- Sünnetin Kanun Kaynağı Olması Üzerine Ümmetin İctimai

Adsense kodları


Sünnetin Kanun Kaynağı Olması Üzerine Ümmetin İctimai

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Eslemnur
Tue 28 September 2010, 09:36 am GMT +0200


Sünnetin Kanun Kaynağı Olması Üzerine
Ümmetin İctimai

Biz eğer Kur'an-ı Kerime hakkiyle inanır da, kendi uydurduğumuz fikir ve nazariyelerin bataklığına saplan­mazsak, o zaman göreceğiz ki, Kur'an-ı Kerim açık, kesin ve şüphe kabul etmez bir şekilde şu gerçekleri ortaya koymuş bulunmaktadır: Allahın Resulü, Sallallahu aleyhi ve sellem, bütün bir insanlığa gönderilmiş bulunan, bir Muallim, bir Mürebbi, (Öğretmen ve eğitmen), bir önder, bir Lider, bir Rehber, Allah Kelâmının bir açıklayıcısı, bir Şari ve Kanun yapıcı (Law giver), bir Hakim, bir İdareci ve Âmir, bir Başkumandan vasıflarını da taşımaktadır. Allah Resulü bu vasıflanrı Kitab-ı Kerime istinaden Risaletin ayrılmaz bir parçası olarak elde etmiş bulunu­yor. İlahî Kelâmdaki bu apaçık görülen gerçekler, Sa­habe-i Kiram devrinden bu güne kadar bütün müslümanlar tarafından ittifakla kabul edilmiş ve benimsen­miştir. Buna göre, yukarıda bahsedilen bu va­sıflar dairesinde Zatı Saadetlerinin bütün yaptığı işler, davranış ve fiiller Kur'an-ı Kerimden sonra ikinci kanun kaynağı (Source of law) dır.

Sünnetin kanun kaynağı kabul edilmesinin kararlaştı­rılmış olmasından sonra şu soru meydana çıkar: Sünneti belirtmek, ve bunu açığa çıkarmanın usulü nedir? Hangi vasıtalarla ve nelerle biz sünneti elde edeceğiz?

Bu sualin cevabı olarak, şunu arz edeceğim ki, bu­gün on dört asırdan bir çeyrek kadar az bir zaman geç­miştir. Bu soru yalnız devrimizin müslümanlarına özgü olmayıp her devirde aynı soru söz konusu edilmiştir. Bir buçuk bin seneye yakın bir zaman önce Resulullaha Peygamberlik verilmiştir. O zamandan günümüze kadar sünnet nasıl devam etmiş ve bırakılmamıştır? Bu hu­susta iki tarihi hakikat vardır:

 1. Birincisi şudur ki: Kur'an-ı Kerimin talimi ve Haz­ret-i Munammed Sallallahu aleyhi ve sellemin sünneti üzerine İslama mahsus yaşayışın başladığı ilk günden beri bu tâlim ve bu usul gayet canlı olarak günümüze kadar zincirleme devam edegelmiş ve ayakta tutulmuş­tur. Yaşayışta bir gün bile bu tarz tatbikatın arası kesil­memiş ve kesintiye uğramamıştır. Bütün İslami yönetim işleri de buna. göre yürütülüp gitmiştir. Bugün, bütün dünyada yaşayan müslümanları aki­delerinde, düşünce tarzında, fikirlerinde, ahlâk ve âdetlerinde, ibadet ve mu­amelelerinde, yaşayış nazariyelerinde ve hayat yolla­rında bu esas bütün titizliği ile gözönüne alınmıştır. Bu hususta bazı ihtilaflar varsa da bunlar arasında yine bir ahenk mevcuttur. Bu şekilde, bütün yeryüzüne yayılmış bulunan müslümanlar bir ümmet olmak vasfını bu -kop­maz bağ sayesinde kazanmışlardır. Bu geniş camianın ümmet olma temeli de yine bu cevher olmuştur. Buradan şu mesele de sabit oluyor ki, muaşeret usulü üzerine yürürlükte olan bir sünnet vardır. Bu sünnet yüzlerce senedenberi zincirleme bir şekilde devam ettirilmiştir. Bu sünnat kaybolmuş bir şey değildir ki, biz onu aramak, bulmak ve elde etmek için uğraşalım? Buna kavuşabil­mek için karanlıklarda uğraşıp didinelim?

