- Modern batı anlayısında ve gerçek manada din 2

Adsense kodları


Modern batı anlayısında ve gerçek manada din 2

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Sat 18 September 2010, 12:37 pm GMT +0200
 
    Modern batı anlayısında ve gerçek manada din 2


Kur'an, çok net olarak Kainat'taki irade sahibi varlıklardan başka tüm varlıkların Allah'a teslim olup itaat ettiklerini belirtir ve bu yüzden insan elinin ulaşmadığı her yerde tam bir denge ve sulh hakimdir. İnsan ise, yeryüzünün halifesi olarak yaratıldığından, kendisine ilim ve irade verilmiş olup, görevi, kendi iradesiyle yeryüzünü sulh içinde Kainat'ın kalan yöreleriyle birleştirmek, yeryüzünde fesat çıkarmamaktır. İrade sahibi olduğundan, zahirde birbirine zıtmış gibi görünen, fakat temelde birbirini tamamlayan iki cephesi vardır insanın: Ene (ben-ego) cephesi ve Hüve (o) cephesi. Müstesna bir yaratılışa sahip olan insan, bu iki, cephesi sebebiyle çeşit çeşit meyiller, arzular ve duygular içindedir. "Ben"in isteklerini yerine getirmede çok san'atlara ihtiyacı vardır. Bu san'atların hepsine birden sahip olamadığından hemcinsleriyle bir arada yaşamak zorundadır ki, her bir fert kendi hususi kabiliyet, çalışma ve emeğin mahsûlünü başkalarınkiyle değiştirsin ve böylece ferdi ve içtimai plânda dünya hayatını yaşasın, insana, yeryüzündeki fonksiyonunu yerine getirmesi ve hayatını sürdürebilmesi için, müslüman hakimlerin ifadesiyle, 1. Kuvve-i şeheviyye (yeme, içme, üreme... duygu) 2, Kuvve-i gadabiyye (savunma ve korunma için gerekli öfke, mücadelecilik ve saldırganlık gibi duygu) 3. Kuvve-i akliyye (düşünme, muhakeme melekeleri) adlı üç kuvvet verilmiştir. Bu kuvvetler Yaratıcı tarafından sınırlandırılmamış olup, insanın kendi iradesiyle maddi—manevi tekamülünü sağlaması için başıboş bırakılmıştır. Eğer insan sahip olduğu bu kuvvetleri ferdi ve içtimai hayatının "sulh" içinde düzenli olarak geçmesi için gerektiği şekilde sınırlamazsa, bu kuvvetler "iffetsizlik, hak-hukuk tanımama, hakka tecavüz, önü alınmaz bir öfke ve yanlısı doğru, doğruyu yanlış gösterme, ya da korkaklık, humûdet ve ahmaklık" gibi uç noktalara kayar ve bunun neticesinde ferdi ve içtimai hayatta zulüm, fesat ve tecavüzler vukua gelir. Gerek bu zulüm, fesat ve tecavüzleri önlemek, gerekse insandaki kuvveleri kendisine ve cemiyete faydalı orta yola çekmek için şumüllü bir "adalet"e ihtiyaç vardır. Tek tek fertlerin aklı bu şumüllü —külli adaleti kavramaktan acizdir. O halde, külli bir akla ihtiyaç vardır ki, bütün fertler bu külli akıldan istifade etsinler. Kişiyi kendi hayatında tam bir dengeye, sahip olduğu kuvveleri ve duyguları hayatını tam bir saadet, düzen ve ahenk içinde geçirebileceği noktaya getiren, toplum hayatını adalet temellerine oturtan ve sonunda ölümle birlikte ebedî bir cennet hayatının kapılarını açan bu külli (tümel) akıl, Allah tarafından gönderilmiş olan ed—Din, yani Hak Din'dır.
