meryem
Sat 25 December 2010, 06:13 pm GMT +0200
II. Kanuni Müeyyide
Ahlâklılıktan kanuniliğe geçildiğinde, karşılık verici müeyyide hemen anlamının yarısını kaybeder. Karşılık verici ve caydırıcı çift yönlü veçhesinden o, sadece ikincisini alıkoyar. "Müeyyide" burada esas olarak, kelimenin geniş manası ile te'dip edici cezaların yanısıra öz anlamı ile cezai tedbirleri de kapsamak suretiyle, cezalandırma anlamını ifade eder.Öteki medenî topluluklar gibi, müslüman toplum da, ödevlerini normal olarak yerine getiren kimselere maddi mükâfatlar vermekten uzak kalmamaktadır. Bunlar ilkin, kanunun himayesine konmaktan, hayatı, bedeni, malları ve şerefi her türlü tecavüze karşı emniyet altına alınmaktan ibaret olan, bir çeşit olumsuz müeyyide ile iktifa edeceklerdir. Daha sonra onlar, kendilerini lâyık oldukları saygı, itibar ve övgü ile karşılayacak olan, genel kanaat içerisindeki yaygın bir müeyyide ile yetineceklerdir. Nihayet onlar, insana sadece dürüst, namuslu ve edepli bir hayatın sağladığı ve onun, kamu işlerinin yönetiminde veya sosyal adaletin dağıtımında aktif bir rol oynamasına izin verdiği, bu yurttaşlık hakkından yararlanacaklardır. Zira, İslâmî kanun nazarında, sadece ahlâka aykırılık değil, fakat hafif bir davranış, uygunsuz bir tavır ve hareket, hatta masum zevklere kendini terk bile insanı, dualarda şahitliği kabul edilmez; hakimlik görevini ve daha da haklı olarak Devlet Başkanlığı görevini yerine getirmeye ehil sayılmaz kıldıracak türdendirler.islâm hukukunda cezaî sistemin incelenmesine el attığımızda, orada iki farklı sınıfı ayırdetmek zorundayız: Hudûd denilen, kanun tarafından sıkı bir biçimde belirlenmiş müeyyideler ve Ta'zirât denilen, hakimin takdirine bırakılmış diğer müeyyideler mevcuttur.Birinciler, az bir sayıdaki suçlan müeyyideye bağlarlar[38]: İsyan, hırsızlık, sarhoşluk, namusa tecavüz ve bu mülevveslikle temellenmemiş itham. Öteki suçlar ikinci sınıfa dahildirler.İlk kategoriyi en iyi karakterize eden şey, orada cezaların cins ve adet bakımından iyice tesbit edilmiş olması vakıası değil, fakat üstelik onların mutlak bir özelliğe bürünmüş olmalarıdır. Şu anlamdaki onların tatbiki, ne suçlunun durumuna (sabıkalı veya değil az veya çok ıslahı kabil yahut korku tulabilir) ne de mağdurların duygularına bağlıdır. Gerçektir ki, ister onun saldırgan fiilini tamamen bağışlayarak olsun, isterse onunla iki tarafın rızası ile anlaşma ve bu durumda kanunî müeyyidenin vakî olmayacağı şeklinde olsun, bu sonuncuların suçluyu adalet yoluyla kovuşturmama hakları vardır. Fakat, cinayetin alenî kılınması yani yetkili otoritenin bilgisine götürülmesi anından itibaren, özel surette ilgili şahısların haklarından vazgeçmelerine rağmen müeyyide, amme menfaati tarafından geri dönülmez bir biçimde mecbur tutulmuş olarak kalacaktır; ve o acımasız bir şekilde tatbik edilmek zorundadır.Bu husustaki uyuşmazlık hiçbir uzlaşmaya yer bırakmıyor. Arap eşrafından bir kadın tarafından işlenmiş bulunan bu hususta Hz. Peygam-ber'in gayet enerjik ifadelerle, kanun katında herkesin eşitliği ilkesini tesis ettiği hırsızlık hikâyesi bilinmektedir. Bu konuda en iyi dostlarından biri tarafından ricada bulunulan o, ayağa kalkmış ve şu kısa hitabeyi irad etmiştir: "Ey insanlar, sizden öncekilerin dalaleti şu idi ki, onlar asilleri cezasız bırakıyor ve cezayı zayıflara tatbik ediyorlardı. Oysa ki Allah adına yemin ederim ki, eğer Muhammed'in kızı Farıma hırsızlık yapsaydı, Muhammed onun elini keserdi[39].