yavaş yitirmiştir.
Tarîkatın, Kürtler’le Türkler arasında tutunmasının gerçek nedenini ise, adı geçen her iki toplumun, yüzyıllar önce İslâm'a girerken bu yeni dini nasıl anladıklarında aramak gerekir. Bu, çok önemli bir noktadır.
Çünkü önceleri İslâm'a karşı şiddetle direnmiş, fakat belki de dilini bildiği için, kısa bir süre sonra onu sindire sindire anlamış ve nihâyet bütün putlarını kırarak iman etmiş olan bir toplumu düşünün ki bunlar Arapça konuşuyorlardı; Bir de sırf kabile büyükleri Müslüman oldu diye -belki de onlara yaranmak için, ya da bir çeşit modaya uymak gibi bir havayla- Kur'ân'ın dilini bile öğrenmeden veya anlamını bilmeden çok kısa bir müddet içinde âdetâ güle oynaya İslâm'a girmiş yüz binlerce insanı düşünün ki bunların da başında Kürtçe ve Türkçe konuşan topluluklar gelmektedir; Bu ulusların, İslâm'ı aynı duygularla algılamış olması, mesajlarını aynı nüanslarla kavramış bulunması hiç mümkün olur mu?
Üstelik asırlar öncesine ait olan bu gerçekten yola çıkarak günümüze gelininceye kadar tarihin akışı içinde bu iki toplumu din, ahlâk, kültür ve anlayış konularında birlikte yönlendirmiş o kadar çok olaya rastlamak mümkündür ki bunları kronolojik bir sırayla incelemek ve hele aralarındaki ilişkileri bulmak kolay değildir.
İşte tarîkatın, Kürt ve Türk bölgelerinde hızla yayılmasının nedenleri bu tarihi olayların içinde yatmaktadır.
Nitekim Halid Bağdâdî'nin hemen bütün halîfeleri Kürt ve Türk kökenlidir. Aralarında tek tük Arap varsa da bunlar hem (kültür ve anlayış bakımından) melezdirler, hem de genellikle Iraklı ve Suriyelidirler ki bu her iki bölge de tam anlamıyla tarihin birer çöp sepeti sayılırlar.
Neden mi? Çünkü insanlık tarihinin az çok incelenebilmiş olan son beş bin yılı boyunca yaşanmış türlü türlü fitnelerin en dehşetlisi bu bölgede olup bitmiştir. Peygamberlerin hemen tümü, bu bölgedeki insanlara gönderilmiş ve birçoğu buralarda şehid edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm hariç, semavî kitapların belki de hepsi bu bölgede inmiş, buralarda çarpıtılmış ve dejenere edilmiştir. Tufan bu bölgede kopmuştur. Günümüzde bile buralarda cereyan eden olaylar bütün dünya için korku, endişe ve huzursuzluk kaynağı oluşturmakta ve bu coğrafyanın geçmişi hakkında inandırıcı ipuçları vermektedir.
İşte Halid Bağdâdî bu bölgenin çocuğudur! Hem de tarihin en kanlı milletleri olan Keldânî, Kasit ve Asur toplulukları tarafından bin bir fitneyle mayalanmış Mezopotamya'nın Zagros dağları eteğinde dünyaya gelmiştir.
Evet, yanlış anlaşılmaması gerekir ki Mezopotamya'da veya bugünkü adıyla Irak'da doğmak asla bir suçluluk nedeni değildir. Nitekim Ebu Hanîfe ve öğrencileri gibi nice ilim ve fazîlet örnekleri bu topraklarda yetişmişlerdir. Şu var ki Irak toplumunun gerek kozmopolit sosyal mozaiği, gerekse buna bağlı olarak ortaya çıkan dini, felsefî, mistik ve kültürel karmaşa, bu bölge insanının, sağlıklı bir ruh yapısıyla, temiz bir vicdanla, özgür bir düşünceyle, rahat ve doyumlu bir fert olarak yetişmesine maalesef büyük ölçüde engeldir. Herhalde bunun gerçek bir yanı bulunmalıdır ki Irak halkı için «Ehl-i Irak, ehl-i şikâk, ehl-i nifâk» denilmiştir.
Nabukodonosor'dan,[26] Haccac b. Yusuf's-Sekafî'ye ve O'ndan günümüzün kanlı diktatörüne kadar bu ülkeyi yönetmiş olan zâlimlerin, hem sayıca ne kadar çok, hem de dünya ülkelerinin diğer yöneticileriyle karşılaştırıldıklarında ne vahşi canavarlar olduklarına bakılırsa hiç kuşkusuz burada yaşayan insanlar hakkında bir fikir yürütmek epey kolaylaşır.
İşte bütün bu verilerden hareket edildiği zaman Iraklı birinin, neden İslâm’ın bütün ilim ve kültür merkezlerinin bulunduğu Oradoğu'daki İslâmî anlayışı âdetâ kanıksayarak ta Hindistan'a kadar gittiğini ve oralarda aşılandığı Bûdîliği İslâm muhitlerine neden taşımak istediğini insan çok daha rahat değerlendirebilmektedir.
İlginçtir ki Kasım Kufralı gibi Nakşibendîliğe içtenlikle bağlı bir tarîkat şeyhi bile âdetâ bu görüşü doğrularcasına Halid Bağdâdî hakkında aynen şu ifadeyi kullanmaktadır:
«Mizacına uyan hakiki tasavvufî neşveyi elde edememenin ızdırabı ile huzursuzluk içinde bulunurken karşısına birden bire Hind muhitinin füsunkâr Tecellîlerini aksettiren Muhammed Derviş-i Azimâbâdî (Mirza Rahim Allah Big) çıktı.»[27]
Esasen Irak muhitinde tarihin derinliklerinden akıp gelen çeşitli din ve felsefelerin oluşturduğu sentez, Bağdâdî'nin yaşadığı günlerde İslâm'ın dışında yepyeni bir din izlenimini uyandırmakta idi. Yahudîliğin, Sabiîliğin, Hristiyanlığın ve daha nice din ve felsefelerin yorumlarından, âyin ve ibadetlerinden esintiler taşıyan bu çeşnili rûhânî atmosferiyle Irak, tıpkı küçük bir Hindistan'ı anımsatmakta idi. Bu nedenledir ki hemen her Iraklı insan tipinin ruh yapısı, bu egzotik cümbüşe yeni bir renk daha katmaya yatkın ve elverişlidir. Nitekim Bağdâdî'nin Nakşîliğe yaptığı yeni katkılar bunu hatırlatmaktadır.
Baştan beri ayrıntılarıyla anlatılmaya çalışıldığı üzere O'nun Nakşibendîliğe getirdiği yeniliklerin başında râbıta gelmektedir ve denebilir ki râbıta, ancak Halid Bağdâdî'nin yeni düzenlemelerinden sonra Nakşibendî Tarîkatı'nın âdetâ temel kuralı haline gelmiştir.
Özellikle bunu kanıtlayan bir belge daha vardır ki aslında râbıtanın Nakşibendîlikte ne demek olduğunu anlayabilmek için bu yazı üzerinde büyük bir önemle durmak gerekir.
Söz konusu yazı, Halid Bağdâdî'nin, halîfelerinden İsmail eş-Şirvânî'ye hitaben kaleme aldığı mektuptur. Dağıstan'a görevli olarak yollanan Şirvânî'ye, Halid Bağdâdî' tarafından gönderilen bu mektup, bir uyarı yazısıdır. Açıklamasına gelince: Bağdâdî'nin koyduğu yeni kurallardan biri de, şeyhin adına tarîkatı yaymaya çalışan halîfenin, mürîdlere kendisini değil, şeyhini râbıta ettirmesidir.
Anlaşılan şudur ki Şirvânî, Kafkasya'ya gittikten sonra artık şeyhinin otorite çemberi dışında kaldığını düşünmeye başlamış, O'nun heybetini hissetmez olmuştur. Aralarındaki mesafenin uzaklığından olmalıdır ki pirinin artık gölgesini üzerinde görmemeye başlayan Şirvânî, cesaretlenerek mürîdlerine, «Halid Bağdâdî'nin değil, benim şeklimi zihinlerinizde canlandırınız.» gibi telkinlerde bulunmuştur.
Ne var ki çok otoriter bir şeyh olan Bağdâdî, aldığı istihbarî bilgilerle halîfesinin bu oyununu öğrenmiş ve O'nu, sözünü ettiğimiz işte bu mektupla azarlamıştır.
Bir daha tekrar etmekte yarar vardır ki râbıtanın ve esasen Bağdâdî tarafından yayılmaya çalışılan Nakşibendîlik modelinin çok daha iyi anlaşılabilmesi için bu mektubun içeriğini dikkatle incelemek gerekir.
Bağdâdî, bu serkeş halîfesine aynen şöyle hitap etmektedir:
«Bismillahirrahmanirrahim»
«Bütün azlardan daha az olan zelil kuldan, kapısının hizmetçisine ve sevgili mürîdlerinin önderi Şeyh İsmail eş-Şirvanî'ye, »
«Allah O'nu düşürdüğü ayıptan korusun ve damgaladığı kusurdan muhafaza buyursun. Amin.»
«Selamdan sonra,»
«Hidâyet yıldızlarından ve lamba gibi parlayan önderlerden birçok kimse ifade etmişlerdir ki nankörlük: Nimetle meşgul olup, o nimeti ihsan edeni unutmaktır.»
«Tarîkatımızın önderleri şu açıklamayı yapmışlardır: Bir kimse eğer henüz kendi varlığından fânî olamamışsa o, sâlik kişinin fenâ mertebesine ulaşmasını sağlayamaz. Bilakis tehlikeler onun ayağını kaydırır.»
«Hal böyle iken, bizden selam ve kelamı kesmenizi tahmin etmiyorduk. Bilakis mertliğin ve insanlığın gereği olarak ara sıra bize doğrudan bizzat kendiniz gelmeliydiniz, ya da hiç değilse bizi sormalı ve basit bir şeyler göndermeliydiniz; Elçi ile bize mektup yollamalıydınız!»
«Oysa bulunduğunuz mesafeye göre bizden daha uzakta bulunan ve arkadaşlıkta sizden daha kıdemli olanlar bizim işaretimiz olmadan kımıldamazlar bile.»
«Sakın ola ki bu tarîkatı çağımızın şeyhlik taslayanlarına, sahtekar ve oyunbazlara ait safsatalarla karşılaştırmayasın!»
«Bilmiş ol ki hakikate ermiş olan şeyh, mürîd ile Rabb'i arasında aracıdır. Ondan yüz çevirmek Allah'dan yüz çevirmek demektir. Onun için hiç kimseye, sizi zihninde canlandırmasını öğütlemeyiniz. Eğer buna rağmen yine de sizin şekliniz onun zihninde canlanacak olursa bu, artık İblis'in karıştırmasındandır.»
«Sakın ola ki benim emrim olmadan kimseyi yerinize vekil tâyin etmeyesin. Üstelik bu adamlar Erzincan ve Bitlis gibi uc bölgelerdeki h
alîfelere sıkıntı yapmaktadırlar.»
«Eğer izlediğiniz bu vurdumduymazlıkta daha fazla ısrar edecek olursanız, sizden tamamen yüz çeviririz ki bu size pahalıya mal olur!»
«Bilmiş olunuz ki önceden uyarılmış olan kişinin kabul edilebilecek bir mazereti olamaz! Selamlar.»[28]
Aslında Nakşibendî Tarîkatını da, râbıtayı da bir anlamda özetleyebilecek olan, Bağdâdî'nin, Şirvânî'ye gönderdiği mektup işte budur.
İbretlerle dolu olan bu mektubu yorumlamaya lüzûm yoktur. Fakat eğer Nakşibendîler bunun gerçekten Halid Bağdâdî tarafından yazıldığına ya da gönderildiğine inanıyorlarsa, gerek O'nu, gerekse tarîkatlarını İslâm'dan ve İnsanlıktan ne kadar uzaklaştırdıklarını fark etmelidirler. Bununla birlikte gerek bu mektubun, gerekse İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderildiği ileri sürülen «Râbıta Risâlesi»'nin, haksız yere Halid Bağdâdî'ye mal edildiğini de hesaba katmalıdırlar. Çünkü eğer gerçekten Bağdâdî'ye ait değilse, bunları düzenleyenlerin işlediği vebâli düşünmek bile ürperticidir!
Dolayısıyla bazı kimselerin bu konuda kuşkulanması da muhtemeldir. Çünkü Halid Bağdâdî'ye ait bir divan vardır ki bu eserinde O, ne dilemişse onu son derece açık bir ifade ile terennüm etmiştir. Buna rağmen râbıtadan tek kelime ile söz etmemiştir!
Halbuki Bağdâdî, hem Halidîlik adı altında kurduğu yeni Nakşibendîliğin baş temsilcisidir; hem de mürîdleri tarafından bizlere kadar sık tekrarlarla nakledilmiş olan râbıtaya ilişkin risâlelerin de sözde bizzat yazarıdır. Öyle ise burada, gerçekten üzerinde durulmaya değer büyük bir çelişki vardır.
Çünkü nasıl olur da aynı Bağdâdî, -Belki de hızını alamadığı için- Nakşî silsilesini divanında, bir yerine iki kez konu edinir;[29] nasıl olur da «Vahdet-i vücut» dan «Ene'l-Hak» felsefesine kadar tasavvufun çeşitli doktrinlerini bu divanda işler; nasıl olur da tarîkat pirlerinin «Lâmekân»'a ulaştıklarına inanır, rûhâniyetlerinden yardım dilenir ve onlara «Kaddesellahu sirrehu» diye dua eder de aynı divanda Nakşibendîliğin temel kuralı olan râbıtaya bir tek kelimeyle de olsa yer vermez?!