Sonra, Din'in tesirini, icrasını ve tatbikini temin edecek bir merci, bir sahip lazımdır. Bu merci ve sahip de ancak Peygamber'dir. Peygamber olan zâtın da, her yönden halka olan hakimiyetini devam ettirmek için maddi ve manevi bir yüceliğe ve bir seçkinliğe ihtiyacı olduğu gibi, Yaratıcı ile olan münasebet ve alâkasının derecesini göstermesi için de bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de onun şahsiyeti, hayatı ve mucizeleridir.
Din'i gönderenin, yani Allah'ın emirlerine ve yasaklarına, bir başka deyişle Din'e itaat ve bağlılığı sağlamak için, Allah'ın kudret ve azametini zihinlerde tesbit edip, gönüllerde yerleştirmeğe ihtiyaç vardır. Bu da ancak imanî hakikatlerin tecellisi ve inkişafıyla mümkün olur. İmanî hüküm ve hakikatlerin tecelli, takviye ve inkişafı da ancak tekrar ile yenilenen ve güçlenen ibadetle mümkündür.
Bir takım müslüman âlimler Din'i bir tekerleğe benzetmişlerdir. Tekerleğin çerçevesini, Din'in daha çok idari—içtimai hükümleri teşkil eder: Allah'ın koyduğu vergileri toplayıp yerine harcamak, Din'in serbestçe yaşanacağı ortamı hazırlamak ve bu gayeyle Din'i yaymak, Din'in; Din'in ülkesinin ve insanların can, mal, ırz ve akıllarının korunması ve bunlara karşı girişilen tecavüzlerin önlenip, Din'in tebliğinin önüne konan engellerin kaldırılması için gerekirse savaşmak, ticari, malî, sermaye—emek ve her türlü karşılıklı münasebetleri düzenleyici kaideler, mülk edinme, evlenme—boşanma, miras vb. konusundaki kaide ve emirler, suç isleyenleri cezalandırmak (hadler) ve zulme meydan vermemek bu hükümlerin bazılarıdır.
Tekerlekte çerçeveden sonra çubuklar gelir. Çubuklar, merkezi çerçeveye, çerçeveyi de merkeze bağlar. Şu kadar ki, çubuklar çerçeveden çok merkezden çıkar. Namaz, oruç, içki—kumar yasağı, hile yapmama, aldatmama... Hacc, infak, zikir, dua, tefekkür, murakabe, nafile ibadetler, tefakkuh, zühd, tevekkül, sabır, şükür vb. çubukları teşkil eder. Merkezle çerçeveyi birbirine bağlayan bu çubuklar sayesinde merkezi oluşturan "Hakikat" bütünüyle çerçevede yansır. Merkez, en net ve özlü ifadesiyle "La ilahe illallah, Muhammedün Rasûlüllah" kelimesinde mânâsını bulan "hakikat"tır. Tekerleği kendinde tamamlamış olan insan hakikate ulaşmış insandır ve bu tekerleğin üzerinde bulunan toplum da hakikat üzere olan toplumdur. Bu hakikatle insanın öz varlığını teşkil eden hakikat ve Kainat'ta hakim cilan hakikat arasında hiçbir fark yoktur. Demek oluyor ki, Din'in sonunda vardığı hedef ve taşıdığı öz, insana gerçek insanlığını, kamil insan olma halini kazandırmaktan ibarettir. Bu tüm insanlığın hayatında gerçekleştiğinde, yeryüzünde ve artık Kâinat'ta, Tevhid bütünüyle hakim olmuş ve göklerle yer "sulh" içinde birleşmiş demektir.
İnsan, gerek ferdi, gerekse içtimai hayatında bir takım prensipler ve kaidelere uymak zorundadır. Bu kanun ve kaideler, eğer Allah'ın seçip gönderdiği Din'e ait değilse, bu defa bizzat insanların veya insanlar adına bir kişi veya grubun koyduğu kaideler olacaktır. Bu durumda, ortaya insan yapısı, özde bir, ama kemmi olarak birden fazla olabilen din(ler) çıkar. Bu din(ler)in tanrı(lar)ı, on(lar)ı ortaya koyan(lar)ın nefs(ler)idir, arzularıdır, heva ve hevesleridir. İçtimai hayattaki rabb(ler)i ise, o insanların