- Muhaliflere Göre Sünnette Zikredilen Herşey Kitap İçin Açıklama Mıdır?

Adsense kodları


Muhaliflere Göre Sünnette Zikredilen Herşey Kitap İçin Açıklama Mıdır?

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Mon 23 May 2011, 04:11 pm GMT +0200
MUHALİFLERE GÖRE SÜNNETTE ZİKREDİLEN HER ŞEY KİTAP İÇİN BİR AÇIKLAMA MIDIR?

Bunları zikretmeden önce, İmam Şafiî'nin (r.h) de ifade ettiği gibi muhaliflerle anlaşamadığımız konuyu hatırlatacağız. Bu, Ki-tab'm bahsetmediği bir hükmü tek başına ortaya koyan sünnettir. Önce bu konuyu gözönünde bulundur. Sonra Şâtibî'nin zikrettikleri­ni iyice anlayıp hüküm ver.

Şâtibî (r.a.), der ki:[808]  Bu konuda, -yani bütün sünnet, Kur'ân için bir açıklamadan ibarettir anlayışında- insanlar için birtakım is­bat yol ve yöntemleri vardır. Bunlar altı tanedir.

Birinci Yol: Bu isbat şekli gerçekten çok umûmîdir. Burada sanki Ritab'dan, sünnetle amelin sıhhatine ve ona ittibamn lüzumu­na delil çıkarmak gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu da ALLAH Teâlâ'nın: "Kim, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygambere aykırı harekette bulunur ve müzminlerin yolundan baş­kasına uyarsa, onu döndüğü sapıklıkta bırakırız. Âhirette de kendisi­ni Cehenneme sokarız,"[809]  âyetinden icmânın bir delil olduğunu çı­karmak gibidir.[810]

Şâtibî, nakledilmesini gerektirecek herhangi bir sebep yokken birtakım haberler zikrettikten sonra şöyle der: "Bu yol, sünnetle amelin gerekli olduğuna delil getirmek gibi bir şey oldu. Veya bizatihi delil getirilmiş oldu. Fakat bununla sünnette bulunan şeyler, Kitab'ın delâlet ettiği tafsili mânâlara ait ve dahil edilmiştir," Şâtibî'nin sözü burada bitti. Bir iki noktaya açıklık getirmek istiyo­ruz.

Şâtibî'nin: "Bu, istidlale (sünnet için delil getirmeye) benziyor" sözü, doğru değildir, kabul edilemez. Oradaki söz ve deliller, bizzat sünnetle amelin gerekli olduğunu isbat için ileri sürülmüştür. Bunun için sadece: "O, ancak bunun için yapılmıştır," demek gerekir. "Da­hil edildi" sözü de üzerinde anlaşamadığımız konuda bir şey ifade etmiyor. Çünkü sünnetin delil olduğunu gösteren âyetler için: "Bun­lar, sünnetle sabit olan fert hükümleri de ortaya koymuştur," dene­mez. Meselâ, "Namaz kılınız" âyeti, namazın farz olduğunu ifade et­mektedir; fakat sünnetle sabit olan namaz fiillerine ve şekline dair bir şey söylememektedir.

Sonra buradaki isbat şekli, işi tersine çevirmektedir. Buna göre Kur'ân, sünnette mevcut hükümlerin açıklayıcısı olmaktadır. Çünkü Kur'ân, sünnetin hüccet oluşuna bir delildir. Aklen bir şeye delil olan, delâlet edilen şeyin ihtiva ettiği ve ortaya koyduğu şeyleri açık­lar. Aksi olmaz.

Eğer sen, bunu kabul etmeyip: "Ancak delâlet edilen, delil olanı açıklar," dersen; sana deriz ki: Sünnette de Kur'ânla amelin vâcib olduğunu ifade eden hadisler nakledilmiştir. Senin sözüne göre Kur'ân, sünnetteki hükümler için bir açıklayıcı olmakta, müstakil hüküm bildirmesi sahih olmamaktadır. Bunu söyleyebilir misin?

İkinci Yol: Şâtibî (r.a), devamla der ki:[811] İkinci yol, ulemâ ya­nında en meşhur olanıdır. Burada sözkonusu olan sünnetler, Kur'ân'm mücmel (kısa ve kapalı) olarak zikrettiği bir hükmün nasıl uygulanacağını veya sebeplerini, şartlarını, mânilerini, ona dahil edi­len şeyleri veya bunlara benzer taraflarını açıklar. Meselâ sünnetin, namazların vakitlerini, rükû, secde ve diğer hükümlerini açıklaması gibi.