Öyle bir Halid Bağdâdî düşünün ki 1217 beyitlik bir divan yazmış ve bu divanda tasavvufun hemen bütün fantezilerini, bütün argümanlarını, bütün söylemlerini en derin duygularla ve en hararetli coşkularla terennüm etmiştir, fakat aynı şahıs, tarîkatın bel kemiği sayılan düşünce şöyle dursun bu düşüncenin sembolünü bile divanında bir mısracığın içine koyuvermemiştir! Bu durumda herhalde Halid Bağdâdî, divanını tamamlayıncaya kadar râbıta diye hiç bir şey düşünmemiş olmalıdır. Akla gelen ihtimal budur. Ancak O'nun, divanını ölmeden ne kadar bir zaman önce bitirdiği konusu burada yeni bir sorun oluşturmaktadır.
Şu var ki eğer Bağdâdî, hayatı boyunca ve ölmeden kısa bir süre öncesine kadar divanındaki parçaları yazmaya devam ettiyse O'nun râbıtadan, son anlarında söz etmiş olmasına ihtimal vermek mümkün değildir. Çünkü bu konuda -sözde- yazmış olduğu risâleleri böyle kısacık bir zamana sığdırabilmiş olması insana pek inandırıcı gelmemektedir. Bu ise Halid Bağdâdî'yi emellerine alet etmiş profesyonel bir batınî şebekesinin varlığı hakkında ister istemez kuşkular uyandırmaktadır.
Halid Bağdâdî ile ilişkisi bakımından râbıta, işte böyle bir çıkmazın da konusu gibi görünmektedir. Fakat unutmamak gerekir ki bütün bunlar varsayımdan ibarettir. Dolayısıyla en iyi niyetlerden hareketle gerek Halid Bağdâdî'yi gerekse halîfelerini aklamak için harcanan her çaba, âdetâ bin bir engelle karşılaşmaktadır
Bu nedenle Bağdâdî ile birlikte halîfeleri olduğu ileri sürülen şahıslar da büyük bir töhmet altındadırlar. Bunlardan hangisinin özellikle şeyhinin şöhretini kullanarak râbıtayı İslâm'a bulaştırmak için birinci derecede gayret sarf ettiği ileride net bir şekilde ortaya çıksa bile kuşkular şimdilik birkaç kişi arasında en çok Şemzinanlı Tâhâ-i Hakkârî'nin halefleriyle ile Ahmed Zıyâuddîn ve İsmet Garîbullah üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Vakıa bu birkaç kişi, Halidîlik adı altındaki Neo-Nakşibendîliği, âdetâ yardımlaşarak Kürtler ve Türkler arasında birlikte yaymaya çalışmışlardır.
Zaten bu iki topluluk (yukarıda da bir nebze işaret edildiği gibi) tarîkat propagandalarıyla yönlenmeye eskiden beri müsait idiler.
Nitekim Bağdâdî'nin, Suriyeli ve Iraklı bütün halîfeleri unutulmuş, esâmileri ortadan silinmiştir. Onun halîfeleri arasında Hüseyn ed-Dewserî, Muhammed b. Süleyman el-Bağdâdî, İbrahim el-Fasîh, ve Muhammed el-Khânî gibi Nakşi Tarîkatı hakkında eser bile yazmış Arap kökenli ünlülerin hiç biri bugün hatırlanmamaktadır.
Bağdâdî 'nin Kürt ve Türk kökenli halîfelerinin daha popüler olmaları -bir açıdan- ırkçı nedenlere bağlansa bile, esasen bu olayın arkasında O'nun ününden yararlanmayı becerebilmiş bazı açıkgözlerin örtülü bir organize faaliyetle hedeflerine ulaşmak istedikleri ihtimalini güçlendirmektedir. Bu da Nakşibendîlerin ahlâk anlayışını açıklamak bakmından ibret vericidir!
Belki de bu sebepledir ki başta Bağdâdî'nin bizzat kardeşi Mahmud Sâhib olmak üzere, Abdulfettâh el-Aqrî, Osman b. Sened en-Necidî, Ubeydullah el-Haydarî, İsmail el-Enârânî, Ahmed el-Khatıyb, Abdulqâdir ed-Dîmelânî, Muhammed Salih ve Ahmed el-Biqâî gibi daha birçok Suriyeli, Iraklı ve Lübnanlı halîfelerin adları kısa zamanda ortadan silinip giderken; Osman Sirâcuddîn Tawîlî, Halid el-Jezerî, Ahmed Zıyâuddîn Gümüşhânevî ve Tâhâ-i Hakkârî adındaki Kürt ve Türk kökenli diğer halîfeler âdetâ Bağdâdî kadar meşhur olmuşlardır.
Bunlardan özellikle Tâhâ-i Hakkârî'nin ve haleflerinin, -örtülü de olsa- günümüz Türkiye'sinde toplumu Nakşibendîlik normlarıyla yönlendirmede hâlâ çok büyük etkileri vardır. Eğer bu gerçeğe inanmayanlar varsa en azından bu şahsın, modernist Türk Nakşibendîlerine ait ansiklopedilerdeki hayatına bir göz atabilirler. Günümüze kadar O'nu temsil eden adamların toplum üzerinde ne büyük yönlendirici güce sahip bulunduklarını biraz araştırarak öğrenebilirler. Ancak bunu merak edenlere kolaylık olsun diye aşağıda verilmiş olan derli toplu bilgiler sayesinde de bir fikir sahibi olmaları mümkündür.
--------------------------------------------------------------------------------
[1]. Bu kuşkunun nedeni şudur: Musul eşrâfından Ebu Saîd Osman El-Jelîlî, Halid Bağdâdî aleyhinde yazdığı «Dinullah'il-Gâlib Alâ Kulli Munkir'in, Mubtedi'in Kâzib» adlı risâlesinde O'na yönelttiği suçlardan biri de kendisini «Mavlânâ» diye halk arasında propaganda ettirmesidir. Bk. Süleymaniye Kütüphânesi Es’ad Efendi Bölümü No. 1404
[2]. Muhammed el-Khânî, El-Bahja’tus-Seniyye s. 12
[3]. Abbas el-Azzâwî, Mavlânâ Khâlid an-Naqshabandî, Kürt Enstitüsü Dergisi Sayı: 1/S. 704 - Bağdad-1973
[4]. Hâlet Efendi (Es-Seyyid Mahmud Said, 1760-1823)
Hâlet Efendi deyince biraz durmak lazım. Çünkü bu isim II. Sultan Mahmud döneminin yalnızca bir devlet adamı değil, aynı zamanda devrinin ilginç bir simasıdır. Ün ve çıkar uğruna yapmadığı kalmayan bu şahıs, köken olarak Kırımlıdır. Kadılık, Mühürdar Yamaklığı, Kethüdâlık, Paris Büyük Elçiliği (1802-1806), Divân-ı Hümâyûn beylikçiliği ve Rikâb-ı Humâyûn Reisliği yapan Hâlet Efendi, bir osmanlı aydınıdır. Fransızca bilmediği halde Fransa Büyükelçiliğine tayin edilmesi O'nun, devrin ölçülerine göre iyi bir eğitim almış olduğunu kanıtlamaktadır. Başta Tepedelenli Ali Paşa ve oğulları olmak üzere, Bağdad Valisi Süleyman Paşa'nın idamında Salih Paşa'nın görevden alınmasında ve Mora isyanı'nın patlak vermesinde eli bulunan Hâlet Efendi, nihayet Fransa B. Elçisi Sabastiyani'nin etkisiyle II. Mahmud tarafından 1823 yılında Konya'da idam ettirildi. Bu olay üzerine:
«Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur.
Yıkıldı gitti cihanda, dayansın ehl-i Kubûr.»
dizelerinde, özetle dile getirilen duygular, genelin bu adama karşı ne kadar nefret duyduğunu kanıtlamaktadır. Nakşibendîler, Halid Bağdâdî'nin, bedduasıyla O'nun böyle bir sona uğradığını ileri sürmektedirler (!)
[5]. Tarih-i Lütfi 1/286
[6]. Özellikle son cümleyi, bugünkü kuşağın da anlaması bakımından önemsemek gerekir. Onun için cümleyi sadeleştirerek sunuyoruz: «Halidîlik Tarîkatı'nın kurallarını yaymaya çalışmalarının, görünürde zararı yoksa da tarîkatçı olarak yandaş çoğaltmak nedeniyle eski tarîkatçılarda ortaya çıkan durumların göz önünde bulundurulması!»
[7] . Kürtler buna, «Çiya-yé şengâré» derler.
[8]. Gregorios (1739 - 1821) Önce izmir, Rum Piskoposu idi. Değişik sürelerle Fener Rum Patrikliği'ne seçildi. II. Mahmud Döneminde «Etniki Eterya» örgütüne üye oldu. Yunan ayaklanması sırasında korkarak, bu olaya katılanları aforoz etti. Fakat O'nun bu lânetnâmesi isyanın yatışmasına yaramadığı için, Patrikhânenin kapısına üniformasıyla asılarak idam edildi.
Söylentilere göre rumlar, bir İslâm büyüğünü aynı yerde asarak Gregorios'un öcünü alıncaya kadar bu kapıyı kitli bulundurmaktadırlar!
[9]. Ne Nakşibendîlik, ne de başka bir tarîkat, esasen Arap muhitlerinde hiç bir zaman tutunamamıştır. Fakat Bağdâdî-Osmanlı dayanışması sonucu bu tarîkat (1820-1870) arası, elli yıl kadar Irak ve Suriye'deki Araplar arasında da bir deceye kadar yayılma eğilimi göstermiştir. Bununla birlikte zamanla selefîlik, laiklik ve sosyalizm gibi akımların çatışma ortamında tamamen eriyip gitmiştir.
[10]. Muhammed Abduh (1849-1905): Mısır ulemâsından ve XIX. Yüzyılda başlayan İslâmî Uyanış Hareketi'nin öncülerindendir. On yaşında öğrenime başlamasına rağmen, bilgi ve kültürde emsallerini geride bırakan bir birikime sahip oldu. Cemâluddîn Afgânî'nin öğrencisi olarak çok yönlü bir kişilik kazandı.
Ömer Nasûhî Bilmen, «Büyük Tefsir Tarihi» adlı eserinde Muhammed Abduh'dan büyük bir stayişle söz ederek hakkında: «Mısır'ın son zamanlarda yetiştirmiş olduğu yüksek bir ilm-ü irfân hazinesidir.» ifâdesini kullanmaktadır.
O'nu bu şekilde ananlar bulunduğu gibi, tam tersine şiddetle eleştirenler, hatta İslâm'ı yıkıcı bir yol izlediğini ileri sürenler de vardır. Fakat bunlar genellikle Modernist Nakşibendîler gibi ırkçı-tarîkatçı kesimlerin başındaki hocalardır.
Dr. Ömer Enis Tabba'ın, Nehc'ül-Belâga'nın grişinde kaleme aldığı yazıda , baba tarafından Türk olduğunu ileri sürdüğü Muhammed Abduh'un çeşitli kaynaklarda ve ansiklopedilerde geniş biyografisi vardır.
[11]. Abdulmecîd bin Muhammed el-Khânî: (1847-1901)
El-Khânî Ailesi'nin üçüncü kuşağındandır. Küçük Muhammed'in oğlu, ("El-Bahja’tus-Seniyye" adlı kitabın yazarı ve Bağdâdî'nin en önemli temsilcilerinden biri olan) Muhammed b. Abdillâh el-Khâni'nin torunudur.
Nakşibendî rûhânîlerinin menkabeleri konusunda yazdığı "El-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq’i Ejillâ'in-Naqshabandiyya" adlı kitapla yeni Nakşibendîler arasında sivrildi; Abdulqâdir el-Cezâirî'den çok yardım gördü; Muhammed Abduh ile yazıştı ve şam selefîleri ile iyi geçindi.
Abdulmecîd’in, Es’ad Sâhib'le arası açıldı. Yazdığı "El-Hadâiq’ul,Wardiyya" adlı eserinde, Es’ad'ın babası Mahmud Sâhib'den hiç söz etmemiş olduğu için Es’ad'ın O'na küstüğü söylenmektedir. Bu da insanlara mürşitlik yapmaya soyunan Nakşibendî şeyhlerinin kişiliğini ortaya koymak bakımından önem taşımaktadır! Öyle anlaşılıyor ki daha tutarlı bir kişilikle tanınan Abdulmecîd, hırs ve komplekslerinin esiri olan Es’ad Sâhib'e katlanamamıştır.
[12]. Bk. Abbas el-Azzâwî, Mawlânâ Khâlid an-Naqshabandî, Kürt Enstitüsü Dergisi Sayı: 1/S. 715 - Bağdad-1973; Abdülmecîd b. Muhammed El-Khânî, El-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq'i Ejillâ'in-Naqshabandiyya s. 231.
Bu son eserde yazar, Berzenjî'nin özür dilediği mektubu nakletmemiş, sadece Bağdâdî'nin O'na verdiği cevâbî mektubu aktarmakla yetinmiştir.
şeyh Ma'rûf en-Nûdehî el-Berzenjî'nin hayatı hakkında Bk. Târikh'ul-Edeb'il-Arabî Fi'l-Irâk: 2/51, 52; Muhammed el-Khâl, şeyh Ma'rûf en-Nûdehi el-Berzenjî, Temeddün Yayınevi-Bağdad
[13]. Abdülmecîd b. Muhammed El-Khânî, El-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq'i Ejillâ'in-Naqshabandiyya s. 231.