îşte daha öğretici bir başka vak'a. Medine'nin dışında, zulme uğrayan müslümanların, bu müslüman başkentine ikâmet etmek üzere gelmelerini emreden Hz. Peygamber'in bu davetine cevap veren Süfyan b. Umey-ye doğduğu şehri terk etti ve manevî şefin yanma yerleşmeye geldi. Henüz yeni geldiğinde, Mescid'de bir süre dinlenmek istediğinden, o oraya uzandı ve katlanmış ridası kendisi için bir yastık yerini tuttuğu halde o uyuya kaldı. -Kendisine yaklaşan bir hırsız, uygun zaman olduğunu düşündü ve onun ridasını aldı; fakat, aniden uyanan, Mescid'in misafiri hırsızın arkasından koştu, onu suç üstü yakaladı ve Hz. Peygamber'in katına götürdü; O da onun elinin kesilmesini emretti. Bunun üzerine, bu adam için kendini merhamete kaptıran ve ihbar edici hareketinden dolayı pişman olan Süfyan şöyle haykırdı: "Benim istediğim bu değildi. Ey Allah'ın elçisi, ben ona onu sadaka olarak veriyorum." Fakat bu çok geç idi. Hz. Peygamber, "Bunu neden bana gelmeden önce yapmadın?" diye karşılık verdi[40].Böylece bu çeşit hataların bağışlanması ancak hususi halde geçerlidir. Bir kere kamu otoritesi suçtan haberdar olunca "had" cezasının uygulanması artık vazgeçilmez olmaktadır. Hatta bu bir başka hadis-i nebevinin de beyanıdır[41].Şu halde, İslâm hukukunda hırsızlık, bizzat Kur'ân-ı Kerim'in ifadesine göre, hırsızın elinin kesilmesini belirliyor[42].Eşkiyahk, ya ölüm cezası veya uzuvların kesilmesi yahutta sürgün cezası ile cezalandırılır[43].Kur'ân-ı Kerim'in zina yapan için öngördüğü ceza, yüz kamçı darbe-sidir[44]. Hadislere göre buna, bir yıl süre ile ülkeden uzaklaştırmayı ilave etmek gerekir. Her halükârda, eğer az önce işaret ettiğimiz ve bekârla evli arasında net bir ayrım gözetmeyen Kur'ânî hükmün ifadelerine itibar edilirse, ölüm cezasını bu alandan hariç tutmak gerekecektir. Fakat, Hz. Peygamber ve ashabının Sünneti şu ayırımı tesis etmiştir ki, zina yaptıklarına kanaat getirilen evli şahıslar en çirkin ölüm cezasına müstehaktır-lar. İşaret edelim ki, Kur'ânî ifadede, bir başka bakımdan, bu konuda teşriî bir tekâmülün sonucu olarak bu cezaya kapıyı açmışa benzemektedir.Gerçekten, başlangıçta Kur'ân-ı Kerim tarafından, zina yapan kadınlar için öngörülen müeyyide, "ölünceye kadar veya Allah'ın onlara bir başka çıkış yolu temin etmesine kadar" hapis cezası ile cezalandırılmaktı[45]. İşte bu çıkış yolunun belirlenmesi makamına geçmek üzeredir ki, sonraki Peygamberi hüküm verilmiştir[46].Nihayet, namuslu kadınlara zina isnadında bulunan ve bunu kanıtlamayan müfteri de aşağı-yukarı başkalarma iftirada bulunduğu bedenî günahmki ile aynı cezaya müstehaktır: Yüz değnek yerine seksen[47].