Yukarıda geniş olarak anlattığımız gibi, Nebi Sallallahu aleyhi ve sellem, kendi devri saadetlerinde müslümanlar için, sadece bir vaiz, bir mürşid ve bir tari­kat şeyhi değildi. Belki fiili olarak, islâmî cemaatın, yani İslâm ümmetinin lideri, Önderi, rehberi, yol göstericisi, amiri, idarecisi, hakimi, kanun koyucusus, terbiye edicisi, muallimi idi. Her ne şekilde olursa olsun, akide ve düşün­ceden tutun da fiili yaşayışın bütün noktalarına kadar, islâm camiasını oluşturan yalnız Zatı Saadetleridir. Zatı Risaletpenahilerinin bildirdikleri, öğrettikleri, kararlaştır­dıkları usuller ve yollar üzerine İslâm camiası oluşmuş bulunuyor.

O yüce peygamberin öğrettikleri sadece namaz, oruç ve hac gibi işlere sınırlı değildir. Bunları öğretmekle işi bitirmemişlerdir. Müslünanlar da sadece vaaz dinlemek ve öğütlere kulak asmakla kalmamışlardır. Vaaz-ı dan sonra da müslü­man­lar kendi hallerine bırakılmamışlardır. Halbuki gerçek tamamen başkadır. Zatı Saadetlerinin Öğrettikleri namaz, derhal mescidlerde, camilerde bir cemaatin oluşmasına sebep olmuş ve müslümanlar bu usulü ayakta tutmuşlardır. Yine aynı şekilde evlenmek aile kurmak, talak ve miras hususlarına ait, Zatı Saadet­lerinin kararlaştırdıkları kanunlara, derhal müslüman ai­leler uyarak, işlerini bu kanunlar üzerine tanzim etmek yolunu tutmuşlardır. Alış verişte de Zatı Risaletpenahilerinin kararlaştırdıkları İslâm iktisadına ait kanun ve nizamlar, çarşı ve pazarda geçerliilik kazanmış, herkes tarafından da benimsenmiştir. Adlî işlerde ve ihti­lafların halledilmesinde Zatı Saadetleri ne yapmışlarsa islâm hukukuna temel ve kaynak teşkil etmiş ve bütün İslâm memleketlerinde tatbik edilmiştir. Muharebelerde ve dış devletlerle münasebetlerde Zatı Saadetlerinin tu­tumu devletlerarası hukukun doğmasına sebebiyet ver­miştir. Hülâsa, topyekûn İslâmî yaşayışta ve islâmi hayat nizamında o mukaddes peygamberin yaptıkları işlerin her cephesinde İnsanlığın Efendisinin Sünneti'nin yürürlükte olduğu görülmüştür. Zatı Saadetleri, Sünnetini ya kendi devirlerinde tamamen yürürlüğe koymuşlar yahut da kendilerinden sonra bu sünnet üzerine kararlar verilmiş­tir. Buna göre Zatı Risaletpenahilerinin sünneti islâmın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Çünkü Allah Resulü ken­dileri bu hususu İslama bir cüz yapmışlardır.

 İşte Sünnet diye bilinen malum ve genel geçerliliği olan bu örf ve âdetlerdir ki, camiden iktisadî hayata, adalet, hükümet daireleri, devletlerarası hukuka kadar, müslümanların sosyal yaşayışlarının bütün şubelerinde Zatı Saadetlerinin amelî olarak başladıkları işler kendile­rinden sonra Hulefa-i Raşidin tarafından devam ettirilmiş ve zamanımıza kadar da sosyal hususlarda süre getiril­miştir. Son asra kadar da hiç bir kesinti olmadan zincir­leme sürüp gelmiştir. Son zamanlarda bir kesinti olmuşsa da bu kesinti ancak hükümet, adalet, umumî kanunlar ve idarî işlerde olmuştur ki, bu durum işleri karma karışık bir hale getirmiş ve içinden çıkılmaz bir şekle sokmuştur.

Sünnet hususunda, bir tarafta istinadlı hadislerin ri­vayeti diğer tarafdan da mütevatiren süregelen ümmetin yaptığı işler ve tuttuğu ameller vardır. Bunların her ikisi de birbirlerine uymakta ve mutabakat etmektedirler.

3.      İkinci tarihi gerçek de şudur ki, Nebi Sallallahu aley hi ve sellemin devri saadetlerinden sonra da her zaman müs­lümanlar şu konu üzerinde titizlikle durmuş­lardır: Sünnetin sabit bir halde tesbit edilebilmesi için çok büyük ilmî çalışmalar yapılmış ve bu uğurda büyük gay­retler sarfedil­miştir. Burada bir de şu husus vardır ki, yukarıda bahsettiğimiz belli ve genel geçerliliği olan sün­netler ile bilinen ve mutaaref sünnetlerden başka diğer bazı sünnetler de vardır. Bu ikinci kısım sünnetler Zatı Risatetpenahilerinin devri saadetlerinde pek bilinen ve genel geçerliliği olmamışlardır. Bunlar muhtelif zaman­larda, Zatı Risaletpenahilerinin ihtilaflar hakkındaki çö­zümleri, bazı nasihatleri ve öğütleri, bazı emir ve nehiy­leri, bazı takrir ve beyanları,[80] müsaadeleri, yahut da ame­len gösterip duyurdukları şeylerdir. Ancak bazı özel kişiler bunları biliyorlardı. Umum halk bunları bilmiyor­lardı.