[14]. Bu reddiye el yazmasıdır ve istanbul-Süleymaniye Kütüphânesi Es'ad Efendi Bölümü'nde, 1404 sayı altında kayıtlıdır.
[15]. Bu reddiye, Nakşibendî Tarîkatı'nın tamamına karşı yazılmıştır.
Kitabın adı “El-Budûr'ul-Jeliyye Fi'r-Radd'i Ala't-Tarîqa'tin-Naqshabandiyya“'dir. Nakşibendîler tarafından ele geçirilen nüshaları, büyük ihtimalle imha edildiği için eserin izine rastlanmamaktadır. Ancak bir söylentiye göre Kitabın bir tek nüshası Irak'da Brifkan denen bir yerde bulunmaktadır.
[16]. Bk. Abbas el-Azzâwî, Mawlânâ Khâlid an-Naqshabandî, Kürt Enstitüsü Dergisi Sayı: 1/S. 725 - Bağdad-1973.
[17]. Age. S. 715
[18]. Age. S. 717
[19]. Age. S. 719
[20]. Age. S. 719, 720, 721; Tarih-i Lütfi, Cilt-1/S.286
[21]. Halid Bağdadî'nin halîfelerinden Abdulfettah el-Akrî'nin lakabını, Kasım Kufralı, «El-Akarî» olarak yazmıştır. (Bk. Nakşibendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, Türkiyât Enstitüsü No. 337, s. 185); İrfan Gündüz ise bu kelimeyi «El-Ukarî» şeklinde kaydetmiştir. (Bk. Gümüşhânevî Ahmed Zıyâüddîn istanbul-1984 s. 31, 42, 43, 143)
Her iki yazarın da burada küçük bir hataya düştüğü, bu kelimenin, doğru yazılışının: «El-Akrî» olması ve fonetiğine uygun okunabilmesi için de «el-Aqrî» şeklinde yazılması gerektiği kanâatindeyiz. Çünkü yukarıda sözü edilen Abdulfettah'ın, bu lakabı taşıması, O'nun Musul Vilayeti'ne bağlı Akra (Aqrâ) ilçesi'nden olduğunu akla getirmektedir ki Arap dil kurallarına göre O'na Akralı anlamında El-Akrî (el-Aqrî) demek lâzımdır. Sebebine gelince: Akra'ya nisbet amacıyla türetilecek bir «ism-i Mensûb», ne Akarî, ne de Ukarî olur; Bilakis Akrî olur. Fazla bilgi için Arap dil grameri konulu kaynakların «Nisbet Bâbı» na bakınız.
Ayrıca önemine binaen, Arapça’da (ü) sesini çıkaran hiç bir harf bulunmadığına bu ilgiyle değinmek gerekir. Onun için özellikle ilâhiyât ve edebiyat öğrenimi görmüş kimselerin, yukarıdaki alıntıda görüldüğü üzere, «Abdülvahhâb» ve «Adülfettah» adlarında bu harfi kullanmaları şaşırtıcıdır.
Bunlar alıntı olduğu için aynen nakledilmiştir.
[22]. Kasım Kufralı, Nakşibendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 185 Türkiyât Enstitüsü No. 337
[23]. Bk. Abdulmecîd el-Khânî, El-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq'ı Ejillâ'in-Naqshabandiyya s. 232, 233
[24]. Bk. Abbas el-Azzâwî, Mawlânâ Khâlid an-Naqshabandî, Kürt Enstitüsü Dergisi Sayı: 1/S. 717 - Bağdad-1973.
[25]. Age. S. 717
[26]. Bu isim, Babil krallarından üçünün adıdır. Arap ve batı kaynaklarında farklı şekillerde yazılır ve okunur. Bunlardan bazıları şöyledir : Nebuchednezzar (Münir Baalbekki, Al-Mawrid); Nabukodonosor (Buhtunnasar) Meydan Larousse Ansiklopedisi.
[27]. Kasım Kufralı, Nakşibendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 103 Türkiyât Enstitüsü No. 337
[28]. Bk. Muhammed bin Abdillâh el-Khânî, El-Bahja’tus-Seniyye s. 42, Suriye-H.1303
Adı geçen kaynakta, mektubun metninden önce muhatabın adı zamirle geçiştirilmiştir. Ancak bu şahsın şeyh ismail şirvânî olduğu kesindir. Bunu, Kasım Kufralı'nın şu sözleri kanıtlamaktadır:
«...Mevlânâ Halid, al-şeyh al-Cezerî'yi Cizre'ye ve al-şeyh ismail al-şirvâni (öl.yakl. H. 1227)'yi de Dağıstan'a göndermişti. Tarîkatı, Kafkasya, Dağıstan, Kazan vb. havalisinde neşre muvaffak olan bu zat, kendisini râbıta ettirdiği için Mevlânâ Halid tarafından tevbih edilmişse de bu halden rucû etmemeştir.» (Bk. Kasım Kufralı, Nakşibendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, S.183, Türkiyât Enstitüsü No. 337, istanbul-1949)
[29]. Bk. Halid Bağdâdî Divanı, beyit : 703-707; 1153-1205.
Mürîdleri tarafından Mevlana Halid-i Zuljenâhayn olarak anılır. Bunun anlamı: “İki kanatlı Halid Efendimiz Hazretleri “ demektir. Hz. Osman'ın soyundan geldiği ileri sürülmektedir. Yakın tarih itibariyle (Irak'ın Süleymaniye Kenti yakınlarında yerleşik) bir Kürt topluluğu olan Mikâilî Aşireti'ne mensuptur.
Irak'da tanınmış şahsiyetlerden Muhammed el-Kurdî ve Abdurrahîm ile Abdulkerîm el-Berzenjî kardeşlerden ders aldı.
Arap dil grameri ve edebiyatı, fıkıh, tefsir, hadis, akâid ve mantık gibi klasik medrese ilimlerini okudu. Ayrıca medreselilerden farklı olarak astronomi ve matematik gibi pozitif ilim dallarıyla da ilgilendi. Bulunduğu bölgenin kültürel avantajlarından yararlanarak, zaten çocukluktan beri aşina olduğu Farsça'yı çok iyi kullanmayı başardı. Halid Bağdâdî, şair ruhluydu. Engin duygularının bir semeresi olarak Farsça yazdığı divanı, edebi açıdan oldukça kalitelidir.
Bir süre Bağdad'da ve Süleymaniye'de ders verdi ise de akademik çalışmayı sevmediği için tedris hayatı çok sürmedi. Şiirle uğraştığına göre duygusal yönünün ağır bastığı kesindir. Nitekim bir gün O'nu ziyaret eden Mirza Abdurrahîm adında Hindli bir dervişin telkinlerinden derin şekilde etkilendi ve Hind kaynaklı mistisizmi merak etmeye başladı. Çok geçmeden de bu şahsa katılarak M. 1810 yılında Delhi'ye gitti ve adı geçen adamın tavsiyesi üzerine Nakşibendî-Hind Ekolünün rûhânîlerinden Abdullah-ı Dehlewî adında biriyle buluştu. Bir yıl kadar O'nun denetiminde egzersizlere devam ettikten sonra fakirizm anlayışının yorumlarını çok iyi hazmetti ve yetki alarak Bağdad'a döndü. Ünlü divanını bu seyahatten sonra yazmıştır. Bu da Bağdâdî'nin ruh derinliklerindeki aşırı duygusallığın, hangi nedenlerin etkisi altında açığa çıktığını göstermek bakımından önemlidir. Halid Bağdâdî, «Silsile-i Sâdât»'ın 29'uncusu olarak kabul edilmektedir.
Abdullah-ı Dehlewî'nin biyografisinde: O'nun, Yetiştirdiği bütün şeyhlerin «Mevlânâ» unvanlı olduğuna, ancak bunların arasında (yine “mevlânâ“ Unvanlı olan) Halid Bağdâdî'nin, diğerlerini gölgede bırakarak çok büyük farkla ünlendiğine yukarıda kısaca işaret edilmiş idi.
“Mevlânâ“ sözcüğü, “Efendimiz“ demektir ve (Horasan, Maverâünnehr ve Hindistan gibi İran kültürünün etkisi altındaki) Uzakdoğu'da tarîkat rûhânîlerini yüceltmek için kullanılır. Anadolu'da ve Arap ülkelerinde kullanılmaz. Nitekim bu Unvanı taşıyan Horasanlı Celâluddîn'i Rûmî'nin, gelip Konya'ya yerleşmesi bile Anadolu'daki tarîkat şeyhleri arasında bu isimle ünlenmeyi gelenek haline getirmeye yetmemiştir. Dolayısıyla Ortadoğu'da şeyhlerin bu Unvanla anılmaları adet değilken Bağdâdî'yi bununla meşhur edenin kim olduğunu merak etmemek elde değildir. Çünkü eğer: “Beni bu Unvanla anarak herkesten üstün tutun." diye propagandasını bizzat kendisi yapmadıysa,[1] ya da gizlice birilerini bunun için görevlendirmedi ise, acaba kimler Hindistan gibi, dünyanın öbür ucundaki bir ülkede ve hele XIX. yüzyılın cehalet ve perişanlığını sıyırarak orada geçerli olan usulleri öğrendi ve Bağdâdî'ye, bütün Ortadoğu'da hiç bir tarîkat şeyhine nasip olmayan şöhret ve muhiti kazandırmak için çaba harcayanlara katıldı?!
Aslında bunun gibi daha birçok soru var. Özellikle râbıta konusunun aydınlanabilmesi için sırf Halid Bağdâdî hakkında çok yönlü bir araştırma ve incelemenin şart olduğuna inanmak gerekir. Nakşîliğe, râbıtayı temel bir kural olarak yerleştiren ve bu tarîkatı “Hâlidiyye“ adı altında yeni bir kimlikle yaymaya çalışan Halid Bağdâdî'nin, kişiliği, kazandığı şöhret, yaşadığı dönemin siyasi ve sosyal şartları gibi daha birçok noktanın incelenmesiyle hayli ilginç sonuçlar ortaya çıkacağa benzemektedir.
«İki Kanatlı Halid»'in, 1811-1826 yılları arasında koskoca Osmanlı toplumunun gündeminden hiç düşmemesi çok önemli bir olaydır. Bunu, bir tarîkat şeyhinin, sadece sofiyâne faaliyetleri olarak görmek safdillikten başka bir şey değildir. Onun için bu noktada tereddüd edenlerin, Bağdâdî'yi ölümünden sonra temsil eden Muhammed b. Abdillah el-Khâni'ye ait şu sözleri dikkatle incelemeleri yerinde olur.
El-Khânî, bağlı oldukları tarîkatın, önceleri Sıddıyqıyye, sonra sırasıyla, Tayfûriyye, Khuwâcegâniyye, Nakşibendiyye, Ahrâriyye ve nihâyet Muceddidiyye olarak tarih boyunca aşamalarla farklı isimler aldığını açıkladıktan sonra sözlerine aynen şöyle devam etmektedir:
«Sonra tarîkatta ve güzel gidişatta kardeş olanlar arasında (Nakşibendîliğin), “Hâlidiyye“ olarak adlandırılması terim haline getirildi. Allah'ın sırf fazlı ve keremiyle, bol ihsanı ve nimetiyle, başarılı rast getirmesiyle öteden beri müjdelene geldiği ve aynı zamanda bu zincire bağlı bazı şeyhlerin geleceği doğru keşfederek müjdeledikleri gibi (tarîkatımız), Sahib-i Zaman, Mehdi (aleyh'ir-rıdwân) ortaya çıkıncaya kadar devam edecektir. Çünkü bu tarîkat, Sıddıyqîliğin, (yani Hz. Ebubekr'e bağlılığın) sahip olduğu uyanıklığa paralel düşen Melâmîliğin ta kendisidir. Amaç ise, insanları hakka çağırmak ve gerek gizli, gerekse aşikar yönetimi elde etmek, kaleleri ve ülkeleri ele geçirmek suretiyle gerçek ve en mükemmel kalıcılığa dönmektir.»[2]
Yukarıdaki son cümlelerde bir nebze ortaya çıkan Halidîlik'deki dünyayı ele geçirme ideali, ciddiye alınması gereken bir noktadır. Bunu te'yid eden kanıtlar az değildir. Nitekim Halid Bağdâdî'nin, yakın geçmişte ölen hayranlarından Iraklı Abbas el-Azzâwî, O'nu, aklına ve olgunluğuna sınır bulunmayan, hoşgörülü, sabırlı ve çok kanâatkâr bir şahsiyet olarak övdükten sonra beklenmedik bir şekilde şu ifadeyi kullanmaktadır:
«O, aynı zamanda çok yetenekliydi. Öyle ki Osmanlı Devleti'ni, içine düştüğü çöküntü ve yıkımdan, organlarına musallat olmuş illet ve hastalıklardan kurtarabilecek, O'nu yeniden diriltip, başka bir kalıba dökebilecek kudrete sahipti. Fakat O, dünyaya ve içindekilere perva etmedi ve devlet işlerine karışmadı.»[3]
Bir tarîkat şeyhini bu sözlerle övmenin arkasında bazı gerçeklerin var olduğu açıkça sezilmiyor mu? Oysa tarîkat, herkesçe bilindiği gibi lokma-hırka felsefesi üzerinde kurulmuş, mistik bir inanış ve yaşam biçimidir. Tarîkatta sürekli ibâdet vardır; Râbıta, tefekkür ve murâkabe denen derin ve için için düşünme vardır; Sürekli bir suskunluk, yalnızlığa çekilmişlik ve hareketsizlik vardır. Tarîkatın dış dekoru tamamen böyle bir statik görüntü içinde yansımakta iken, ağızdan kaçırılır gibi söylenmiş bu birkaç sözle ortaya çıkan sır ister istemez insanı düşündürmüyor mu?