İçki içmenin cezasına gelince, ne Kur'ân-ı Kerim'de ne de Hz. Peygamber'in hadislerinde hiçbir metin ondan bahsetmemektedir. Sadece, bu sonuncusunun zamanında yerleşik âdet, mü'minlerden muayyen bir kısmm, içki içen kimsenin etrafmda toplanarak onu sopa, ayakkabı, v.s... darbelerine uğratmaları şeklinde idi. Hz. Peygamber'in vefatından sonra, ilk halife, eskiden sarhoşlara vurulan darbelerin takribi sayısını hatırlamak üzere, büyük sahabileri şûra halinde topladı ve onlar bunun kırk (ayakkabı çifti darbesi) olarak takdir ettiler. Hz. Ömer'in yönetiminde bir ikinci şûra bunu (her bir ayakkabı darbesini bir kırbaç darbesine çevirerek) seksen kırbaç darbesi şeklinde belirledi. Şûra üyeleri arasmdan, Hz. Ali şu şekilde muhakeme yürüttü: "İnsan içki içtiğinde sarhoş olur; sarhoş olduğu zaman, saçma sapan konuşur; saçma sapan konuştuğu zaman o, hemcinslerinin şeref ve namusuna dokunur. Ben ona, müfterilere uygulanan cezanın aynısının uygulanması gerektiği görüşündeyim.[48] Öte yandan Abdurrahman b. Avf, bu rakamda Kur'ân-ı Kerim'de bilinen cezanın en hafif derecesi olmak üzere, düşünülebilen asgari çözümü görmüş bulunmaktadır[49].Aklî ve naklî olan bu çift yönlü yol vasıtasıyla, Hz. Peygamber'in ashabı böylece aynı sonucu bulmuşlardır; ve kaideten olduğu üzere onların müşterek karan kanun gücüne ulaşmıştır.Hemen kabul edelim ki, eşkiyalığa karşı alınmış olan müstesna tedbirler bir yana, îslâmiyetin, şahsî davranışın herhangi bir kural dışı hareketi ve kamu hukukunun bazı suçlarına karşı muamelede bulunmayı kabul ettiği bu son derecede ağır cezalar karşısında çağdaş vicdan gerçekten şoke olmuş bulunmaktadır. Duygularımızın inceliğinin, gaddar suçlulara fizikî olarak ıstırap çektirilmesinden bile giderek tiksindiğimiz bir dereceye eriştiği bir çağda, özel veya kamu yaşantılarında onların düştükleri irade zayıflıklarının tâbi tutulmak istendiği bu acımasız ıstırapları titremeksizin nasıl karşılayabiliriz? Nitekim ve özellikle onların Avrupa dünyası ile teması sayesinde, birçok müslüman toplum, uzun zamandan beri bu ceza şekillerini uygulamayı durdurmuş bulunmaktadır.Fakat, bu çok büyük duyarlılığın, akılda veya fertlerin yahut toplulukların gerçek menfaatinde sağlam temellerinin bulunup bulunmadığını bilmek meselesi mevcuttur. Esasen, bir ceza karşısında bizim tereddüdümüzün anlamı nedir? Çiğnenmiş kanun ve onu çiğneyen ferdin hukuku arasındaki çekişmede, biz bu sonuncusuna daha büyük bir önem atfetmiş veya aynı şey demek olan, birincisine daha az bir değer bahşetmiş olmuyor muyuz? Bir iç veya dış düşman tarafından istila edildiğimiz zaman, ona en sert darbeleri indirmekte, hayattan mahrum etmek dahil, en zalimane eziyetleri hazırlamakta tereddüt etmiyoruz. Bu, bizde imtiyazlı bir mevki işgal eden korunma içgüdüsünün, bizim olağan sempati ve insanî kardeşlik duygularımızı, o durumda arka plâna itmesindendir. Bir müeyyideye olan tepkimiz, müeyyidelenmiş ödev düşüncesinin üzerimizde yaptığı etkiyi tam olarak ölçer. Böylece, üyelerinin fena davranışını şiddetle cezalandırmakta hiç tereddüt etmeyen ma'serî vicdan, bu yolla, beşerî ıstıraba olan bir duyarlılıktan ziyade, sarsılmış kanun için emsalsiz surette derin bir saygıyı, dinî bir saygıyı (bu gerçekten onu söylemenin zamanıdır) göstermektedir. Bu yolla, çağdaş ahlâkî anlayışı ilk müslüman toplumunkinden ayıran mesafeyi ölçünüz. Bu sonuncusu