Bu sünnetlere ait bilgiler, halk arasında dağılmış bu­lunuyordu. Ümmet efradı Zatı Saadetlerinin devrinden ve ahrete teşriflerinden sonra bunları toplamaya başladılar. Hemen işe koyulup o mübarek hadis-i şerifleri islâm ül­kelerinin dört bucağından topladılar. Nitekim, o zaman­dan beri, halifeler, idareciler, âmirler, hâkimler, müftüler, hatta avam halk bile kendi işleri gereği bir çok mesele­lerle karşılaşıyorlardı. Bu meseleleri ne şekilde değerlen­direceklerini düşünmeden önce, acaba Zatı Saadetleri bu iş hakkında ne gibi bir hüküm vermiştir diye titiz bir araş­tırmaya girişiyorlardı. Eğer böyle bir emir ve hüküm varsa ona göre hareket ediyorlardı. Olmadığı takdirde ise o zaman diğer çarelere baş vuruyorlardı.

Yaşanılan hayatın her şubesinde cereyan eden ha­diseleri İslâma göre değerlendirmek ihtiyacı, "Sünnet" i aramayı gerektirdi. Ve bu çalışmalar Hadis ilminin doğ­masına yol açtı. Böylelikle Sünnet hakkında bilgisi olan kimseler araştırıldı. Böyle bir bilgisi olan şahıslar da bu bilgilerini başkalarına duyurmayı ve başkalarını haberdar etmeyi kendilerine bir vazife bildiler. İşte bu iş Hadis riva­yetlerinin başlangıcını oluşturdus. Hicretin 11 inci sene­sinden itibaren işe girişildi ve hicretin üçüncü hatta dör­düncü yüz yılına kadar bu çalışmalar devam etti. İslâm âleminin her tarafında dağınık bir halde bulunan Hadisler toplandı. Bir araya getirildi. Hadis konularını düzenle­yenler, her türlü karışıklıkları bertaraf edebilmek için en zor usullere baş vurdular. Nitekim, bir hakkı isbat yahut da iptal eden herhangi bir Sünnet, veya helâl ve harama ait bulunan yahut da birisinin ceza görüp görmemesine ait olan kısacası bütün ahkâm ve kanunlar kaydedildi. Bunlar hakkında İslâm hükümetleri, adalet makamları, fetva daireleri, o kadar titizlikle durdular ki, her kim kalkıp da (Zatı Saadetleri şöyle buyurdu. Kale'n - Nebiyyü sallallahû aleyhi ve sellem) dedi mi, hemen hâkim, kadı veya müftü onun sözüne itibar eder ve bu söz üzerine hüküm verirdi. Bu defa bu mevzuların üzerinde daha da titizlikte duruldu. Ahkâma ait olan Sünnetler üzerinde inceden inceye incelemeler ve eleştiriler yapıldı. Riva­yetlerin zincirlerine dikkat edildi. Rivayetler arasında da incelemeler başladı. Bütün bunlar yapıldıktan ve bütün malzemeler toplandıktan sonra, incelemelere girişildi. Rivayetler sağlam bulunduğu takdirde kabul edildi. Yahut da rivayet sahiplerinin vaziyetleri şüpheli görülerek kabul edilmedi. Bundan sonra sünnetlerin sıhhat ve doğruluk derecelerini ölçen kaide ve ölçüler hususunda artık her­kes aynı fikre sahip oldu. Sünnetlerin kanun kaynağı olması dolayısiyle, her işte, adalet işlerinden, hükümet muamelelerine kadar Sünnet göre hüküm vermek yoluna gidildi. Bunun için yapılan araştırma ve incelemelerde katiyyen müsamaha ve ihmal gösterilmedi.

Bu hususları tahkik etmenin ve incelemelerin usulü ortaya kondu. Bu ilmî ve usule uygun çalışmaların neti­celeri İslâmın ilk Hilâfet devrinden, zamanımıza kadar, nesilden nesile zincirleme bir şekilde, bize kadar manevî bir miras olarak gelmiştir. Arası kesilmeden, her nesil tarafından muhafaza edilmiştir.

Bu iki gerçeği, bir kimse iyi anlarsa ve sünneti tahkik etmenin usul ve kaidelerini ilmî bir şekilde mütalâa ederse, halledilmesi zor görünen bu çok mühim mese­lede kendiliğinden halledilmiş olacaktır.