Nitekim burada yine öncelikle akla gelen şey râbıtadır. Çünkü râbıta, insanları yönlendirmede belki silahların en güçlüsüdür; ve çünkü râbıta, astı üstün emrinde kurulmuş bir aygıt haline getirebilen, dolayısıyla dünyayı (el altından) ele geçirme projesini gerçekleştirebilmek için insanları istenen doğrultuda ileriye itebilmenin yegâne sihirli anahtarıdır. Unutmamak gerekir ki bütün tarîkatlar arasında şeyhine can feda bir şekilde bağlılık gösteren mürîd toplulukları Nakşibendî Tarîkatı'nın mensuplarıdır. Yine unutmamak gerekir ki tarîkat şeyhleri arasında en geniş muhite sahip olanlar Nakşî şeyhleridir. Bunun sırrını ise râbıtadan başka bir şeyde aramamak lazımdır.
Acaba Halid Bağdâdî, Hindistan'dan Irak'a yeni bir şey mi getirmişti? Bu sorunun cevabını bir iki cümle içinde özetlemek kolay değildir. Fakat hemen belirtmelidir ki, XIX. yüzyılın başlarında Bağdâdî'nin etrafında kopan fırtınalar, O'nun yakın çevresinden başlamak üzere Osmanlı sarayına kadar hemen herkesi meşgul etti.
Kısa zamanda geniş bir çevre üzerinde etki uyandırmaya başlayınca Osmanlı yönetimi, önceleri Halid Bağdâdî'den huylanmaya başladı. II. Mahmud'un saray nâzırlarından Hâlet Efendi,[4] Bağdâdî'nin etrafındaki büyük kalabalıklardan duyduğu endişeyi padişaha açıklama ihtiyacını duymuştu. Tarih-i Lütfî'den aşağıya alınan satırlar bu endişeyi kanıtlamaktadır. Aynen şöyle deniliyor:
«Derûn-i İstanbul'da, birkaç mescidde kendilerine mahsus âyin tariki, halkdan mestûr olarak icraya meşgûl olduklarından, İstanbul küberâ ve ulemâsından haylıca zevât bunlara intisâb eyleyerek aded-i ihvân çoğalmış idi; Ve bunlar, bervech-i muharrer Arabistan'da istihsal ettikleri şöhret ve cem'iyetden başka İstanbul ve Anadolu ve Rumeli taraflarında hulefâ nâmiyle bir haylice adamları mecâlis ve mehâfil-i enâmda (Tarîk-i Halidî usûlünü neşrile meşgûl olmalarının zahirde mahzûru yok ise de, sofiye sıfatıyla teksir-i sevâdi i'tiyaddan eslafda zuhûr eden ahvâl mütâlaası,) mûmâ ileyhim'e pek de meydan verilmemesi lüzûmunu göstermiş olduğundan, meşâhîr-i hulefâ-i Hâlidiyyeden İstanbul'da bulunan bazı zevât, avenesiyle ramazanın igirmi birinci gecesi, bulundukları mahallerden gümrüğe götürülüp kayık ile Kartal'a ve oradan Sivas'a icla ve ertesi günü bunların meşhur müntesiplerinden Ürgübî Ali Efendi (ki İstanbul ulemâsından idi) O dahi Ankara dahilinde, Çerkeş Kasabası'na nefiy olundukları ve Sivas'a teb'îd olunan kimselerden Salih ve Ahmed Efendilerin Sivas'da tevkif edilmeyerek Bağdad'a gönderilmeleri muahharan Sivas valisine yazılmış olduğu ve Şeyh Halid Hazretleri'nin kâimmakâmı ile hulefâsı bu taraflara gelmemek üzere Bağdad ve Süleymaniye taraflarına mübaşereten, terfikan irsal olunmuş oldukları bazı evrakda görülmüştür.»[5]
Evet, bu satırlardan anlaşıldığı kadarıyla Tarih-i Lütfi'ye göre Halid Bağdâdî'nin adamları bir gece içinde İstanbul'dan işte böyle apar topar uzaklaştırılmış ve sürülmüşlerdir.
Dikkat edilirse bu cezalandırmaya özellikle iki sebep gösterilmektedir.
Bunlardan birincisi, «kendilerine mahsus âyin tariki, halkdan mestûr olarak icraya meşgûl olduklarından»;
İkincisi de, «istihsal ettikleri şöhret ve cem'iyet» tir. Bundan kaynaklanan endişenin asıl sebebi ise «Tarîk-i Halidî usûlünü neşrile meşgûl olmalarının zahirde mahzûru yok ise de, sofiye sıfatıyla teksir-i sevâdi i'tiyaddan eslafda zuhûr eden ahvâl mütâlaası,»[6] şeklinde dile getirilen olası bir tehlikedir.
Kuşkusuz en özgürlükçü yönetimler bile, kenetlenmiş kalabalıklardan çekinirler. Dolayısıyla Osmanlı yönetiminin, yukarıda anlatılan önlemlere başvurması garipsenecek bir olay değildir. Ne var ki yönetimin Halid Bağdâdî'ye karşı bu tutumu çok kısa zamanda gevşeyivermiştir. İşte bunun sebebi çok önemlidir.
İstanbul'dan gelen emir üzerine Bağdad Valisi Said Paşa tarafından yapılan birtakım soruşturmalardan sonra, özellikle Memlûk Davud Paşa'nın valiliği sırasında düzenlenen rapor üzerine Osmanlı sarayının Bağdâdî'ye karşı tavrı tamamen değişti.
Esasen meselenin iç yüzü şudur: (Eğer Halid Bağdâdî'nin Hindistan serüveni de dahil olmak üzere O'nun bütün faaliyetleri, yönetimin önceden hazırladığı bir senaryonun fiilen uygulaması değil de sırf bir sürpriz ise ), Bağdâdî'nin, o dönemde devlet için aranıp da bulunamayacak biri olduğu -özellikle bu hadiseden sonra- iyice anlaşılmıştır. Çünkü uzun yıllar Osmanlı Devleti'ni epeyce meşgul etmiş ve askeri yöntemlerle bir türlü çözümlenememiş olan «Vahhâbîliğin», en azından Anadolu'ya yayılmasını önlemek için Halid Bağdâdî tam anlamıyla bulunmaz bir Hind kumaşıydı! Ve çünkü O'nun, Hindistan'dan getirmiş bulunduğu yeni Nakşibendîlik anlayışı, Anadolu Türklerinin vicdanında eskiden beri yerleşik bulunan Şaman-İslâm sentezini Patanjalist fantezilerle tamamlıyordu. Şu halde madem ki yapılan istihbarat, O'nun devlet işlerine parmağını karıştırmak istemediğini kanıtlıyordu, öyle ise izlenecek en doğru yol, O'nun geniş kalabalıklar üzerinde yarattığı yönlendirici etkiden yararlanmaktı. İşte Osmanlı Devleti bunu yaptı.
Bu gelişme, sanki özel bir zamanlama ile kendini göstermişti. Çünkü Osmanlı Devleti hem içeride hem dışarıda düşmanlarla ve isyancılarla boğuşuyordu. 1812'de Mehmed Ali Paşa «Vahhâbîler»'in üzerine; 1813'de de Hurşit Paşa, Kara Yorgi'ye karşı Belgrad üzerine gönderilmişti. 1814'de Odesa'da Etniki Eterya Cemiyeti kuruluyordu. Tanzimat öncesi iç siyaset sancıları ile bocalayan devletin, dışarıda «şark meselesi» olarak bilinen bir komplo ile başına çoraplar örülüyordu. Ülkenin doğusunda, özellikle Kürt bölgesinde hemen hemen devlet otoritesi diye bir şey yoktu. 1826'da Yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla devlet halktan asker isteyince Kürt aşiret reisleri bu isteği reddettiler. 1831 yılında Cizre Emîri Bedirhan Paşa başkaldırdı. Musul Civarındaki Sincar Dağı[7] eteklerinde yaşayan Yezîdîler, 1830'da ayaklandılar.
Bölgedeki yöneticiler aşiret ağalarıyla birlik olmuş, çıkarlarından başka hiç bir şey düşünmüyorlardı. Halk ise bunların elinde perişanlık ve sefâletin bin bir acısını tadarak yaşamaya çalışıyordu. İlkelliğin, cehâlet ve geri kalmışlığın -dille ifadesi imkansız- batağına saplanmış olan bu insanlar, yollarında, tarlalarında ve tenhalardaki iş yerlerinde de hırsızlara, yol kesenlere ve kanlı katillere kurban gidiyorlardı.
Osmanlı Devleti, kendi tarihi boyunca bu dönemdeki kadar endişe verici iç ve dış krizler yaşamamıştır. Özellikle bu aşamada Avrupa kalkınırken, Osmanlı Devleti tam tersine hızlı bir çöküş periyoduna girmişti. Bu dönemin daha ilk günü Alemdar olayıyla başladı (1808). Devlet, İngiltere, Fransa ve Rusya'nın şiddetli baskısı altındaydı.
Mora İsyanı ve ardından Fener Patriği Gregorius'un[8] idam edilmesi; ancak 1826 yılında kaldırılabilen Yeniçeri Ocağı'nın çıkardığı kargaşa; Navarin'de Osmanlı ve Mısır donanmalarının 1827'de yakılışı; Osmanlı-Rus Savaşı ve Edirne'nin 1829'da Ruslar tarafından işgali; Fransızların 1830'da Cezayir'e girmesi ve Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa ordularının 1832'de Kütahya'ya kadar ilerlemesi ile devletin temelleri âdetâ çatırdıyordu.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi güneyde de karışıklıklar her gün biraz daha artıyor ve yayılıyordu. Irak, Suriye, Lübnan ve Arap Yarımadasında türlü türlü huzursuzluklar yaşanıyordu. Bağdad'daki Kölemen Ocağı her gün kanlı olaylara sahne oluyor, bölgenin yönetimi, zorbalar arasında sık sık el değiştiriyordu. İleride ayrıntılı olarak açıklanacağı üzere, özellikle Hicaz Bölgesi'nde dehşetli bir hareket başlamıştı. Daha sonraları, Nakşibendîlerin etkisiyle Türkiye'de yazılan tarih kitaplarına bu hareket, «Vahhâbîlik» adı altında geçmiştir.
Dolayısıyladır ki devlet, topluma az çok disiplin kazandıracak ve hiç değilse içerideki bu sancılarını biraz olsun dindirecek olan çareleri red edemezdi. Bu çarelerden biri de eğer (İslâm’ı, kitaba uydurmak suretiyle yıkmaya çalışan) bir tarîkat bile olsa, ona katlanmak pahasına, karşı karşıya olduğu daha büyük felaketlerden kurtulmak istiyordu.
Vurgulamak gerekir ki, hiç bir inanış ve düşüncenin, on yıl gibi kısa bir süre içinde koskoca bir imparatorluğun her yanına yayılıp tutunduğu, insanları büyüleyip vicdanlara kazındığı görülmemiştir. Özellikle yukarıda kısmen anlatıldığı gibi, hızla çökmeye devam eden Osmanlı Devleti'nin, XIX. yüzyıldaki şartları içinde bir tarîkatın böylesine yaygınlık göstermesi çok özel nedenlerle ancak açıklanabilir. Onun için bu sonucun, büyük olasılıkla devlet desteğindeki yoğun propagandalar sayesinde alınmış olduğu anlaşılmaktadır. İçerideki anarşinin yatışması için ruhları hipnoza sokacak bir çarenin o günlerde işe çok yaradığına, mutlaka her zamandan daha ziyade inanılmıştır. Dolayısıyla devletin, Nakşibendî Tarîkatı'na o gün için bir can simidi gibi sarılmış olduğu bir gerçektir. Zaten tarîkatın yapısında da râbıta gibi insan psikolojisini yönlendirici uygulamalar vardır ki bunlar, Nakşîliğin yayılıp tutunmasında birbirini tamamlamıştır.
İşte bu yüzdendir ki gerek fısıltı yöntemiyle, gerekse erkân aracılığıyla Devletin desteklediği Bağdâdî, tasavvuf tarihinde rûhânilerden pek azına nasip olmuş büyük bir ün kazandı. O'nun, brahmanist tasarıları üzerinde temellenen, yeni Nakşibendîlik, râbıtasıyla, Hatm-i Huwâcegânı ile, teveccüh âyiniyle bu kez «Halidîye» adı altında Irak'a Suriye'ye ve bütün Anadolu'ya yayılıp yerleşti.
XIX. Yüzyılın başlarında gerek “selefîlik“ ve “vahhâbîlik“ adları altında patlak veren hareketlere karşı; gerekse “Jönaraplar“'ın öncülüğünü yaptığı “arabizm“'e karşı Osmanlı yönetimi, Halid Bağdâdî tarafından aşılanmaya çalışılan yeni Nakşibendîliği, bir teminat olarak görüyor ve bu yüzden onu bütün gücüyle destekliyordu. Halid Bağdâdî'in en büyük temsilcilerinden El-Khânî Ailesi'inin, Suriye Valisi Musa Safvetî aracılığıyla devletten kopardığı paralar; bu ailenin büyüğü ve aynı zamanda Bağdâdî'in gözde halîfesi Muhammed el-Khâni'nin, 1853'de İstanbul'a gelişi sırasında devlet erkânı tarafından aynen bir kral gibi merasimlerle karşılanması bunu açıkça kanıtlamaktadır.