Yine zekâtın miktarım, vaktini, zekâtı verilecek malların nisa­bını, zekâta tâbi olan ve olmayan mal çeşitlerini açıklayan, orucun hükümlerini ve Kitab'da bahsedilmeyen yönlerini ortaya koyan ha­disleri burada örnek verebiliriz. Aynı şekilde hükmî ve hakikî pisliklerden temizlik, hac, hayvan boğazlama, av, eti yenen ve yenmeyen hayvan, nikâh ve bununla alâkalı olarak boşama, geri dönme, zihar, liân gibi meseleler, alış-veriş ve hükümleri, cinayetler, kısas ve ben­zeri konularda açıklamalarda bulunan hadisler de böyledir. Bütün bunlar, Kur'ân'da mücmel (kısa ve kapalı) olarak zikredilen hüküm­lerin bir açıklamasıdır. İşte, hadislerin: "Sana da insanlara kendile­rine indirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik,"[812]  âyetinin hük­mü altına girmesi böyle olmaktadır.

Rivayet edildiğine göre İmran b. Husayn (r.a), "Bize sadece Kur'ân'dan bahset," diyen bir adama: "Sen, çok ahmak bir kimsesin. ALLAH'ın Kitabı'nda öğle namazının farzının dört rek'at olduğunu ve kıraatin açıktan yapılmayacağını bulabilir misin?" dedi. Sonra diğer namazları, zekâtı ve benzeri ibâdetleri sayarak: "ALLAH'ın Kitabı'nda bunları açıklanmış olarak bulabilir misin? ALLAH'ın Kitabı, bunları kısa ve kapalı olarak ifade etmiş, sünnet de açıklamıştır," dedi.[813]

Mutarrıf b. Abdullah'a: "Bize hadis anlatıp durmayın; ancak Kur'ân'dan bahsedin," denilince şöyle demiştir: "Vallahi biz, hadis­leri Kur'ân'ın yerine anlatmıyoruz. Bilakis hadisleri anlatmaktaki gayemiz, Kur'ân'ı en iyi bilen Hz. Peygamber (s.a.v)'in bildiklerini ve bildirdiklerini anlatmaktır."[814]

Evzâî, Hasan b. Atıyye'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah'a vahiy indiğinde Cebrail (a.s), onu açıklayacak sünneti de getiriyor ve O'na öğretiyordu."[815]

Evzâî demiştir ki: "(Açıklanmaya ihtiyacı olduğu için) Kur'ân, sünnetin ona muhtaç olmasından daha çok sünnete muhtaçtır."

Ibn Abdilberr, bunu şöyle yorumlar: "Evzâî, şunu anlatmak istiyor: Sünnet, Kur'ân üzerine hüküm koyar ve onun murâdını açık­lar."[816]

İmam Ahmed b. Hanbel'e: "Sünnet, Kitab üzerine hüküm ko­yucudur," sözü sorulunca: "Ben bunu söylemeye cesaret edemem; fa­kat 'Sünnet, Kitab'ı tefsir eder ve hükümlerini açıklar' derim," diye karşılık vermiştir.

Sünnetin, Kur'ân'ın bir açıklaması olduğu konusundaki bu açık­lama şekli, maksadı daha güzel anlatmakta ve ulemâ arasında da daha yaygın olarak kullanılmaktadır.

Şâtibî, ikinci isbat yolunu ve yöntemini de böyle özetledi. Şimdi bir değerlendirmesini yapalım.

Kendisine deriz ki: Eğer bu anlattıklarınla, sünnetin bir kısmı, Kitab'da kısaca zikredilen hükümlerin -meselâ, namaz ve zekâtı farz kılan âyetler gibi- bir açıklamasıdır, demek istiyorsan buna katılırız.

Eğer bütün sünnetin böyle olduğunu anlatmak istiyorsan bu, henüz açıklığa kavuşturmadığın bir konudur. "Bana göre bütün bun­lar, Kur'ân'da mücmel olarak zikredilen hükümler için bir açıklama­dır" sözünle, bütün sünnet çeşitlerini kasdediyorsan bu, kabul edile­mez. Bunun isbatı da bize düşmez.

