ehlidunya
Wed 25 July 2012, 04:36 pm GMT +0200
Saadet BAYRİ
Yalnızlık, sabrın düşmanıdır
Her insan için belli dönemlerin belli bir milât anlamı vardır. Ben de üç yıldır hayatımı “anne olduktan sonra” ve “anne olmadan önce” diye ikiye ayırıyorum.
Zira hayata bakışım, olayları yorumlayışım, gördüklerim ve yaşadıklarıma yüklediğim anlamlar bir hayli değişti. Umarsızca yanından geçip gittiğim birçok şeyi önemserken, anladığımı sanıp kısa bir teselli sözünden sonra unuttuğum hayatlar için ise, onlardan habersiz duâ edebiliyorum sessiz ve içten.
Artık, “Hayatın bazı kareleri yaşanmadan, tam anlamıyla hissedilmiyor” gibi kalıp ifadelerle gelen cümlelere tebessüm ediyorum. Büyük sözler etmemeyi, şahit olduğum her şeyi ânında fevri bir şekilde yorumlamamayı ve en önemlisi yargılamamayı öğreniyorum yeniden. “İnşallah” sözü bütün cümlelerimin besmelesi olmak için uğraşırken, kızımın diline değince anlıyorum: “İnşallah derse yakaran, inşa eder yaradan”
Hakkâri’de askerlik yapan oğluna gözyaşları döküyor Fadime teyzem. “Haberleri izleyemiyorum. Kendi çocuğuma şükrederken, başka anaların sızısına dayanamıyorum. Tansiyonum yükseliyor, fenalaşıyorum“ dediğinde, acısına dokunuyorum. Bir evlâdın askere gitmesinin, hele de Hakkâri gibi zor bir şehirde askerlik yapmasının nasıl bir sızı olduğunu bilmesem de, anne olmanın ne demek olduğunu biliyorum. Anne olmanın, evlâdını gözünden bile sakınmak olduğunu ve gece defalarca kalkıp “iyi mi?” diye yoklarken, tebessüm etmek demek olduğunu, hastalandığında, “Allah’ım hastalığını bana ver” diye duâ etmek olduğunu biliyorum. Bundan olsa gerek, Fadime Teyzemin her “oğlum” dediğinde destursuz akan gözyaşlarının anlamını bildiğim için tek bir kelime edemiyor, sadece gözyaşlarına eşlik ediyorum.
***
Birini anlamak, acısına ortak olmak değil; birini anlamak o acıyı yaşamaktır bence. Belki “Empati-Duygudaşlık” denilen şeyin açılımı, tam olarak buydu.
Bazen saatlerce konuşsanız da tesir etmez. Ancak muhatabınızın elini tutup, seni anlıyorum diyen lisan-ı hâliniz çok derde deva olur. Zira her birimizin yaşadığı kendine özel ve her birimizin derdi kendine büyük… Bence “Bu olayı ben yaşasaydım ne yapardım?” sorusuna tam olarak cevap veremiyorsanız, hissetmeye başlamışsınız demektir. Zira, konuşmak yaşamaktan daha kolay geliyor çoğu zaman. Ama yaşarken verdiğimiz tepkiler, anlatırkenki kadar soğukkanlı olmuyor ne yazık ki.
Oysa şimdilerde bize, başkasını dinlememek ve başkasının derdiyle dertlenmemek gerektiği öğretilmeye çalışılıyor. Bundan olsa gerek, karşı komşusunu tanımayan ailelerin ve ayrı odalarda oturan eşlerin sayısı artıyor. Meselâ kızımızın saçını çekti diye, sesimizin tonunu yükseltip, “Bir daha o çocukla konuşmayacaksın!” derken, yalnızlığın hayatlarımıza nasıl misafir edileceğini öğretiyoruz çocuklarımıza. Sonrasında ise hayat boyu yalnızlıktan şikâyet ediyoruz. Yalnızlığın düşmanının sabır olduğunu bilmeden, yaşamaya çalışıyoruz tek ve bir başına.
Öyle anlar vardır ki, sözlerin bittiği tek bir kelimenin dahi hükmünü kaybettiği anlardır o anlar. Bu anları ise karşıdakinin acısına ya da mutluluğuna yakın olanlar değil, dokunabilenler hisseder ve ne yapması gerektiğini bilir.
Unutmayalım ki; insan, hüznüne ve mutluluğuna bakanı değil, dokunanı seviyor.