ailevî sadakatin kutsal özelliğine ne kadar duyarlı idi! Eşlerden birinin diğerine ihanetine karşı o, hangi büyük öfke ile isyan ediyordu! Hırsızın liyakatsizliğine, alkoliğin hamakâtine, müfterinin alçaklığına, o hangi hakaretle bakmaktaydı! Doğrusu bu cemaat sempati ve insanî şefkat hususunda aciz değildi; fakat o, bu aşırı hassasiyetleri susturmak ve disiplin zihniyeti ile bunun ötesine geçmek zorundaydı[50], insan şahsiyetine saygıya ve kişinin güvenlik hakkına gelince, onların ancak insanlık liyakatlerini özenle korumasını bilenlerce haklılıkla talep edilebileceklerine hiç şüphe yoktur. Dürüst olmamak, sadece kişiye değerinden kaybettirmekle kalmaz, fakat onu az-çok yaralanabilir hale de sokar. Ve işte o bu yaralanabilirliğin sebebini bizzat kendinde aramak zorundadır, çünkü kendi koruyucu perdesini yırtan kendisidir.Bir arap şairinin şu derin tefekkürünü dinleyiniz:Eğer haksız yere kesilen el, beşyüz dinarlık (altın para) bir tazminata değerse, bir çeyrek lira değerindeki bir hırsızlık için kanunen onun uzvunu kestirtecek ne olmuştur?" Bu, hainliğin yüz karası içerisinde düşük bir değere sahip olmasına karşılık, dürüstlüğün asaletinin ona değer ka-zandırmasmdandır." diye devam ediyor şair.îlâve edelim ki, hırsızlara karşı bu aşın şiddet, sadece görünüşte ve nazariyededir. Tatbikatta, ceza ne kadar ibretâmiz olursa, onun uygulanması o kadar az sıklıkla vukubulmuştur. Müeyyidenin ağırlığı, ihlâli daha az tahrik edici kılmaktadır; ve disiplin, hakimiyetini kurabilmek için onun önünde aşılması gereken büyük engellerle karşılaşmamaktadır.Kaldı ki, ahlâka uygunsuzluğunun büyüklüğüne rağmen, sünnetin zinayı cezalandırmayı öngördüğü tarz, ürkmemize izin vermiyor. Bir insanı kudurmuş bir köpek gibi taşlamak! Mamafih, burada yapılacak bazı işaretler bu isyan ettirici özelliği hafifletici mahiyettedir.İlk önce, Kur'ân-ı Kerim, genel olarak bedenî günah hakkındaki mevzuatı öylesine tedbirlerle çevrelemiştir ki, suçun tesbiti eğer pratik olarak imkânsız olmasa bile, çok güç hale gelmektedir. Sadece bir kadının yabancı bir erkekle aynı bir odada birlikte yaşadığına dair değil, fakat belli olayın tasviri konusunda da, namuslu ve doğru sözlü dört kişinin birbirine uygun şahitliğini desteğine getiremeyen muhbirin bizzat kendisi sahte muhbir olarak seksen kırbaç cezası ile cezalandırılacak ve bundan böyle adalette kabul edilebilir şahitlerin listesinden adı silinecektir[51]. Keza, sünnette, zinadan mahkûmiyetin şahitlikle temellendirildiği bir örnek tanımıyoruz. Karar daima bizzat suçlunun kendiliğinden itirafı üzerine verilmiştir.Hatta kendiliğinden itiraf bile -ve işte bu ikinci noktadır- tek başına bir mahkûmiyeti belirlemek için yeterli değildir. Üstelik itirafta bulunanın ne dediğini bildiğinden emin olmak lâzımdır. (Yani onun için mecazlı bir ifadenin söz konusu olmaması gerekir: kalple, gözle, v.s... işlenmiş bir zina veya oruç esnasında olduğu gibi, belli bir anda yasak olan eşler arası münasebet fiili). Aynı şekilde bu itirafın sonuna kadar sürdürülmüş ve sonraki açık veya zımnî bir itiraftan geri dönme suretiyle hiçbir şekilde yalanlanmamış olması gerekir. Hatta, Mâ'iz