Sonuç bölümünün ikinci bahsinde, her tahsis ve nesheden nas-sın iki yönü olduğunu, bir yönden Kitab'm murâdını açıkladığını, di­ğer yönden de bu muradın dışında kendi başına bir hüküm ifade etti­ğini açıklamıştık. Diğer şart ve kayıtlarda da benzeri durum olmak­tadır. Bunu iyice düşünürsen, Şâtibî'nin sözündeki karışıklık ve ka­palılık ortaya çıkar.

İmran b. Husayn'm (r.a): "Sünnet, bu çeşit Kur'âni hükümleri açıklar" sözü, sünnetin sadece Kur'ân'ı açıklayıcı olduğunu ifade et­mez. Onun burada bu açıklamaya değinmesi, sadece verdiği misalde nıuhâtabını ikna etmek içindir. Çünkü burada aranan, sünnetin o vasfı idi.

Mutarrıf m: "Fakat biz, Kur'ân'ı bizden daha iyi bilenin sözle­rini aktarmak istiyoruz" sözü, şunu ifade eder: Kur'ân, bazen müçte-hidlerin dil, kaide ve kalıplarına göre hüküm çıkarabilecekleri bir nass zikretmeksizin bir hükmü içinde bulundurur. Bunu, bize ancak Hz. Peygamber (s.a.v) açıp ortaya koyar. Çünkü O, ALLAH Teâlâ'nm kendisine Cibril (a.s) yahut özel ilhamı vasıtasıyla öğrettiği ilimle, Kur'ân'da kendisinden başka hiçbir insanın bilemediği sırları bilir ve bildirir. Bu da bizim sahip olduğumuz görüşü isbat eder.

Şâtibî'nin bundan sonra diğer imamlardan naklettiği sözler, ke­sinlikle sünnetin sadece açıklama yapacağını ifade etmez. Bu, açık­tır.

Üçüncü Yol: Şâtibî (r.a), der ki:[817]  "Sünnetin, Kur'ân'ın bir açıklaması olduğu isbat edilirken nazar-ı dikkate alınan bir diğer yol da Kur'ân'ın genel olarak ifade ve delâlet ettiği şeylere bakmaktır.

Bunlar incelendiğinde, hemen hepsinin daha geniş ve noksansız bir şekilde sünnette mevcut olduğu görülebilecektir. Sünnette, Kur'ân'a ziyâde olarak birtakım açıklama ve şerhler yapılmışır. Şöyle ki: Kur'ân-ı Kerîm, ele geçirilmesini isteyerek dünya ve âhiretin menfaat ve maslahatlarını açıklamış, sakınılması için de her iki dünyanın tehlike ve fesadını beyân etmiştir. Daha önce geçtiği gibi maslahatlar üç kısımdır:

1-  Zarûriyyât: Din ve dünya için zarurî olan şeyler. Bunları kâmil mânâda temin eden şeyler de bu kısma girer.

2-  Hâciyyât: Din ve dünya için ihtiyaç olan ve bunları en güzel şekilde tamamlayan şeyler, hâciyyât olarak tarif edilir.

3- Tahsiniyyât: Zaruret ve ihtiyacın dışında kalıp dini ve hayatı güzelleştiren ve buna ileri seviyede hizmet eden şeyler, bu kısmı oluş­turur.

Kitâbü'l-Makâsıd'da etraflıca işlenen bu üç kısma eklenecek her­hangi bir şey yoktur. Sünnete baktığımızda, onun da üç şeyin dışın­da bir şey ortaya koymadığını görürüz. Şu halde Kitab, bu şeylerle il­gili birtakım esaslar ortaya koymuş, sünnet de Kitab'a ilâve olarak birtakım eklemelerde ve onlarla ilgili açıklamalarda bulunmuştur. Araştırırsan, sünnette mevcut bütün şeylerin bu kısımlara râci ve da­hil olduğunu görürsün."