kendileridir. Bu din(ler)in de inanılıp kabul edilmesi gereken hukuki ve ahlaki kaideleri (ibadet, muamelat, ukubat, ahlak) vardır. Allah'ın asla razı olmadığı bu din(ler)de özde bir, şekilce ayrı pek çok putlar bulunur. İnsanlık tarihinin şahit olduğu üzere, bu (din)lerin içtimai hayattaki dayanak noktası kuvvettir; hedefi menfaattir; hayattaki düsturu kavgadır, boğuşmadır; cemiyetler arasındaki bağı ırkçılıktır, kabileciliktir; meyvesi, nefsani hevesleri tatmin ve insanlığın ihtiyaçlarını arttırmaktır.
Hak Din'in esası Allah'a kulluktur; ama, en büyük yaratılmışa da ibadete tenezzül etmeyen, Allah'a kul olmakla başka hiç bir varlığın önünde boyun eğmeği kabul etmeyen bir kulluktur bu. Böyle bir kul halim, selim ve mütevazidir; fakat, Yaratıcı'dan başkasına O'nun izni dışında alçalmaya tenezzül etmez ve kulların üzerinde mutlak hakimiyet kurmaya çalışanlara icabında haddini bildirir. Aczini, fakrini ve za'fını bilir; fakat, kerim olan Allah'ın kendinde yığdığı servetle müstağni ve O'nun nihayetsiz kudretiyle kuvvetlidir.
Hak Din'in içtimai hayattaki dayanak noktası haktır; gayesi faziletler ve Allah'ın rızasıdır; hayatta düsturu yardımlaşmadır; cemiyetler arasındaki bağı dinîdir, vatanîdir; meyvesi, nefsani heveslerin tecavüzüne set çekip, ruhu kemâlata teşvik, ulvi hisleri tatmin ve insanî kemâlata sevketmektir.
Batılı dinler tarihçilerinin teorilerinin aksine, insanlığın ilk dini Animizm veya Totemizm gibi "iptidai" dinler değil, Kur'an'ın tabiriyle el —İslâm'dır. İnsan olmak bakımından hisleri, arzuları, hedef ve ihtiyaçlarıyla ayni insan olduğundan, Allah'ın onun için seçip gönderdiği dinde temelde hep bir ve aynı olmuştur. Hz. Nûh, Hûd, Sâlih, İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed (a.s.) gibi tüm rasûllerin tebliğ ettiği, nebilerin uyup tatbik ettiği din, her zaman için el—İslâm olmuştur. Ama, her defasında bir takım nefsani sebeplerle bu Din'den uzaklaşan insanlar temelde aynı, fakat şekilce farklı olabilen din(ler) üretmişler ve böylece "iptidai—batıl-şirk" dinler ortaya çıkmıştır. Nitekim, Hind'in kutsal kitaplarından Vedalar'ı inceledikten sonra Alman filozofu Schelling'in vardığı sonuç cidden câlib-i dikkat olup, bu gerçeği kabul ve teyid eder mahiyettedir. Söyle diyor Schelling: "Bütün insanlık önceleri tek varlıktı ve tek Tanrı'ya inanıyordu. En eski din yıldız yıldız parçalanmış."
Batıdaki Dinler tarihi teorilerinin etkisinde kalan birtakım son dönem müslüman araştırıcılar İslâm'ın bir takım unsurlarını —Tasavvuf gibi, Mehdilik gibi- eski Hind ve Ön Asya dinleriyle, Hristiyanlık ve Yahudilik'te de görünce, bunların İslâm'a o dinlerden girdiği gibi yanlış bir sonuca varmışlardır. Oysa, İslâm'dan sapma sonucu ortaya çıkan bu dinler, şüphesiz İslâm'dan bir takım doğruları da su veya bu şekilde kendilerinde barındırmaktadırlar. Yine, Din'i tarifte, onu salt bir his ve heyecan görmekle bir takım Batılı düşünürlerin düştüğü hataya karşılık, bir takım müslüman düşünürler de, onu salt bir "sistem", bir ideoloji gibi değerlendirmekle tersinden bir hataya