hadisesinden genel bir kural çıkartan birçok fukaha, bu itirafı ancak, dört şahidin yerine geçmek üzere dört defa tekrar edilmesi şartıyla geçerli saymaktadırla[52]. Bu ayrıntılar ne olursa olsun, genel bir muhakeme usulü kuralı itirazsız kalkmaktadır, ki buna göre, her ferdin masumiyeti başta gelir. Hakikaten, İslâm kanunu insanın hayatını, bedenini, mallarını ve şeref duygusunu "sıkı bir biçimde kutsal" şeyler kılmaktadır[53]. Şu halde, bu ilk itminandan ancak zıt bir itminanla çıkılabilir. Bu demektir ki, sanıkların lehine düşünülebilir, tüm varsayımları tüketmek ve masumiyeti geçerli herhangi bir nedenle öne sürülebilecek her kim olursa olsun onu mahkûm etmemek gerekir[54].İşte problemin bizzat temelini ilgilendiren üçüncü ve sonuncu işaret İslâm kanununun özel suçları keşfe çalışmadığını, kimseyi onları itirafa mecbur tutmadığı ve buna davet etmediğini tasdik etmek, her şeyi yeterince söylemek demek değildir. Gerçek şudur ki, İslâm hukukunun iki ana kaynağı burada bir çekimserlikle yetinmemektedirler; onlar tam ve açık bir tavır takınmaktadırlar.Bir yandan, Kur'ân-ı Kerim bize hemcinslerimizin sırlarını araştırmayı kesinlikle yasaklamaktadır[55], işte muhbirlere kapatılmış olan yolun yarısı. Sadece yayılan, teşhir olan ve tehditkâr kötülük şer'an muhakeme edilebilecektir. Gizlenen ve ihtiraslarına itaat etmekten titreyen kimsenin durumu, ne kendiliğinden ne de bizzat kendi faili tarafından bize ifşa olunmayan olay, insanlarmkinden başka bir mahkemenin işi olacaktır.Ve onun muhakeme olunma tarzı bizim şimdiki bilgimizin dışındadır[56]. Hatta şayet onu araştırmaksızm, birini benim malımı çalarken veya şahsi bir ahlâksızlık işlerken bastırır ve onu cürm-i meşhud halinde yakalarsam, ben onu adalete bildirmek zorunda değilim[57]. En nihayet, biz bunu aklı selim ile ve onun içerisinde hareket ettiği şartları hesaba katarak yapmak zorundayız. Herkesin en büyük iyiliği için, alışkın bir sabıkalının kanunî otoriteye bildirilmesi tercih edilirken tesadüfen ve zaafiyet eseri olarak günah işleyen zavallı bizim merhametimize müstehak olmalıdır[58].Diğer yandan; Hz. Peygamber, gizlice günaha düştükten sonra bu konuda zevkle veya kaygısızlıkla gevezelik etmeye ve marifetlerinin hikâyesini yaymaya başlayanların bu tehlikeli temayülünü ekseriya takbih etmiştir[59]. Gerçekten de, kendi düşüşünden başkalarını haberdar etmek neye yarar? Bir çıplaklık gibi edeple gizlemek yerine onu ilân etmek arsızlığından ibaret olan bu ahlâksızlık yığını nedendir? Tanrı'nınki ve bizzat kendi vicdanınkinden fazla olarak üzerine insanların tahkirini cezbet-mek; nihayet kendi ahlâkî felâketine gayet özel bir surette ağır bir fizikî kötülüğü eklemek ne büyük bir çılgınlıktır! Bununla birlikte, onu azimle ve meseleyi bilerek yapanlar vardır; muttaki bir pişmanlık ihtiyacını tatmin etmek için, bizzat kendi cezalandırmalarını talep etmeye gelenler; işkencenin en müthiş acılarına metanetle katlanan ve orada bir felâketi görmek şöyle dursun, derin ve kurtarıcı bir neş'eyi duyanlar ve ahlâkî kirlilikten kesin surette kurtulmanın bir yolunu bulanlar mevcuttur. Tersine, bunlara karşı biz başka türlü sempatik olan bir