Devletin tavrı böyle idi. Peki o dönemin (sözde az çok uyanmış “selefî“) İslâm âlimleri olarak bilinen şahsiyetlerin ve aydınların Bağdâdî'ye, ya da O'nun getirdiği Hind mistisizmine ilişkin tutumları nasıldı?
Bu soruya, İslâm âlimleri adına verilmiş net bir cevap bulmak ne yazık ki güçtür. Çünkü korkunç bir çöküntü içinde bocalayan Müslümanların yolunu ışıklandıracak gerçek âlimlere değil o karanlık günlerde, iman ehlinin az çok uyanmış bulunduğu bu gün bile rastlamak kolay olmasa gerektir. Dünya Müslümanlarının, hem bilgili hem de cesur ve basiretli gerçek âlimlere o dönemde duyduğu ihtiyaç, belki İslâm tarihinin hiç bir devresinde duyulmamıştır. Dolayısıyla Bağdâdî'ye karşı az çok sesini yükseltmiş olanlar, -pek azı hariç- Allah için değil, sırf O'nu çekemeyenler olmuştur.
O dönemde henüz pek yeni olan entelektüel selefîlik hareketinin önde gelen isimleri daha çok Suriye'de sivrilmişlerdi. Onun için: "Bunlar, neden Bağdâdî'nin yaymaya çalıştığı Brahmanist inanış ve uygulamalara karşı tepki göstermediler?"; Ya da “Hiç değilse râbıtaya karşı neden küçük bir reddiye bile kaleme almadılar?" diye tarih araştırmacılarına bir soru yöneltmek isteyenler elbette ki çıkacaktır.
Önce insafla belirtmek gerekir ki bu ilk Selefîlerin başında çok büyük dertler vardı. Onlar, hem devlet tarafından desteklenen hem de Hind kaynaklı mistik şartlandırma yöntemleriyle büyük kalabalıkları hipnoza sokan, onları transa geçiren Bağdâdî ile uğraşamayacak kadar ağır sorunlarla karşı karşıya bulunuyorlardı. Çünkü devlet onları her fırsatta çil yavrusu gibi dağıtıyor, hatta düzenlediği komplo senaryolarını uygulamaya koyarak onları silip süpürmeye çalışıyordu. Buna rağmen, -belki inanılması güç ama- dönemin selefî âlimlerinden bazı şahsiyetlerin, Nakşî ileri gelenleriyle zaman zaman içli dışlı oldukları da -ne yazık ki- gizlenemeyecek bir gerçektir!
Olabilir ki bu konuda görülmüş bazı yakınlaşmalar, Nakşibendîlerin Suriye'de erimeye yüz tuttuğu geçiş döneminin istisnâi örnekleridir. Çünkü Nakşibendîler, XIX. Yüzyıl sonlarına doğru Arap muhitlerindeki etkilerini gittikçe kaybediyor ve “selefîlik“'le “arabizm“'in çatışma ortamında yavaş yavaş eriyorlardı.[9] Bu sebeple de “selefîler“le geçinmeyi, politik olarak uygun gürüyorlardı. Dolayısıyla bu nadir örneklerden biri olarak, ünlü selefî, Muhammed Abduh[10] ile Nakşî ileri gelenlerinden Abdulmecîd el-Khânî'[11] nin dostluğunu, belki de “selefîlik“ lehinde sonuçlar almaya dönük ilişkiler şeklinde değerlendirenler bulunacaktır.
Ancak eğer yine râbıta meselesine dönüp dersek ki, “Muhammed Abduh ve emsâli Mısır ulemâsını suçlamayalım, çünkü onlar hem Mısırlı olmak bakımından muhit olarak Nakşibendîlerden uzak idiler; hem de bir yandan mahalli yönetimle, bir yandan, merkezî yönetimle, bir yandan İngilizlerle, bir yandan ise muhâfazakâr/gelenekçi hocalarla boğuşuyorlardı. Bunların râbıta diye bir şeyden haberdar olmuş bulunmaları ihtimali bile son derece zayıftır. Ama Suriye'deki “selefî“ ulemâ, örneğin: Cemâluddîn el-Kasimî ve Abdurrezzâk el-Bîtâr gibi şahsiyetlerden biri bile acaba râbıta hakkında herhangi bir görüş ortaya koymuş mudur? Evet eğer böyle bir soru yöneltecek olursak buna nasıl bir cevap bulacağız?
Burada ciddiyetle belirtmek lâzımdır ki bu sorularla aslında râbıta meselesini, oldukça büyütmüş bulunmanın farkında olmak gerekir! Çünkü Nakşibendîler her ne kadar buna kendi aralarında fazlasıyla önem vermiş iseler de Müslümanların şimdiye kadar dikkatlerini râbıta üzerine çekememişlerdir. Zaman zaman bunun farkında olup sesini çıkaranlara karşı Nakşibendîlerin kopardığı velvele, onlar için bir reklam olur diye belki de çok sevinmişlerdir. Bu nedenle, kesinlik derecesinde söylenebilir ki râbıta, zaman dilimi olarak içinde bulunduğumuz dönemde ve sadece Türkiye'de az çok gündeme gelmiş ya da getirilmek istenmiştir. Çünkü her keresinde aynı oyunlar denendikçe tabir caizse “dağ fare doğurmuş“ ya da “tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış“'tır!!!!
* * *
Bağdâdî ile Karşıtları Arasındaki Kavgalar:
Bağdâdî'nin muhaliflerinden biri de, O'nun şöhretini kıskandığı anlaşılan dönemin ve bölgenin ünlü kadirî şeyhi Şeyh Ma'rûf en-Nûdehi el-Berzenjî'dir. O'na reddiye olarak, «Tahrîr'ul-Hitâb Fi'r-Redd'i Alâ Halid'il-Kezzâb» adı altında manzum bir risâle yazmış ise de daha sonraları pişman olmuş ve Halid'den özür dilemiştir.[12] Hem Bağdâdî'nin can fedâ yandaşları tarafından yapılan hararetli savunmalar, hem de Osmanlı yönetiminin «Vahhâbîliğe» karşı bir sigorta olarak O'na verdiği önem karşısında Berzenjî'nin yalnız kaldığı ve geri adım atmak zorunda bulunmuş olduğu sanılmaktadır.
Şu var ki zaten Berzenjî de bir tarîkatçı idi. Üstelik ifadeleri O'nun, bilgili vakur ve cesur bir İslâm âlimi olmaktan çok, skolastik düşünceyle şartlanmış sıradan bir molla olduğunu açıkça kanıtlamaktadır. Dolayısıyla O'nun, Hind sofizminin yıkıcı etkilerine karşı İslâm'ı korumaya uğraşmaktan ziyade Bağdâdî'nin genişleyen çevresi karşısında ününü ve önemini kaybetme endişesiyle böyle davrandığına ihtimal vermek gerekir. Nitekim O'nun pes etmesi kadar, kişilik ve bilgi düzeyi bakımından da yetersizliği Bağdâdî'nin işine yaramış, daha çok cesaretlenmesine ve ünlenmesine katkıda bulunmuştur.
Halid Bağdâdî'nin, Berzenjî'den aldığı özürnâmeye karşı ona yazdığı cevap, bu gerçeği kanıtlıyor. Bağdâdî, kullandığı ifadelerle Berzenjî'ye o kadar yukarıdan bakıyor gibidir ki bu adamın ne denli sindiği açıkça anlaşılmaktadır.[13]
Halid Bağdâdî'ye karşı çıkan yalnızca Berzenjî değil, O'ndan başka, dönemin birçok ileri gelenleri ve siyaset adamları da Bağdâdî'nin getirdiği yeni mistik anlayışa tepki göstermişlerdir.
Bunlardan biri de, Musul'un Arap eşrafından Süleyman Paşa'nın oğlu Ebu Said Osman bin Süleyman el-Jelîlî'dir. (Dönemin isim geleneğine göre Osman Hayâî Bey olarak bilinir.)
Bu zatın, Bağdâdî'ye karşı yazmış olduğu kitabın adı: «Din'ullah'il-Ğâlib Alâ Kulli Munkir'in Mubtedi'in Kâzib»'dir; Berzenjî'ye ait «Tahrir'ul- Hitâb»'ın bir çeşit şerhidir. Yazar, bunu, Vali Said Paşa'ya sunmuştur. Sonraları Muhammed Emîn es-Suweydî tarafından «Def'uz-Zulûm An'il-Wuqû'i Fi Irz'i Haza'l-Mazlûm» adı altında, bu risâleye karşı bir reddiye kaleme alınmıştır.[14]
Söz konusu reddiye, «giriş», «kitab» ve «sonuç» başlıkları altında üç bölümden oluşmaktadır.
Halid Bağdâdî tarafından yeni Nakşibendîlik olarak aşılanmaya çalışılan Hind mistisizminin uygulamaları, öyle anlaşılıyor ki Irak'da önce Arap orijinli âlimlerinin tepkisini çekmiştir. Bunun sebepleri açıktır. Her şeyden önce Bağdâdî Kürttü, bu nedenle Kürt asıllı hocalar, O'nun yeni görüş ve inanışlarını İslâm'la uzlaşmaz bulmuş olsalar bile duygusal bir tutum içinde fazla tepki göstermemiş olabilirler. Ayrıca bunlar kültürel açıdan da, iyi bir seviye yakalayamadıkları için arı İslâm'a dönüş hareketi içinde onlardan hemen hiç kimse sivrilmemiş, dolayısıyla klasik anlayışlara, yozlaşmaya ve İslâm'ı yıpratan mistik akımlara karşı duyarlılık gösterememişlerdir.
Bunun içindir ki Halid Bağdâdî'ye karşı ilmî ve yazılı tepkilerin tümü Bağdad ve Musul'da ortaya çıkmıştır. Bu cümleden olarak, Musullu Osman Hayâî Bey'in reddiyesi dışında ayrıca Mahmûd bin eş-Şeyh Abdiljelîl el-Mûsilî'nin Nakşibendî Tarîkatı'nı çürüten bir eser yazdığı söylenmektedir.[15] Bağdad'da o dönemin Irak Allâmesi olarak övülen ve birçok kimse tarafından selefî olarak tanınan Ebu's-Senâ Şihâbuddîn Mahmûd el-Âlûsî'nin de Bağdâdî'nin inanışlarına tepki gösterdiği ise ihtilaflı bir meseledir. Abbas el-Azzâwî, bu konuda şunları kaydediyor:
«Ebu's-Senâ el-Âlûsî'nin, Şeyh Halid'e karşı çıktığına ilişkin Şeyh İbrahim el-Fasîh tarafından Elmejd'ud-Tâlid adlı eserde kaydedilenlere gelince, bunun aslı yoktur.»[16]
Bu tesbite ihtimal vermek, hatta inanmak gerekir. Çünkü yine bu tesbitin sahibine göre Bağdâdî'nin ölümü üzerine Mahmud Cevad Siyahpuş'un, yazdığı mersiye, el-Âlûsî tarafından şerh edilmiştir. Bu da demek oluyor ki el-Âlûsî, Siyahpuş'un acılarını paylaşmıştır. Dolayısıyla O'nun, Bağdâdî'ye karşı çıkmış olmasına inanmak güçtür. Nitekim bunu teyid eden, hatta râbıta ile ilgili olarak Şihâbuddîn el-Âlûsî'nin ortaya koyduğu görüş ilginçtir. Yine el-Azzâwî'nin naklettiğine göre Şihâbuddîn, râbıtaya ilişkin görüşlerini şu sözlerle açıklıyor:
«Kanun Koyucu (Hz. Peygamber) Sallellahu aleyhi ve sellem'e dayanan, güvenilir, sabit bir delil olarak Râbıtayı kanıtlayıcı bir şey bilmiyorum.»[17]
Evet el-Âlûsî böyle diyor ama, ondan sonra lafı epey geveliyor ve nihayet şöyle bir ifade kullanıyor:
«Eğer sözü uzatma korkusu olmasaydı onu anlatacaktım. Bununla birlikte teveccüh ve râbıtanın bereketini de inkâr etmiyorum.»[18]
* * *
Aslında Halid Bağdâdî'ye en şiddetli bir şekilde karşı çıkmış ve aleyhinde hem yazılı hem sözlü eleştirilerde bulunmuş, hatta O'nu kafirlik ve zındıklıkla suçlamış biri daha vardır ki bu şahsın adı Abdulvahhâb es-Sûsî'dir. Abbas El-Azzâwî, O'nu Abdulvahhâb el-Bağdâdî olarak zikretmekte ve O'nun da aynen Bağdâdî gibi Abdullah-ı Dehlewî'nin mezûnu ve ünlü halîfelerinden biri olduğunu kaydetmektedir.[19] Bu, çok önemli bir noktadır. Çünkü işbu Abdulvahhâb'dan söz eden herkes O'nu, Halid Bağdâdî'nin bir çömezi olarak tanıtmaktadır. Halbuki bu doğru değildir.
Esasen ikisinin arasında sürüp giden düşmanlıkların nedeni de budur. Çünkü ikisi birbirine rakıyb olmuş, birbirlerini çekememişlerdir. Fakat Halid Bağdâdî, şöhrette onu geçince Abdulvahhâb'ın bundan huzursuz olduğu ve aleyhinde çalıştığı anlaşılmaktadır.