Bu, Şâtibî'nin değerlendirmesi. Biz de kendisine deriz ki: Şüp­hesiz, bu maslahatlar ve umûmî işler, Kitab'da zikredildiği gibi sün­nette de zikredilmiştir. Bir kısmı sünnette açıklandığı gibi diğer bir kısmı da Kitab'da açıklanmıştır. Her ikisi de ALLAH katından gelen ve delil olarak kullanılma yönüyle, biri diğerine eşit iki vahiydir. Bu du­rumda senin, birine asıl, diğerine açıklama deyip birisini destekleme, diğerini ihmal etme imkânın yoktur. Buna göre senin: "Şüphesiz Ki­tab, tek başına hüküm koyamaz. Çünkü bu maslahatlar, sünnette or­taya konmuş ve Kitab'da açıklanmıştır," demen caiz midir?

Bir de şu var: Bu hükümlerin, sırf Kitab'da zikredildiğini ve sünnette sadece açıklandığım kabul ettiğimizde, hakkında icmâlen veya tafsilâtla bir nass bulunmayan bu tür işlerin hükmünü kendi başımıza anlamamız mümkün müdür? Farzedelim ki Kitab, bu umûmî maslahatlar hakkında açıkça bir beyânda bulunsun; fakat ne Kitab ve ne de sünnet bunların tafsilâtına değinmemiş olsun. Bu du­rumda bizim, Ramazan orucunun vâcib, bayram günü tutulan oru­cun haram olduğunu, gasb edenle yankesiciye uygulanmayıp hırsıza had uygulanacağını ve ilk seferinde sağ elinin kesileceğini, zina eden bekârın cezasının yüz sopa ve bir yıl sürgün, evli kimsenin zina ceza­sının ise recm olduğunu ve bunlar gibi diğer muamelelerin hükmünü kendi başımıza anlamamız mümkün müdür?

Baksana, Mu'tezile bile akılla bilinebilir dedikleri husûn (iyilik) ve kubûh (kötü, çirkin) meselesinde senin görüşüne yakın fikir ileri sürdükleri halde, açıkça şunu itiraf etmişlerdir: "Akıl, bazı hükümle­re kendi başına ulaşamaz."

Kur'ân'ın, maslahat ve umuma ait işleri açıkça zikrettiğini far-zetsek bile bir müçtehide, sadece bu nasla onların hükmünü anla­mak mümkün olmayınca bu, seni eleştiriden kurtaramaz.

Dördüncü Yol: Şâtibî (r.a), der ki:[818] "Sünnetin, Kitab'm bir açıklaması olduğunu isbat yollarından birisi de içtihadın alan ve oluşumuyla, usûl ve fer'î hükümler arasında cereyan eden kıyasa bakmaktır. Önce içtihadı ele alalım: Kur'ân veya sünnette helâl ve haramı belirleyen açık naslar bulunur. Bir de her iki tarafın arasın­da kalan ve her birinin taraf ve hükmüne hamledilebilecek içtihada muhtaç meseleler vardır. Çoğu zaman, bu meselelerde değerlendirme yapmak ve bir sonuca ulaşmak, açık ve kolay olur. O zaman konu, müçtehidlerin değerlendirmesine havale edilir. Nitekim bu, içtihad bölümünde açıklanmıştı.

Çoğu zaman da mesele, değerlendirenin anlayamayacağı ya da illetinin belirlenemeyeceği taabbüdî bir konu olur. İşte böyle bir du­rumda, Rasûlullah (s.a.v)'tan onun hakkında bir açıklama gelir ve meseleyi haram veya helâlden birisine katar veya ihtiyatî bir tedbir olarak ya da başka bir sebepten dolayı durum ve zamana göre onun her iki tarafın da hükmünü alabileceğini belirler. Burada kasdedilen mânâ işte budur."

Şâtibî, daha sonra kıyas alanına giren hadisleri ele alır ve der ki:[819]  "Kur'ân-ı Kerîm'de, benzerlerinin de kendi hükmünde olduğunu gösteren birtakım esaslar bulunur. Bu esaslar mutlak olarak zikredi­lince, bazı kayıtlarla zikredilen hükümlerin de onlar gibi olduğu ko­layca anlaşılır. Bu durumda, sünnetin konu ile ilgili beyânına daya­nılarak, fert meselelerin detayına gidilmeksizin bu esaslarla yetini-lir. Bu yaklaşım, kendine kıyas yapılan nassın -her ne kadar lafzen has da olsa- mânâ bakımından umûmî olduğu esasından hareketle olmaktadır.  Konunun  izahı,  deliller  bahsinde geçmişti.   Özetle, Kur'ân'da bir konu hakkında bir nass varsa, sünnet ya onunla aynı mânâda olanı veya ona yakın olanı ya da ona benzer olanı getirmiş olacaktır. Burada anlatılmak istenen de budur. Rasûlullah (s.a.v)'ın, sözkonusu hadisi, kıyas yoluyla ya da vahye müsteniden söylemiş ol­ması arasında bir fark yoktur, diyebiliriz. Her halükârda o hadis, bi­zim anlayışımızda kıyas yapılmış bir söz olarak değerlendirilecek ve deliller bölümünde izah edilen mânâda Kitab'ın aslının onu ihtiva ettiği kabul edilecektir."