tutumu tahsis ediyor ve hatta onların kahramanca hareketi için derin bir hayranlık duyuyoruz. Keza, başlangıçta Mâ'iz'in itirafını az bir hevesle karşılamasına rağmen, Hz. Peygamber neticede sadece onun ısrarına dayanamamakla kalmamış, fakat onun cesaretini Övmek ve günahtan dönüşünün yüksek değerini takdir etmek yoluna gitmiştir[60]. Aynı şekilde o, Cüheyne kabilesinden bir kadının gönüllü işkencesini de meth etmiştir[61].O halde, işin nihayetinde, kanun değil de, fert bizzat kendisine karşı sert veya müsamahakâr olabilir.Bu birkaç cürüm ve suç bir yana bırakılırsa, ahlâkî kanuna veya toplumsal kanuna karşı yapılan her ihlâl, değişken bir te'dip cezasına çarptırılabilir, fakat onun hakkında İslâm hukuku hiçbir karşılık cetveli vermemiştir. Ve vermeyi de düşünmemiştir.Şüphesiz, ölüm cezası ve uzuv kesme cezasından birincisi katillere ve zânilere, ikincisi de hırsızlara ve eşkiyalara ayrılmış olmak üzere, genel duyguya nazaran, te'dip cezasından bertaraf edilmişlerdir. Fakat, tamamen olumsuz olan bu tanımın dışında, her bir vak'a tümü için ve daha da az olarak herkesin özel durum için, alınacak tedbirin hiçbir olumlu tanımı mevcut değildir.Tesbit edilmiş müeyyideler için adaletin görevi olayların belirlenmesi ile sıkı bir biçimde sınırlandığı halde -ki onlar bir kere verildiklerinde adetâ otomatik olarak cezalandırılmalarını davet etmektedirler-burada mahkemenin dikkati daha sonra daha az Önemli olmayan bir ikinci safhaya götürülmektedir: uygulanacak cezanın seçimi. Bu seçimde, hakimin basireti zahirde gayet serbest bir şekilde rol oynayacaktır. Fakat bu hürriyet gerçekte ancak ağır bir sorumlulukla eş anlamlıdır. Çeşitli mülahazaların göz önünde tutulması gerektiğinden ve bir tenasüp unsurunun müdahalesi icap ettiğinden, burada hakim tam anlamıyla bir tedavi edici tabip rolünü dolduracaktır. Aynı zamanda hastanın mizacını, ilaçların özelliklerini, tedavinin zaman ve mekân şartlarını göz Önünde bulundurarak hekim, belli bir vak'a için mümkün en etkili ve en az şiddetli formülü bulmak zorundadır. Aynı şekilde, ihanet edilen ödevin ağırlığına, suçlunun karakterine, kuralı çiğnediği şartlara, (bir başkasına karşı işlenen bir zarar söz konusu olduğu zaman) hak sahiplerinin duygularına göre ceza, hususilik içerisinde verilen basit kınamadan veya az ya da çok ağır alenî tekdirden itibaren, az ya da çok uzun bir zaman için hapse yahut az ya da çok kalabalık sayıdaki kırbaç darbelerine kadar, fakat genellikle (bu nokta hakikaten tartışmalıdır) belirlenmiş müeyyidenin sayısına erişmemek üzere, hissedilir bir şekilde değişmek zorundadır. Sadece bu ceza türleri, duruma göre, az veya çok hafifletilmiş farklı şekillere elverişli olmakla kalmamaktadırlar; yalnızca bizzat tekdir, iyiliksever bir nasihata veya menfaatsiz bir öğretime irca edilebilmekle kalmamaktadır. Fakat, en nihayet hakim, iyi huylu bir insanın nadir bazı hatalarının kayıtsız ve şartsız olarak bera-atine karar vermek hakkına ve belki ödevine de sahip olacaktır. Hz. Peygamber'e atfedilen, ancak yüksek bir otoriteye nail olmamış bulunan bir hadiste: "Faziletli insanların yanlış hareketlerini affediniz" ifadesini okuyoruz[62].