Ancak bu şahsın Bağdâdî hakkında neler söylediğini neler yazıp çizdiğini tam olarak tesbit etmek kolay değil, belki mümkün de değildir. Çünkü Halid Bağdâdî'nin hem kendisi hem de adamları, bu kişinin aleyhinde o kadar çaba harcamışlardır ki mahalli idare şöyle dursun padişahın bizzat kendisi O'nun cezalandırılması için ferman çıkarmıştır![20]
Abdulvahhâb es-Sûsi'nin adı, daha birçok yerde geçmektedir. Ancak hepsinde de ortak bazı noktalar vardır; Onlardan biri de bu adam tarafından neler söylendiğinin, neler yazılıp çizildiğinin tam ve derli toplu olarak açıklanmamış olmasıdır. Aynı zamanda, yazdığı kitap ya da risâlenin, hangi isim altında kaleme alındığının belirtilmemiş olmasıdır. Anlaşılan, Halid Bağdâdî'yi bu kişinin suçlamalarına karşı savunanlar, sırf O'nu aşağılamak için olsa gerektir ki, neler söylediğini, ya da neler yazdığını bütünüyle ortaya koymamışlardır.
Kasım Kufralı'nın, Abdulvahhâb hakkında kaydettiği sözler de bunu doğrulamaktadır. Kufralı, o günün önemli bir skandalı olarak patlak veren Abdulvahhâb olayını şöyle anlatmaktadır:
«Mevlânâ Halid, İstanbul'a evvela Abdülvahhâb al-Sûsi'yi göndermişti. Bu zatın kibir ve enâniyete kapılarak kendisini sâliklere râbıta ettirmesi üzerine meselenin tahkiki için Abdülfettah al-Akarî'yi[21] gönderdi. Bu hareketlerinden dolayı tarîkattan tard edilen al-Sûsi'nin yerine al-Şeyh Ahmed al-Agribûzî halîfe nasbedildi.»
«Mevlânâ Halid, Abdülvahhâb'ı celb ile kendisine tövbe teklif edildi ise de bu zat zâhiren emre itâat eder görünerek hakikatte bildiğinden şaşmadı. Bunun üzerine tarîkattan tard edilerek keyfiyet İstanbul'daki mürîdlerine bildirildi. Bu vaziyet karşısında me'yûsen Medîne'ye çekilen Abdülvahhâb, Mevlânâ Halid'i tekfir eden bir risâle te'lif ederek ortalığı birbirine katmağa çalıştı....»[22]
Evet yukarıda görüldüğü gibi Kufralı çok açık bir ifadeyle Abdülvahhâb'ın, Bağdadî aleyhinde bir risâle yazdığını kaydetmektedir. Ancak bu risâlenin hiç bir izine rastlanmamaktadır. Büyük ihtimalle O'nun yazıp çizdikleri imha edilmiştir!
Es-Sûsi'nin, yazdıklarını çürütmek isteyenlerden biri de ünlü fakih, İbn. Abidîn'dir. Bu zat, o'na karşı kaleme aldığı «Sel’lul-Husam'il Hindi Fi Nusra'ti Mavlânâ Khâlid an-Naqshabandî» adlı kitapçığında neredeyse baştan sona kadar bu şahsın adını hep zamirlerle geçiştirmiş, yalnızca 8. sayfada ve bir tek kez «Abdulvahhâb» diyerek adını anmıştır. Tabiatıyla Abdulvahhâb'ın söyledikleri sözler arasında, Halid Bağdâdî'ye yönelttiği, sadece sihirbazlık ve cincilik suçlarına ilişkin olanlar nakledildiği için, O'nun, râbıta hakkında da bir şey söyleyip söylemediğini İbn. Abidîn'in bu reddiyesinden öğrenmek mümkün olamamaktadır. O'nun yazmış olabileceği şeyler de büyük ihtimalle imha edildiğinden râbıta hakkındaki düşünceleri bu suretle karanlıkta kalmış bulunmaktadır. Bununla birlikte eğer Abdulvahhâb, râbıta aleyhinde bir şey söylemiş olsaydı, İbn. Abidîn'in onu da çürütmeye çalışması gerekirdi diye düşünmek lazımdır.
Şu var ki zaten Abdalvahhâb'ın kendisi de bir tarîkatçı olduğundan dolayı râbıtayı değil, Halid Bağdâdî'yi hedef aldığı anlaşılmaktadır.
İbn. Abidîn'den sonra Abdulvahhâb es-Sûsi hakkında yazıp çizmiş olanlardan biri de Abdulmecîd el-Khânî'dir. Büyük ihtimalle Kufralı bu iki şahsa ait kaynaklardan yararlanarak yukarıdaki bilgileri vermiştir. Bu konuda el-Khânî'nin El-Hadâiq’ul-Wardiyya adlı kitabından şu bilgileri fazladan öğrenebiliyoruz:
«Mevlânâ Halid Hazretlerinin başına Bağdad'da gelenlerin aynısı Şam’da meydana geldi. Tarîkatını, yüce saltanatın başkentinde yaymak üzere Abdülvahhâb adında bir adamını oraya yollamıştı. Çok geçmeden şeyhülislâm, şehrin uleması ve ulu vezirleri O'na gönül bağladılar. Bunun üzerine şimardı ve ünlenme sevdasına düştü. Şeyh bu olayı duyunca O'nu çağırarak tevbe ettirdi ve yerine başkasını yolladı. Fakat adam kötü niyetini gizleyerek dışından bağlılık göstermeye çalıştı. Ne var ki Allah O'nun iç durumunu şeyhe bildirdi. Nitekim O'nun İstanbul'daki yandaşlarına kendi eliyle yazıp gönderdiği (kötü niyetini bildiren) mektupları Şeyh'in eline geçti. Bunun üzerine Şeyh O'nu tarîkattan genel anlamda kovdu ve Mübârek kalemiyle bu durumu, Hilâfetin başkentindeki ihvânına yazdığı üç mektupla bildirdi.»
Abdulmecîd el-Khânî, bu üç mektubu da olduğu gibi kitabına geçirmiş bulunmakta, ancak O da diğerleri gibi Es-Sûsî'nin ne yazıp çizdiği hakkında hiç bir şey söylememektedir.
Abdulmecîd'in ayrıca verdiği haberlerden biri de, Halid Bağdâdi'nin yönetime karşı ciddi bir tehlike olacak şekilde muhitini genişlettiğine ilişkin olarak Halepli şeyhlerden birinin, İkinci Sultan Mahmud'a yaptığı ihbar'dır. Fakat Abdulmecîd bu şeyhin adını vermemektedir.[23]
Bazı kaynaklara bakılırsa Abdulvahhâb es-Sûsi'nin, Halid Bağdâdî'ye karşı verdiği savaş, çok önemli bir sebebe dayanmaktadır. Bu da, yukarıda bir nebze işaret edildiği gibi, O'nun, esasen Halid Bağdâdî'nin halîfesi değil, bilakis şeyhinin (yani Gulâm Abdullah-ı Dehlewî'nin) halîfesi olduğudur. Dolayısıyla ikisi rakıyp idiler. Ancak Bağdâdî'nin, ününü bu adamla paylaşmak istemediği sanılmaktadır. İşte kavganın esas nedeni bu olmalıdır. Ayrıca Abdulvahhâb es-Sûsi'nin bu kavgada yalnız başına olmadığı, yanında Hamdi ed-Dağıstânî adında birinin daha bulunduğu anlaşılmaktadır.
Araştırmacı El-Azzâwî'nin tesbitlerine göre râbıtaya karşı çıkmış olan şahsiyetlerden biri de, Hind-Bahubal Emiri Muhammed Sıddıyq Khân'dır. Älim olan bu zatın birçok kitapları bulunduğu kaydedilmektedir.[24]
Aynı zamanda Halidilik'te “Teveccüh“ adı altında bilinen rûhâni âyini de eleştiren Muhammed Sıddıyq Khân'ın yazdığı kitap, Halid Bağdâdî'nin kardeşi oğlu Es'ad Sâhib tarafından çürütülmeye çalışılmıştır. Es'ad Sâhib'in bu amaçla yazdığı risâlenin adı “Nûr'ul-Hidâye'ti wa'l-İrfân»'dır. [25]
* * *
Nakşîlikten, râbıta temeli üzerinde Hâlidiyye adıyla yepyeni bir tarîkat üreten Halid Bağdâdî, Osmanlı toplumu içinde en çok Kürtler’i ve Türkleri etkilemiştir. İslâm kültür ve anlayışının melezleştiği Irak ve Suriye'de, -yaygın propagandaların da etkisiyle- çok az sayıda Araplar tarafından bu tarîkata karşı, ilk başlarda bir eğilim görülmüş ise de daha sonraları bu, canlılığını yavaş yavaş yitirmiştir.
Tarîkatın, Kürtler’le Türkler arasında tutunmasının gerçek nedenini ise, adı geçen her iki toplumun, yüzyıllar önce İslâm'a girerken bu yeni dini nasıl anladıklarında aramak gerekir. Bu, çok önemli bir noktadır.
Çünkü önceleri İslâm'a karşı şiddetle direnmiş, fakat belki de dilini bildiği için, kısa bir süre sonra onu sindire sindire anlamış ve nihâyet bütün putlarını kırarak iman etmiş olan bir toplumu düşünün ki bunlar Arapça konuşuyorlardı; Bir de sırf kabile büyükleri Müslüman oldu diye -belki de onlara yaranmak için, ya da bir çeşit modaya uymak gibi bir havayla- Kur'ân'ın dilini bile öğrenmeden veya anlamını bilmeden çok kısa bir müddet içinde âdetâ güle oynaya İslâm'a girmiş yüz binlerce insanı düşünün ki bunların da başında Kürtçe ve Türkçe konuşan topluluklar gelmektedir; Bu ulusların, İslâm'ı aynı duygularla algılamış olması, mesajlarını aynı nüanslarla kavramış bulunması hiç mümkün olur mu?
Üstelik asırlar öncesine ait olan bu gerçekten yola çıkarak günümüze gelininceye kadar tarihin akışı içinde bu iki toplumu din, ahlâk, kültür ve anlayış konularında birlikte yönlendirmiş o kadar çok olaya rastlamak mümkündür ki bunları kronolojik bir sırayla incelemek ve hele aralarındaki ilişkileri bulmak kolay değildir.
İşte tarîkatın, Kürt ve Türk bölgelerinde hızla yayılmasının nedenleri bu tarihi olayların içinde yatmaktadır.
Nitekim Halid Bağdâdî'nin hemen bütün halîfeleri Kürt ve Türk kökenlidir. Aralarında tek tük Arap varsa da bunlar hem (kültür ve anlayış bakımından) melezdirler, hem de genellikle Iraklı ve Suriyelidirler ki bu her iki bölge de tam anlamıyla tarihin birer çöp sepeti sayılırlar.
Neden mi? Çünkü insanlık tarihinin az çok incelenebilmiş olan son beş bin yılı boyunca yaşanmış türlü türlü fitnelerin en dehşetlisi bu bölgede olup bitmiştir. Peygamberlerin hemen tümü, bu bölgedeki insanlara gönderilmiş ve birçoğu buralarda şehid edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm hariç, semavî kitapların belki de hepsi bu bölgede inmiş, buralarda çarpıtılmış ve dejenere edilmiştir. Tufan bu bölgede kopmuştur. Günümüzde bile buralarda cereyan eden olaylar bütün dünya için korku, endişe ve huzursuzluk kaynağı oluşturmakta ve bu coğrafyanın geçmişi hakkında inandırıcı ipuçları vermektedir.
İşte Halid Bağdâdî bu bölgenin çocuğudur! Hem de tarihin en kanlı milletleri olan Keldânî, Kasit ve Asur toplulukları tarafından bin bir fitneyle mayalanmış Mezopotamya'nın Zagros dağları eteğinde dünyaya gelmiştir.
Evet, yanlış anlaşılmaması gerekir ki Mezopotamya'da veya bugünkü adıyla Irak'da doğmak asla bir suçluluk nedeni değildir. Nitekim Ebu Hanîfe ve öğrencileri gibi nice ilim ve fazîlet örnekleri bu topraklarda yetişmişlerdir. Şu var ki Irak toplumunun gerek kozmopolit sosyal mozaiği, gerekse buna bağlı olarak ortaya çıkan dini, felsefî, mistik ve kültürel karmaşa, bu bölge insanının, sağlıklı bir ruh yapısıyla, temiz bir vicdanla, özgür bir düşünceyle, rahat ve doyumlu bir fert olarak yetişmesine maalesef büyük ölçüde engeldir. Herhalde bunun gerçek bir yanı bulunmalıdır ki Irak halkı için «Ehl-i Irak, ehl-i şikâk, ehl-i nifâk» denilmiştir.
Nabukodonosor'dan,[26] Haccac b. Yusuf's-Sekafî'ye ve O'ndan günümüzün kanlı diktatörüne kadar bu ülkeyi yönetmiş olan zâlimlerin, hem sayıca ne kadar çok, hem de dünya ülkelerinin diğer yöneticileriyle karşılaştırıldıklarında ne vahşi canavarlar olduklarına bakılırsa hiç kuşkusuz burada yaşayan insanlar hakkında bir fikir yürütmek epey kolaylaşır.
İşte bütün bu verilerden hareket edildiği zaman Iraklı birinin, neden İslâm’ın bütün ilim ve kültür merkezlerinin bulunduğu Oradoğu'daki İslâmî anlayışı âdetâ kanıksayarak ta Hindistan'a kadar gittiğini ve oralarda aşılandığı Bûdîliği İslâm muhitlerine neden taşımak istediğini insan çok daha rahat değerlendirebilmektedir.