Şâtibî'nin sözü burada bitti. Şimdi bir değerlendirmesini yapa­lım. Kendisine deriz ki: Senin, içtihad alanını izah ederken söyledi­ğin: "Çoğu zaman değerlendiricinin anlayamayacağı ya da illetinin belirlenemeyeceği taabbüdî bir konu olur. İşte bu durumda Rasûlullah (s.a.v)'tan onun hakkında bir açıklama gelir," sözün, sa­na cevap olarak bize yeterlidir. Çünkü sen itiraf ettin ki, Kitab'da zikredilen iki taraf (helâl ve haram) arasındaki vasıta ve illeti bazen müçtehid direkt Kitab'dan anlayamaz. Orada Rasûlullah (s.a.v) dev­reye girerek sünnetiyle illeti belirler ve bize hükmü bildirir. Ancak sen, bu durumda Hz. Peygamber (s.a.v)'in koyduğu hükme "beyân" diyorsun, biz ise ona, "müstakil hüküm koyan sünnet" ismini veriyo­ruz. Çünkü Kitab, icmâlen veya tafsilâtla, müçtehidin anlayacağı şe­kilde meseleye değinmemiş tir.

Kıyas alanında da aynı şeyler söylenebilir. İçtihadda belirttiğin şekilde müçtehid, feri meselenin hükmünü anlamaktan bazen âciz kalmakta, devreye giren sünnet, meseleyi halletmektedir.

İllette veya fer'î meselede, Hz. Peygamber'in sünnetiyle halletiği hükmün, ona indirilen bir vahiy veya başkalarında bulunmayıp Al­lah Teâlâ'mn kendisine lütfettiği ilim ve hikmete dayanan bir içti-hadla verilmesi, bu konu hakkındaki düşüncelerimizi etkilemez. Bu­rada önemli olan şudur; Hz. Peygamber (s.a.v), Kitab'ın bahsetmedi­ği bir hükmü ortaya koymuştur ve O'nun hüküm koyması, bir hüccet olmuştur. Çünkü O'nun hükmü ya bir vahye ya da hatadan korunup Cenâb-ı Hakk tarafından tasvip gördüğü bir içtihada dayanmakta­dır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in içtihadının hüccet oluşu, ancak O'nun içtihadında hatadan korunmasından veya verdiği hükme ilâhî rıza ve tasdikten kaynaklanmaktadır. İlletin veya fer'î meselenin hükmü­nün anlaşılabilir olmasına gelince bu, iki şekilde olur: Ya Sâri (ALLAH Teâlâ), iki taraftan birinin illetini veya hükmün aslını Kitab'da zik­reder ve biz, bu illetin hükme götürecek vasıtayı veya fer'î meseleyi kapsadığını görürüz. Bu durumda fer'in veya vasıtanın hükmü Ki­tab'da zikredilmiş olmakta, aynı konuda gelen sünnet de onu te'kid kabilinden sayılmaktadır. Fakat bu, ALLAH Teâlâ'mn Kitab'da her hükmün illetini belirtmediği anlamına gelmez. İlleti bilinmeyen ve belirtilmeyen hüküm çok azdır. Fakat hükmün illeti sünnette belir­tildiğinde, vasıta ve fer'î meseledeki hükmü, tek başına sünnet belir­lemiş olmaktadır.

Yahut mesele, nassa dayanmaksızın, illetin istinbat yoluyla tes-bit edilebilme siyle anlaşılabilir. Hükümler arasındaki münasebetin belirlenmesi gibi. Bu durumda vasıta ve fer'î meseledeki hüküm kı­yas ile sabit olmaktadır. Eğer birinci durumda da nass sadece illeti bildirip hükmü belirtmezse, bu illete dayanılarak varılan hüküm de kıyasla ortaya konmuş olacaktır.