düşmektedirler. Din, belki bir sistemdir; İnsanın ferdi ve içtimai hayatını her bakımdan tanzim eden bir sistemdir; fakat, bu sistemde hedef dünya saadeti değil, Allah'ın rızası; mükâfat, dünya hayatında bir takım ödüller, mutlaka maddi—askeri alanda galibiyet ve yeryüzünde hakimiyet değil, belki bunlar da verilmekle birlikte yine Allah'ın hoşnutluğu ve Ahiret saadetidir. Bu sistemde, dünya hayatı Ahiret'in ekim alanıdır; Cennet'e veya Cehennem'e uzanan sırattır. Bu sistemin temelinde bir yönüyle ilim, bir yönüyle muhabbet ve feraset-basiret yatar; nefsin hayatının yanısıra, onun da uymak zorunda olduğu kalbi hayat yatar. Bu bakımdan, his, heyecan, ulvi duygular, vecd ve muhabbet Din'in aslî unsurları arasındadır.
Batılılar'ın Din adına temelde reddedip, "insanı bir romantizm" olarak kabule meyyal göründükleri işte Din'in bu yönüdür; fakat, bu aslî yönüyle insanlığın dinsiz olamayacağı yukarda verdiğimiz misallerde görüldüğü üzere apaçık bir vakıadır. Çünkü Din, insanın fıtratına, vicdanına yerleştirilmiştir ve oradan çıkarılıp atılması mümkün değildir. Bu yönüyle Din'i reddedenler, gerçekte kendilerini "dinsiz" sananlardır; yoksa mutlak inkâr mümkün değildir. İkinci olarak, Din'i beşer hayatını kuşatan şu veya bu şekilde bir sistem olarak ele aldığımızda, yine görürüz ki, her insan hak veya batıl mutlaka bir dine tabidir. Şu kadar ki, Allah'a izafe edildiğinde, yani Allah'ın Din'i veya Hak Din kastedildiğinde, Din adına karşımıza yalnızca İslâm çıkar; bu, marife (belirli ve tek) olarak ed—Din'dir. Bunun karşısındakilere bu anlamda "Din" denilemez.
Son olarak, Din yukarda verilen kelime mânâları dahilinde ıstılah manâsıyla ele alındığında, bir başka deyişle, istilahî mânâsı kelime mânâlarına uygulandığında ortaya şöyle bir tablo çıkar:
Allah'ın insanı mükemmel şekilde yaratıp yeryüzünde halife yapması, ona gitmesi gereken yolu göstermesi, bu yolda gittiği sürece kendisine sürekli yardımda bulunması, kitaplar ve peygamberler göndermesi, Kainat'taki çoğu varlıkları emrine vermesi, hep O'nun insan üzerindeki birer nimeti, emaneti, aynı zamanda insana verdiği bir borçtur; yani, insan Allah karşısında bütünüyle borçludur. Eğer insan, yeryüzünde Allah'ın nimetleri karsısında şükürde bulunursa borcun gereğini vüs'at, takat ve kabiliyetince yerine getirmiş (gibi) olur. Bu da, Allah'a itaatla mümkündür. Allah'a itaat, O'nun gönderdiği hükümleri dünya hayatında uygulamakla mümkün olur. Ve, Allah Ahiret'te insanı, borcunu ödeyip ödemediğine, yani koyduğu hükümleri uygulayıp uygulamadığına, Kendi'ne itaat edip etmediğine, yeryüzünde sulhu mu, yoksa fesadı mı hakim kıldığına göre hesaba çekecek, bu hesabın sonunda onu ya mükafatlandıracak veya cezalandıracaktır.




Bibliyografya:
Firuzâbâdi, el-Okyânûsü'l-Basit fi Tercemet'i Kâmusı'l-Muhit, ç.A. el-Ayntabi, İst. 1305.
Said Nursi, İşârâtü'l-İ'câz ve Sözler
David Hume, Din Üstüne, ç. Mete Tuncay, İst. 1983.
A. Adnan Adıvar, İlim ve Din, İst. 1980.
Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İst. 1983.
Mevdûdi, Kur'ân'a Göre Dört Terim, İst. 19 79.



Ali Ünal