İlginçtir ki Kasım Kufralı gibi Nakşibendîliğe içtenlikle bağlı bir tarîkat şeyhi bile âdetâ bu görüşü doğrularcasına Halid Bağdâdî hakkında aynen şu ifadeyi kullanmaktadır:
«Mizacına uyan hakiki tasavvufî neşveyi elde edememenin ızdırabı ile huzursuzluk içinde bulunurken karşısına birden bire Hind muhitinin füsunkâr Tecellîlerini aksettiren Muhammed Derviş-i Azimâbâdî (Mirza Rahim Allah Big) çıktı.»[27]
Esasen Irak muhitinde tarihin derinliklerinden akıp gelen çeşitli din ve felsefelerin oluşturduğu sentez, Bağdâdî'nin yaşadığı günlerde İslâm'ın dışında yepyeni bir din izlenimini uyandırmakta idi. Yahudîliğin, Sabiîliğin, Hristiyanlığın ve daha nice din ve felsefelerin yorumlarından, âyin ve ibadetlerinden esintiler taşıyan bu çeşnili rûhânî atmosferiyle Irak, tıpkı küçük bir Hindistan'ı anımsatmakta idi. Bu nedenledir ki hemen her Iraklı insan tipinin ruh yapısı, bu egzotik cümbüşe yeni bir renk daha katmaya yatkın ve elverişlidir. Nitekim Bağdâdî'nin Nakşîliğe yaptığı yeni katkılar bunu hatırlatmaktadır.
Baştan beri ayrıntılarıyla anlatılmaya çalışıldığı üzere O'nun Nakşibendîliğe getirdiği yeniliklerin başında râbıta gelmektedir ve denebilir ki râbıta, ancak Halid Bağdâdî'nin yeni düzenlemelerinden sonra Nakşibendî Tarîkatı'nın âdetâ temel kuralı haline gelmiştir.
Özellikle bunu kanıtlayan bir belge daha vardır ki aslında râbıtanın Nakşibendîlikte ne demek olduğunu anlayabilmek için bu yazı üzerinde büyük bir önemle durmak gerekir.
Söz konusu yazı, Halid Bağdâdî'nin, halîfelerinden İsmail eş-Şirvânî'ye hitaben kaleme aldığı mektuptur. Dağıstan'a görevli olarak yollanan Şirvânî'ye, Halid Bağdâdî' tarafından gönderilen bu mektup, bir uyarı yazısıdır. Açıklamasına gelince: Bağdâdî'nin koyduğu yeni kurallardan biri de, şeyhin adına tarîkatı yaymaya çalışan halîfenin, mürîdlere kendisini değil, şeyhini râbıta ettirmesidir.
Anlaşılan şudur ki Şirvânî, Kafkasya'ya gittikten sonra artık şeyhinin otorite çemberi dışında kaldığını düşünmeye başlamış, O'nun heybetini hissetmez olmuştur. Aralarındaki mesafenin uzaklığından olmalıdır ki pirinin artık gölgesini üzerinde görmemeye başlayan Şirvânî, cesaretlenerek mürîdlerine, «Halid Bağdâdî'nin değil, benim şeklimi zihinlerinizde canlandırınız.» gibi telkinlerde bulunmuştur.
Ne var ki çok otoriter bir şeyh olan Bağdâdî, aldığı istihbarî bilgilerle halîfesinin bu oyununu öğrenmiş ve O'nu, sözünü ettiğimiz işte bu mektupla azarlamıştır.
Bir daha tekrar etmekte yarar vardır ki râbıtanın ve esasen Bağdâdî tarafından yayılmaya çalışılan Nakşibendîlik modelinin çok daha iyi anlaşılabilmesi için bu mektubun içeriğini dikkatle incelemek gerekir.
Bağdâdî, bu serkeş halîfesine aynen şöyle hitap etmektedir:
«Bismillahirrahmanirrahim»
«Bütün azlardan daha az olan zelil kuldan, kapısının hizmetçisine ve sevgili mürîdlerinin önderi Şeyh İsmail eş-Şirvanî'ye, »
«Allah O'nu düşürdüğü ayıptan korusun ve damgaladığı kusurdan muhafaza buyursun. Amin.»
«Selamdan sonra,»
«Hidâyet yıldızlarından ve lamba gibi parlayan önderlerden birçok kimse ifade etmişlerdir ki nankörlük: Nimetle meşgul olup, o nimeti ihsan edeni unutmaktır.»
«Tarîkatımızın önderleri şu açıklamayı yapmışlardır: Bir kimse eğer henüz kendi varlığından fânî olamamışsa o, sâlik kişinin fenâ mertebesine ulaşmasını sağlayamaz. Bilakis tehlikeler onun ayağını kaydırır.»
«Hal böyle iken, bizden selam ve kelamı kesmenizi tahmin etmiyorduk. Bilakis mertliğin ve insanlığın gereği olarak ara sıra bize doğrudan bizzat kendiniz gelmeliydiniz, ya da hiç değilse bizi sormalı ve basit bir şeyler göndermeliydiniz; Elçi ile bize mektup yollamalıydınız!»
«Oysa bulunduğunuz mesafeye göre bizden daha uzakta bulunan ve arkadaşlıkta sizden daha kıdemli olanlar bizim işaretimiz olmadan kımıldamazlar bile.»
«Sakın ola ki bu tarîkatı çağımızın şeyhlik taslayanlarına, sahtekar ve oyunbazlara ait safsatalarla karşılaştırmayasın!»
«Bilmiş ol ki hakikate ermiş olan şeyh, mürîd ile Rabb'i arasında aracıdır. Ondan yüz çevirmek Allah'dan yüz çevirmek demektir. Onun için hiç kimseye, sizi zihninde canlandırmasını öğütlemeyiniz. Eğer buna rağmen yine de sizin şekliniz onun zihninde canlanacak olursa bu, artık İblis'in karıştırmasındandır.»
«Sakın ola ki benim emrim olmadan kimseyi yerinize vekil tâyin etmeyesin. Üstelik bu adamlar Erzincan ve Bitlis gibi uc bölgelerdeki h
alîfelere sıkıntı yapmaktadırlar.»
«Eğer izlediğiniz bu vurdumduymazlıkta daha fazla ısrar edecek olursanız, sizden tamamen yüz çeviririz ki bu size pahalıya mal olur!»
«Bilmiş olunuz ki önceden uyarılmış olan kişinin kabul edilebilecek bir mazereti olamaz! Selamlar.»[28]
Aslında Nakşibendî Tarîkatını da, râbıtayı da bir anlamda özetleyebilecek olan, Bağdâdî'nin, Şirvânî'ye gönderdiği mektup işte budur.
İbretlerle dolu olan bu mektubu yorumlamaya lüzûm yoktur. Fakat eğer Nakşibendîler bunun gerçekten Halid Bağdâdî tarafından yazıldığına ya da gönderildiğine inanıyorlarsa, gerek O'nu, gerekse tarîkatlarını İslâm'dan ve İnsanlıktan ne kadar uzaklaştırdıklarını fark etmelidirler. Bununla birlikte gerek bu mektubun, gerekse İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderildiği ileri sürülen «Râbıta Risâlesi»'nin, haksız yere Halid Bağdâdî'ye mal edildiğini de hesaba katmalıdırlar. Çünkü eğer gerçekten Bağdâdî'ye ait değilse, bunları düzenleyenlerin işlediği vebâli düşünmek bile ürperticidir!
Dolayısıyla bazı kimselerin bu konuda kuşkulanması da muhtemeldir. Çünkü Halid Bağdâdî'ye ait bir divan vardır ki bu eserinde O, ne dilemişse onu son derece açık bir ifade ile terennüm etmiştir. Buna rağmen râbıtadan tek kelime ile söz etmemiştir!
Halbuki Bağdâdî, hem Halidîlik adı altında kurduğu yeni Nakşibendîliğin baş temsilcisidir; hem de mürîdleri tarafından bizlere kadar sık tekrarlarla nakledilmiş olan râbıtaya ilişkin risâlelerin de sözde bizzat yazarıdır. Öyle ise burada, gerçekten üzerinde durulmaya değer büyük bir çelişki vardır.
Çünkü nasıl olur da aynı Bağdâdî, -Belki de hızını alamadığı için- Nakşî silsilesini divanında, bir yerine iki kez konu edinir;[29] nasıl olur da «Vahdet-i vücut» dan «Ene'l-Hak» felsefesine kadar tasavvufun çeşitli doktrinlerini bu divanda işler; nasıl olur da tarîkat pirlerinin «Lâmekân»'a ulaştıklarına inanır, rûhâniyetlerinden yardım dilenir ve onlara «Kaddesellahu sirrehu» diye dua eder de aynı divanda Nakşibendîliğin temel kuralı olan râbıtaya bir tek kelimeyle de olsa yer vermez?!
Öyle bir Halid Bağdâdî düşünün ki 1217 beyitlik bir divan yazmış ve bu divanda tasavvufun hemen bütün fantezilerini, bütün argümanlarını, bütün söylemlerini en derin duygularla ve en hararetli coşkularla terennüm etmiştir, fakat aynı şahıs, tarîkatın bel kemiği sayılan düşünce şöyle dursun bu düşüncenin sembolünü bile divanında bir mısracığın içine koyuvermemiştir! Bu durumda herhalde Halid Bağdâdî, divanını tamamlayıncaya kadar râbıta diye hiç bir şey düşünmemiş olmalıdır. Akla gelen ihtimal budur. Ancak O'nun, divanını ölmeden ne kadar bir zaman önce bitirdiği konusu burada yeni bir sorun oluşturmaktadır.
Şu var ki eğer Bağdâdî, hayatı boyunca ve ölmeden kısa bir süre öncesine kadar divanındaki parçaları yazmaya devam ettiyse O'nun râbıtadan, son anlarında söz etmiş olmasına ihtimal vermek mümkün değildir. Çünkü bu konuda -sözde- yazmış olduğu risâleleri böyle kısacık bir zamana sığdırabilmiş olması insana pek inandırıcı gelmemektedir. Bu ise Halid Bağdâdî'yi emellerine alet etmiş profesyonel bir batınî şebekesinin varlığı hakkında ister istemez kuşkular uyandırmaktadır.
Halid Bağdâdî ile ilişkisi bakımından râbıta, işte böyle bir çıkmazın da konusu gibi görünmektedir. Fakat unutmamak gerekir ki bütün bunlar varsayımdan ibarettir. Dolayısıyla en iyi niyetlerden hareketle gerek Halid Bağdâdî'yi gerekse halîfelerini aklamak için harcanan her çaba, âdetâ bin bir engelle karşılaşmaktadır
Bu nedenle Bağdâdî ile birlikte halîfeleri olduğu ileri sürülen şahıslar da büyük bir töhmet altındadırlar. Bunlardan hangisinin özellikle şeyhinin şöhretini kullanarak râbıtayı İslâm'a bulaştırmak için birinci derecede gayret sarf ettiği ileride net bir şekilde ortaya çıksa bile kuşkular şimdilik birkaç kişi arasında en çok Şemzinanlı Tâhâ-i Hakkârî'nin halefleriyle ile Ahmed Zıyâuddîn ve İsmet Garîbullah üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Vakıa bu birkaç kişi, Halidîlik adı altındaki Neo-Nakşibendîliği, âdetâ yardımlaşarak Kürtler ve Türkler arasında birlikte yaymaya çalışmışlardır.
Zaten bu iki topluluk (yukarıda da bir nebze işaret edildiği gibi) tarîkat propagandalarıyla yönlenmeye eskiden beri müsait idiler.
Nitekim Bağdâdî'nin, Suriyeli ve Iraklı bütün halîfeleri unutulmuş, esâmileri ortadan silinmiştir. Onun halîfeleri arasında Hüseyn ed-Dewserî, Muhammed b. Süleyman el-Bağdâdî, İbrahim el-Fasîh, ve Muhammed el-Khânî gibi Nakşi Tarîkatı hakkında eser bile yazmış Arap kökenli ünlülerin hiç biri bugün hatırlanmamaktadır.
Bağdâdî 'nin Kürt ve Türk kökenli halîfelerinin daha popüler olmaları -bir açıdan- ırkçı nedenlere bağlansa bile, esasen bu olayın arkasında O'nun ününden yararlanmayı becerebilmiş bazı açıkgözlerin örtülü bir organize faaliyetle hedeflerine ulaşmak istedikleri ihtimalini güçlendirmektedir. Bu da Nakşibendîlerin ahlâk anlayışını açıklamak bakmından ibret vericidir!
Belki de bu sebepledir ki başta Bağdâdî'nin bizzat kardeşi Mahmud Sâhib olmak üzere, Abdulfettâh el-Aqrî, Osman b. Sened en-Necidî, Ubeydullah el-Haydarî, İsmail el-Enârânî, Ahmed el-Khatıyb, Abdulqâdir ed-Dîmelânî, Muhammed Salih ve Ahmed el-Biqâî gibi daha birçok Suriyeli, Iraklı ve Lübnanlı halîfelerin adları kısa zamanda ortadan silinip giderken; Osman Sirâcuddîn Tawîlî, Halid el-Jezerî, Ahmed Zıyâuddîn Gümüşhânevî ve Tâhâ-i Hakkârî adındaki Kürt ve Türk kökenli diğer halîfeler âdetâ Bağdâdî kadar meşhur olmuşlardır.