O zaman, senin yukarıda geçen: "Rasûlullah (s.a.v)'ın sözkonu­su hadisi kıyas yoluyla ya da vahye müsteniden söylemiş olması ara­sında bir fark yoktur, diyebiliriz sözüne bakacak olursak, sanki sen, kıyasla müstakil hüküm konabilir fakat sünnet için bu yetki yoktur," demiş oluyorsun. Biz de deriz ki: Hangi tür vahiyle olursa olsun, Al­lah Teâlâ'nın hüküm koyması, bizim anlayış ve zihinlerimizde dola­şan ve oluşan şeylere bağlı değildir. İsterse bizim zihinlerimizde olu­şan şeyler apaçık zahir olsun; ilâhî hükümler, ona uyar da uymaz da. Kıyas ise zarurî bir delildir; onunla ancak herhangi bir vahiy çeşidi ile ALLAH'ın hükmünü bilmekten âciz kalındığında amel edilir. Sünne­tin yanında onun bir kıymeti yoktur. Sünnete uysun veya uymasın, durum değişmez. Hatta içtihad ve Hz. Peygamber'in kıyasından olu­şan sünnet yanında da durum böyledir. Çünkü biz, bu tür sünneti ancak içtihad anında hatadan korunduğu yahut ALLAH Teâlâ'mn Pey­gamber'in hükmünü tasvip etmesinden dolayı delil olarak kullanırız. Sonra deriz ki: Sen, Kitab'ın hakkında hüküm bildirmediği bir konu­da, tek başına kıyas ile hüküm vermeyi caiz görüyorsun da tek başı­na sünnet ile hüküm tesbit etmeyi uygun görmüyor musun?

Sünneti, Kitab'dan daha aşağı bir derecede değerlendirirken sende bazı şüpheler oluşuyor. Fakat sen: "Sünnet, kıyastan sonra ge­lir. Kıyas, Kitab'a uyarsa yeni bir hüküm koyucu olur; bu durumdaki sünnet ise Kitab'ın hükmünü desteklemiş olur. Kıyas, tek başına hü­küm koyma gücüne sahiptir; hadis böyle değildir," derken azıcık şüp­hen bulunmuyor. Hayret doğrusu!

Beşinci Yol: Şâtibî (r.a), devamla der ki: "Sünnetin Kitab'ın bir açıklamasından ibaret olduğunu iddia edenlerin, bunu isbat yol­larından birisi de Kur'ân'ın çeşitli delillerinden ortaya çıkan toplu mânâların dikkate alınmasıdır. Deliller çeşitli mânâlarda gelmiş olabilir. Fakat mesâlih-i mürsele ya da istihsandakine benzer bir du­rumla tek bir mânâ, onların hepsini kapsar mahiyettedir. Sünnet de işte bu kapsamlı mânânın gereğine ve gerçeğine uygun beyânlarda bulunur. Böylece sözkonusu mânânın, bütün bu cüzlerin toplamın­dan çıkarıldığı bilinir ya da zannedilir. Elbette bu, sünnetin sadece Kitab'ın açıklaması için geldiğini gösteren delilin sıhhati üzerine bi­na edilmiş bir anlayıştır. Bunun misâli, sert- deliller bölümünün ev­velinde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in: 'Zarar vermek ve zarar görmek yok­tur,' hadisinin mânâsının Kitab'dan çıkarılması esnasında verdiği­miz örneklerde geçmişti. Bu mânâda bulunan diğer hadisler de bu kısma girer." Şâtibî'nin sözü burada bitti.

Biz de deriz ki: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Kitab'da mevcut kısım­larına bakarak hüküm çıkardığı bu tür küllî, umûmî mânâlar, diğer sünnetlere nisbeten azdır. Hem başkasının, bu kısımlardan o mânâları çıkarması da mümkün değildir. Onlar, cüz'iyyâttan istinbat ederek değil ancak vahiy yoluyla bilinir.