[38] Kasden adam öldürme, aynı gruba dahil deği! midir? -Hukukçuların ekserisi hayır diyorlar. OnSara göre, İlgililerin hakkı burada kollektif hukuka galebe çalmaktadır. Hatta eğer dava savunulmuş bile olsa, katile hasımları tarafından bahşolunan af, bu durumda saldırgana karşı artık talep ve iddia edecek hiçbir şeyi kalmayan genel otoritenin yetkisinden davayı düşürmek için yeterlidir. Tersine Maİikî mezhebi, esasen tartışmalı bir gerçekliğe sahip bulunan bazı hadislere dayanarak ölenin ailesinin affının, cezayı hafifletmek için yeterli olduğu, ancak onu silip atmaya kâfi gelmediğine hükmetmektedir. Bu durumda suçlu ölüm cezasından muaf olacaktır, fakat o kesinlikle cezalanmamış olarak kalmak zorunda değildir. Yüz kamçı darbesi ve bir yıllık hapis veya kapatma cezası, hem onun suçu tekrar şansım hem de kötü örneğinin sari etkisini azaltmak için iyi olacaktır. Zaten işaret edelim ki bu tartışma, yalnızca, mesela kavgalarda meydana gelen olağan adam öldürme vak'asmda yer almıştır. Korkunç veya sadece önceden tasarlanmış adam öldürme vak'aları: cinayet, hainlikle öldürme, pusu v.s.... için mezhepler Özel kimselerin bağışlanmasının kesinlikle geçersiz olduğunu ve katile idam cezasını uygulamanın gerektiğini ta'lim ve tedris etmede ittifak etmektedirler.
[39] Krş. Buharî, Kitâbü'I-Hudûd, Bab 12.
[40] Malik, Muvatta, Kitâbü'î-Hudûd, Bab 9.
[41] Ebu Davud, Suyutî tarafından zikredilmiştir: Camî.
[42] el-Mâide 5/38.
[43] Aynı sure, 33.
[44] en-Nûr 24/2.
[45] en-Nisâ 4/15.
[46] Krş. Müslim, Kitâbü'l-Hudûd, Bab 3.
[47] en-Nûr 24/4.
[48] Malik, Muvatta, Kitâbü'l-Eşaribe, Bab 1.
[49] Tirmizî, Kitâbü'l-Hudûd, Bab 14.
[50] en-Nûr 24/2.
[51] en-Nûr 24/4.
[52] Krş. Buharı, Kitâbü'l-Hudûd, Bab 14.
[53] Krş. Buharî, Kitâbü'1-îlm, Bab 9.
[54] "Geçerli" diyoruz, zira, îbn Hazm'm, C.XI, S.243 de, gösterdiği gibi, asılsız veya olaylar tarafından nakzolunan bir faraziye, ne bir mahkûmiyeti tesbit edebilir ne de bir beraati temellen-direbilir. Şu halde, ekseriya bir hadismiş gibi addedilen ve menşei gerçekte ancak ikinci müs-lüman kuşaktan daha yukarıya gitmeyen şeklindeki meşhur huhuki formülü evrensel ve kabul edilemez bir anlamda almamak gerekir. Fakat, bu şekilde sınırlandırılmış ve usulünce yorumlanmış bununan formül herkes tarafından kabul edilebilir haidedir ve ka-bui edilmektedir. Zaten Tirmizî, Hz. Peygamber'e çıkıyor addedilen benzeri bir formülü veriyor
[55] el-Hucurât 49/12.
[56] Krş.Buharî, Kitâbü'l-frnân, Bab 10.
[57] Krş.Malik, Muvatta, Kitâbü'l-Hudûd, Bab 1.
[58] Krş.İbn Hazm, Muhallâ, C.XI, S.153.
[59] Krş.Buharî, Kitâbü'1-Edeb, Bab Setr el-Mü'min âlâ Nefsih.
[60] Krş. Müslim, Kitâbü'l-Hudûd, B.51
[61] Aynı yer.
[62] Krş. Ebu Davud, Suyuti tarafından zikredilmiştir, Câmî.