Bunlardan özellikle Tâhâ-i Hakkârî'nin ve haleflerinin, -örtülü de olsa- günümüz Türkiye'sinde toplumu Nakşibendîlik normlarıyla yönlendirmede hâlâ çok büyük etkileri vardır. Eğer bu gerçeğe inanmayanlar varsa en azından bu şahsın, modernist Türk Nakşibendîlerine ait ansiklopedilerdeki hayatına bir göz atabilirler. Günümüze kadar O'nu temsil eden adamların toplum üzerinde ne büyük yönlendirici güce sahip bulunduklarını biraz araştırarak öğrenebilirler. Ancak bunu merak edenlere kolaylık olsun diye aşağıda verilmiş olan derli toplu bilgiler sayesinde de bir fikir sahibi olmaları mümkündür.
--------------------------------------------------------------------------------
[1]. Bu kuşkunun nedeni şudur: Musul eşrâfından Ebu Saîd Osman El-Jelîlî, Halid Bağdâdî aleyhinde yazdığı «Dinullah'il-Gâlib Alâ Kulli Munkir'in, Mubtedi'in Kâzib» adlı risâlesinde O'na yönelttiği suçlardan biri de kendisini «Mavlânâ» diye halk arasında propaganda ettirmesidir. Bk. Süleymaniye Kütüphânesi Es’ad Efendi Bölümü No. 1404
[2]. Muhammed el-Khânî, El-Bahja’tus-Seniyye s. 12
[3]. Abbas el-Azzâwî, Mavlânâ Khâlid an-Naqshabandî, Kürt Enstitüsü Dergisi Sayı: 1/S. 704 - Bağdad-1973
[4]. Hâlet Efendi (Es-Seyyid Mahmud Said, 1760-1823)
Hâlet Efendi deyince biraz durmak lazım. Çünkü bu isim II. Sultan Mahmud döneminin yalnızca bir devlet adamı değil, aynı zamanda devrinin ilginç bir simasıdır. Ün ve çıkar uğruna yapmadığı kalmayan bu şahıs, köken olarak Kırımlıdır. Kadılık, Mühürdar Yamaklığı, Kethüdâlık, Paris Büyük Elçiliği (1802-1806), Divân-ı Hümâyûn beylikçiliği ve Rikâb-ı Humâyûn Reisliği yapan Hâlet Efendi, bir osmanlı aydınıdır. Fransızca bilmediği halde Fransa Büyükelçiliğine tayin edilmesi O'nun, devrin ölçülerine göre iyi bir eğitim almış olduğunu kanıtlamaktadır. Başta Tepedelenli Ali Paşa ve oğulları olmak üzere, Bağdad Valisi Süleyman Paşa'nın idamında Salih Paşa'nın görevden alınmasında ve Mora isyanı'nın patlak vermesinde eli bulunan Hâlet Efendi, nihayet Fransa B. Elçisi Sabastiyani'nin etkisiyle II. Mahmud tarafından 1823 yılında Konya'da idam ettirildi. Bu olay üzerine:
«Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur.
Yıkıldı gitti cihanda, dayansın ehl-i Kubûr.»
dizelerinde, özetle dile getirilen duygular, genelin bu adama karşı ne kadar nefret duyduğunu kanıtlamaktadır. Nakşibendîler, Halid Bağdâdî'nin, bedduasıyla O'nun böyle bir sona uğradığını ileri sürmektedirler (!)
[5]. Tarih-i Lütfi 1/286
[6]. Özellikle son cümleyi, bugünkü kuşağın da anlaması bakımından önemsemek gerekir. Onun için cümleyi sadeleştirerek sunuyoruz: «Halidîlik Tarîkatı'nın kurallarını yaymaya çalışmalarının, görünürde zararı yoksa da tarîkatçı olarak yandaş çoğaltmak nedeniyle eski tarîkatçılarda ortaya çıkan durumların göz önünde bulundurulması!»
[7] . Kürtler buna, «Çiya-yé şengâré» derler.
[8]. Gregorios (1739 - 1821) Önce izmir, Rum Piskoposu idi. Değişik sürelerle Fener Rum Patrikliği'ne seçildi. II. Mahmud Döneminde «Etniki Eterya» örgütüne üye oldu. Yunan ayaklanması sırasında korkarak, bu olaya katılanları aforoz etti. Fakat O'nun bu lânetnâmesi isyanın yatışmasına yaramadığı için, Patrikhânenin kapısına üniformasıyla asılarak idam edildi.
Söylentilere göre rumlar, bir İslâm büyüğünü aynı yerde asarak Gregorios'un öcünü alıncaya kadar bu kapıyı kitli bulundurmaktadırlar!
[9]. Ne Nakşibendîlik, ne de başka bir tarîkat, esasen Arap muhitlerinde hiç bir zaman tutunamamıştır. Fakat Bağdâdî-Osmanlı dayanışması sonucu bu tarîkat (1820-1870) arası, elli yıl kadar Irak ve Suriye'deki Araplar arasında da bir deceye kadar yayılma eğilimi göstermiştir. Bununla birlikte zamanla selefîlik, laiklik ve sosyalizm gibi akımların çatışma ortamında tamamen eriyip gitmiştir.
[10]. Muhammed Abduh (1849-1905): Mısır ulemâsından ve XIX. Yüzyılda başlayan İslâmî Uyanış Hareketi'nin öncülerindendir. On yaşında öğrenime başlamasına rağmen, bilgi ve kültürde emsallerini geride bırakan bir birikime sahip oldu. Cemâluddîn Afgânî'nin öğrencisi olarak çok yönlü bir kişilik kazandı.
Ömer Nasûhî Bilmen, «Büyük Tefsir Tarihi» adlı eserinde Muhammed Abduh'dan büyük bir stayişle söz ederek hakkında: «Mısır'ın son zamanlarda yetiştirmiş olduğu yüksek bir ilm-ü irfân hazinesidir.» ifâdesini kullanmaktadır.
O'nu bu şekilde ananlar bulunduğu gibi, tam tersine şiddetle eleştirenler, hatta İslâm'ı yıkıcı bir yol izlediğini ileri sürenler de vardır. Fakat bunlar genellikle Modernist Nakşibendîler gibi ırkçı-tarîkatçı kesimlerin başındaki hocalardır.
Dr. Ömer Enis Tabba'ın, Nehc'ül-Belâga'nın grişinde kaleme aldığı yazıda , baba tarafından Türk olduğunu ileri sürdüğü Muhammed Abduh'un çeşitli kaynaklarda ve ansiklopedilerde geniş biyografisi vardır.
[11]. Abdulmecîd bin Muhammed el-Khânî: (1847-1901)
El-Khânî Ailesi'nin üçüncü kuşağındandır. Küçük Muhammed'in oğlu, ("El-Bahja’tus-Seniyye" adlı kitabın yazarı ve Bağdâdî'nin en önemli temsilcilerinden biri olan) Muhammed b. Abdillâh el-Khâni'nin torunudur.
Nakşibendî rûhânîlerinin menkabeleri konusunda yazdığı "El-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq’i Ejillâ'in-Naqshabandiyya" adlı kitapla yeni Nakşibendîler arasında sivrildi; Abdulqâdir el-Cezâirî'den çok yardım gördü; Muhammed Abduh ile yazıştı ve şam selefîleri ile iyi geçindi.
Abdulmecîd’in, Es’ad Sâhib'le arası açıldı. Yazdığı "El-Hadâiq’ul,Wardiyya" adlı eserinde, Es’ad'ın babası Mahmud Sâhib'den hiç söz etmemiş olduğu için Es’ad'ın O'na küstüğü söylenmektedir. Bu da insanlara mürşitlik yapmaya soyunan Nakşibendî şeyhlerinin kişiliğini ortaya koymak bakımından önem taşımaktadır! Öyle anlaşılıyor ki daha tutarlı bir kişilikle tanınan Abdulmecîd, hırs ve komplekslerinin esiri olan Es’ad Sâhib'e katlanamamıştır.
[12]. Bk. Abbas el-Azzâwî, Mawlânâ Khâlid an-Naqshabandî, Kürt Enstitüsü Dergisi Sayı: 1/S. 715 - Bağdad-1973; Abdülmecîd b. Muhammed El-Khânî, El-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq'i Ejillâ'in-Naqshabandiyya s. 231.
Bu son eserde yazar, Berzenjî'nin özür dilediği mektubu nakletmemiş, sadece Bağdâdî'nin O'na verdiği cevâbî mektubu aktarmakla yetinmiştir.
şeyh Ma'rûf en-Nûdehî el-Berzenjî'nin hayatı hakkında Bk. Târikh'ul-Edeb'il-Arabî Fi'l-Irâk: 2/51, 52; Muhammed el-Khâl, şeyh Ma'rûf en-Nûdehi el-Berzenjî, Temeddün Yayınevi-Bağdad
[13]. Abdülmecîd b. Muhammed El-Khânî, El-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq'i Ejillâ'in-Naqshabandiyya s. 231.
[14]. Bu reddiye el yazmasıdır ve istanbul-Süleymaniye Kütüphânesi Es'ad Efendi Bölümü'nde, 1404 sayı altında kayıtlıdır.
[15]. Bu reddiye, Nakşibendî Tarîkatı'nın tamamına karşı yazılmıştır.
Kitabın adı “El-Budûr'ul-Jeliyye Fi'r-Radd'i Ala't-Tarîqa'tin-Naqshabandiyya“'dir. Nakşibendîler tarafından ele geçirilen nüshaları, büyük ihtimalle imha edildiği için eserin izine rastlanmamaktadır. Ancak bir söylentiye göre Kitabın bir tek nüshası Irak'da Brifkan denen bir yerde bulunmaktadır.
[16]. Bk. Abbas el-Azzâwî, Mawlânâ Khâlid an-Naqshabandî, Kürt Enstitüsü Dergisi Sayı: 1/S. 725 - Bağdad-1973.
[17]. Age. S. 715
[18]. Age. S. 717
[19]. Age. S. 719
[20]. Age. S. 719, 720, 721; Tarih-i Lütfi, Cilt-1/S.286
[21]. Halid Bağdadî'nin halîfelerinden Abdulfettah el-Akrî'nin lakabını, Kasım Kufralı, «El-Akarî» olarak yazmıştır. (Bk. Nakşibendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, Türkiyât Enstitüsü No. 337, s. 185); İrfan Gündüz ise bu kelimeyi «El-Ukarî» şeklinde kaydetmiştir. (Bk. Gümüşhânevî Ahmed Zıyâüddîn istanbul-1984 s. 31, 42, 43, 143)
Her iki yazarın da burada küçük bir hataya düştüğü, bu kelimenin, doğru yazılışının: «El-Akrî» olması ve fonetiğine uygun okunabilmesi için de «el-Aqrî» şeklinde yazılması gerektiği kanâatindeyiz. Çünkü yukarıda sözü edilen Abdulfettah'ın, bu lakabı taşıması, O'nun Musul Vilayeti'ne bağlı Akra (Aqrâ) ilçesi'nden olduğunu akla getirmektedir ki Arap dil kurallarına göre O'na Akralı anlamında El-Akrî (el-Aqrî) demek lâzımdır. Sebebine gelince: Akra'ya nisbet amacıyla türetilecek bir «ism-i Mensûb», ne Akarî, ne de Ukarî olur; Bilakis Akrî olur. Fazla bilgi için Arap dil grameri konulu kaynakların «Nisbet Bâbı» na bakınız.
Ayrıca önemine binaen, Arapça’da (ü) sesini çıkaran hiç bir harf bulunmadığına bu ilgiyle değinmek gerekir. Onun için özellikle ilâhiyât ve edebiyat öğrenimi görmüş kimselerin, yukarıdaki alıntıda görüldüğü üzere, «Abdülvahhâb» ve «Adülfettah» adlarında bu harfi kullanmaları şaşırtıcıdır.
Bunlar alıntı olduğu için aynen nakledilmiştir.
[22]. Kasım Kufralı, Nakşibendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 185 Türkiyât Enstitüsü No. 337
[23]. Bk. Abdulmecîd el-Khânî, El-Hadâiq’ul-Wardiyya Fi Haqâiq'ı Ejillâ'in-Naqshabandiyya s. 232, 233
[24]. Bk. Abbas el-Azzâwî, Mawlânâ Khâlid an-Naqshabandî, Kürt Enstitüsü Dergisi Sayı: 1/S. 717 - Bağdad-1973.
[25]. Age. S. 717
[26]. Bu isim, Babil krallarından üçünün adıdır. Arap ve batı kaynaklarında farklı şekillerde yazılır ve okunur. Bunlardan bazıları şöyledir : Nebuchednezzar (Münir Baalbekki, Al-Mawrid); Nabukodonosor (Buhtunnasar) Meydan Larousse Ansiklopedisi.
[27]. Kasım Kufralı, Nakşibendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 103 Türkiyât Enstitüsü No. 337
[28]. Bk. Muhammed bin Abdillâh el-Khânî, El-Bahja’tus-Seniyye s. 42, Suriye-H.1303
Adı geçen kaynakta, mektubun metninden önce muhatabın adı zamirle geçiştirilmiştir. Ancak bu şahsın şeyh ismail şirvânî olduğu kesindir. Bunu, Kasım Kufralı'nın şu sözleri kanıtlamaktadır:
«...Mevlânâ Halid, al-şeyh al-Cezerî'yi Cizre'ye ve al-şeyh ismail al-şirvâni (öl.yakl. H. 1227)'yi de Dağıstan'a göndermişti. Tarîkatı, Kafkasya, Dağıstan, Kazan vb. havalisinde neşre muvaffak olan bu zat, kendisini râbıta ettirdiği için Mevlânâ Halid tarafından tevbih edilmişse de bu halden rucû etmemeştir.» (Bk. Kasım Kufralı, Nakşibendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, S.183, Türkiyât Enstitüsü No. 337, istanbul-1949)
[29]. Bk. Halid Bağdâdî Divanı, beyit : 703-707; 1153-1205.