Bir de şu var: Bu cüz'iyyât, aslında küliî mânâ ve kaideler için bir açıklayıcıdır. Buna göre Kur'ân da sünnetin küllî mânâlarını açıklayıcıdır. Aksini kabul etsek, Kur'ân'da küllî esaslar, sünnette de cüz'î beyânlar mevcuttur. Senin mantığına göre düşündüğümüzde Kur'ân, açıklayıcı durumundadır. Doğrusu bu mu?

Altıncı Yol: Şâtibî (r.a), der ki: "Sünnetin Kur'ân'ın bir açıkla­masından ibaret olduğunu iddia edenlerin bunu isbat şekillerinden birisi de hadislerin detaylarının -bunlar her ne kadar Kur'ân'a ilâve beyânlar içerse de- Kur'ân'ın tafsilâtı içerisinde bulunduğuna nazar etmektir. Ancak bu yaklaşım sahiplerinin, her halükârda sünnette yer alan bütün mânâların -bir başka yönden değil de sadece luğavî açısından- bizzat Kur'ân'da işaret edilmiş ya da açıkça değinilmiş ol­duğunu isbat etmesi gerekir." Şâtibî'nin sözü burada bitti.

Biz de deriz ki: Şayet sadece bu isbat şekli ve yaklaşımı tamam ve doğru olsaydı bizim, "Kitab'ın, bir müçtehidin kelimenin luğavî kullanışlarına, hakikat ve mecaz mânâlarına bakarak kendisinden hüküm çıkarabileceği bir nass ortaya koymadığı konularda sünnet devreye girer ve hükmü belirler," şeklindeki görüşümüzü iptal eder, ortadan kaldırırdı. Fakat bu yaklaşım, doğru değildir. Bunu, sünnet­te vârid olan bütün beyân ve hükümlere uygulamaya kalkmak, boşu­na bir çabadır.

Hem bizzat Şâtibî de bunu itiraf etmiştir. Yukarıdaki yaklaşı­ma ek olarak yaptığı açıklamada şöyle demiştir: "Ancak Kur'ân, bu yaklaşımı destekleyecek gibi değildir. Hadislerde geçen her konuya Kur'ân'ın doğrudan değinmesi veya Arapların kullandığı luğavî vaz' açısından onlara işarette bulunması mümkün değildir. Meselâ, bu konuda ilk akla gelenleri, namaz, hac, zekât, hayz, nifas, lukata (ka­yıp ve hükümleri), borç, musâkât, diyetler, mal ve hak bölüşmeleri ve benzeri pek çok meselede sünnetin beyân ve hükümlerini Kur'ân'da aramaya kalkışmak veya hepsinin onda olduğunu söylemek yanlış­tır. Bu itibarla bu görüş sahipleri, iddialarını isbat edecek durumda değillerdir. Bunların yapacakları, olsa olsa, Arap dilinin kabul etme­yeceği zorlamalara girerek iddialarına mesned aramaya çalışmak olacaktır. Böyle bir çabaya, ne selefin ne de râsih âlimlerin katılması mümkün değildir.

Birileri, üzerine dikkat çektiği bu kapının aralanmasına merak sarmış, fakat başaramamıştır. Zira iddiasını, ancak sözü edilen zor­lamalara girerek ve sünnetin getirdiği şeyler hakkında Kur'ân'da husûsî surette bir nass ya da işaret bulunmayan pek çok yerde ilk yaklaşıma başvurarak isbata çalışmış ve böylece asıl maksadından uzaklaşmıştır."[820]
 

[808] Bkz. Şâtibî, a.g.e., IV, 24.

[809] Nisa, 115.

[810] Ayette, mü'min cemaatin aksine gidenler azapla korkutulmuşlardır. Bu da icmâ-i ümmetin hak ve gerekli olduğuna bir delildir. (Müt.)

[811] Şâtibi, a.g.e., 25-26.

[812] Nahl, 44.

[813] Beyhakî, Delâil, I, 25-26.

[814] Suyûtî, Müftâhu'l-Cenne, 41-42.

[815] Dârimî,Mukaddime, 49; Suyûtî, a.g.e.

[816] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm; Suyûtî, a.g.e.

[817] Bkz. Şâtibî, a.g.e., IV, 27.

[818] Bkz. el-Muuâfakât, IV, 32.

[819] el-Muvâfakât, IV, 39-40.

[820] Bkz. Şâtibî, el-Muvâfakât, IV, 52.